Epistemik Sorumluluk

Doğru şeylere inanmaya yönelik ahlaki bir yükümlülüğümüz var mı? İnançlarımızıni davranışlarımızı nasıl şekillendirdiğini ve toplumsal boyutta ne kadar etkili olduğunu düşündüğümüzde bu sorunun önemini görebiliriz. Ancak bizler tanrısal bir bakış açısıyla doğruyu ve yanlışı kolayca ayırt edebilen varlıklar değiliz, nasıl yalnızca doğrulara inanacağız? Yalnız doğrulara olmasa bile doğru olma ihtimali en kuvvetli inançlara sahip olmaya çalışabiliriz. Güzel dayanakları ve destekleyen kanıtları olan inançlardan, yani gerekçelendirilmiş inançlardan bahsediyorum. Bu durumda soruyu şu şekilde tekrar sorarak başlayalım: Gerekçelendirilmiş şeylere inanmaya yönelik ahlaki bir yükümlülüğümüz var mı? Epistemik (bilgiye dair) sorumluluk diye bir şey var mı?

Bu tartışmayı başlatan başlıca eser W. K. Clifford’un 1877’de yayımladığı The Ethics of Belief (İnancın Etiği) isimli makalesidir. Makalesinde Clifford düşüncesini kısa bir hikaye aracılığıyla anlatır. Bizden transatlantik seferler düzenleyerek para kazanan bir gemi sahibi hayal etmemizi ister. Yolcularının bir sonraki seferinde kullanılacak gemi aslında epey eskimiştir, ancak gemi sahibi kendini geminin hala yeterince sağlam olduğuna ikna eder ve bakımını yaptırmaz. Clifford’a göre okyanusun ortasında gemi battığında, gemi sahibi yolcularının hayatını kaybetmesinden sorumludur. Hatta, gemi sağ salim varış noktasına ulaştığında bile gemi sahibinin suçlu olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bunun sebebi (ve bu yazının temel düşüncesi) şudur: gemi sahibi geminin sağlamlığı konusundaki inancına güvenilir yöntemlerle ulaşmamıştır, yeterli kanıt olmadığı halde işine gelen inancı benimsemeyi seçmiştir.

Clifford hayatında bir defa gemi kazası atlatmıştı, derdini anlatmak için seçtiği örnek de bu durumdan etkilenmiş olmalı. Bizse bugün etrafımızda başka tehlikeler görüyoruz. Her gün haberlerde ve sosyal medyada bilgisizliğin koronavirüs pandemisinin daha da yayılmasına nasıl sebep olduğunu izliyoruz: maske takmaya “inanmayanlar”, koronavirüsten hayatını kaybeden komşularının evine taziyeye gidenler… “Aydınlanma’nın beşiği” olan Avrupa’da ve Başkan’ın dezenfektan kullanımı hakkında pek orijinal fikirler ürettiği ABD’de de durum bizdekinden farklı değil. Belki de bugün Clifford’ın inancın ahlaki boyutu hakkında söylediklerine kulak vermek için en doğru zaman, çünkü insanların doğruyu yanlıştan ayıramamasının, inançlarının sağlam dayanaklar üstüne kurulu olup olmadığını irdeleyememesinin başkalarının hayatını kaybetmesine nasıl yol açtığını şok edici bir berraklıkla izleyebiliyoruz.

Bu noktada, doğru olması muhtemel bilgiyi diğerlerinden ayıracak en kuvvetli iki aracımızdan bahsetmeye başlayabiliriz: akıl ve bilim. Bilimi diğer araştırma yöntemlerinden ayıran temel unsurlardan biri, gerekçelendirme süreçlerindeki hassasiyetidir. Bilimsel bir teori asla su götürmez bir biçimde doğrulanamayabilir, ama bilimsel yöntemin ulaştığı yargıların geçerliliğini değerlendirme konusunda birçok farklı “erdemi” vardır. Örneğin, iyi bilimsel teoriler gözlemle test edilebilir olmalıdır. Bunun için evrende gözlemleyebileceğimiz şeylerle alakalı son derece belirli tahminler yaparlar. Einstein’ın 1916’da yayımladığı Genel Görelilik Kuramı’na göre uzay-zaman içindeki her şey yerçekiminden etkilenir, ışık bile! Buna göre teori, ışık Güneş gibi yüksek kütleli bir cismin yanından geçerken bükülecektir diye bir tahmin yapabilir. Bu gözlemin yapılabilmesi için Güneş tutulmasının gerçekleşmesi gerekir, ki etraftaki yıldızlardan gelen ışıkta bir sapma varsa bunu bizim Güneşimizin ışığıyla karıştırmadan gözlemleyebilelim. Sanıyorum ki bu gözlemi yapabilmek için bir diğer koşul da bir dünya savaşının gerçekleşmiyor olmasıdır, çünkü Einstein’ın tahminini doğrulayan gözlem ancak 1919’daki Güneş tutulması sırasında Arthur Eddington tarafından yapılabilmiştir. Böylece Einstein’ın teorisinin doğruluğuna yönelik çok kuvvetli bir dayanağımız olmuştur. Bilimsel teorilerin dünyayı gözlemlemeden önce değerlendirebileceğimiz çeşitli erdemleri de bulunur. Bunlara da örnek olarak teorinin basitliği, mantıksal tutarlılığı, açıkladığı olayların genelliği ve önceki teorilerimizle uyumluluğu gösterilebilir.

Bilimsel bilgi herkes için erişilebilir olmayabilir. Detay noktalarda bazen konunun uzmanlarına güvenmekten başka çaremiz yoktur. Bunun aksine akıl, hepimizde olan bir yetenektir. Akıl ışığında düşünme erdemine herkes sahip olabilir. Mantık kurallarının geçerli akıl yürütme yollarını bize nasıl gösterdiğini incelersek ve sorgulayıcı bir tutumu eleştirel düşünme teknikleriyle birleştirirsek hepimiz dikkatli düşünürler olabilir ve gerekçelendirilmiş inançları tanımakta daha başarılı hale gelebiliriz. Clifford haklıysa ve gerekçelendirilmiş inançlara sahip olmak ahlaki açıdan da önemliyse, bu bizi yalnızca daha akıllı değil, aynı zamanda daha iyi insanlar haline getirecektir.

Önemli İskoç düşünürü David Hume’a göre bilge insan, inançlarına kanıtlar oranında inanandır. Öyle görünüyor ki bu özellik yalnız bilge olana değil, iyi insana da ait.

i İnanç derken herhangi bir önermenin doğru olduğunu düşünme, kabul etme durumundan bahsediyorum.

Bunları da sevebilirsiniz