Ölmek İstemiyorum!

Ağustos ayı ağaç kıyımları, orman yangınları haberleri ile başladı. Kadın cinayetleri haberleri ile devam etti. İçimiz yandı, tüylerimiz ürperdi. Doğaya zarar vermekle başlayan süreç, kadın cinayetleriyle devam etti. Doğa kelimesi doğmaktan türemiştir ve dişiliği sembolize eder. Hemen hemen her kültür ve uygarlıkta doğanın kadını temsil ettiğini ve doğa ana olarak sembolize edildiğini mitolojik karakterlerde görmekteyiz. Bu bağlamda doğaya ve kadına zarar verilmesini ayrı ayrı ele almak mümkün değil. Doğa bütün yaşamımızı ve hayatta kalmamızı sağlayandır. Doğaya ve kadına verilen zarar, yozlaşma ve kendi köklerimizden uzaklaşmamızın göstergesidir. Kendi doğamızı, değerlerimizi yok sayıyor, duyumsamıyor, görmüyor, işitmiyoruz. İnsanın varoluşundaki yıkıcılık günden güne baskın geliyor. Anıt sayaç sitesine göre 2008 yılında 66 kadın öldürülürken, 2018 yılında 395 kadın öldürüldü. 2019 yılında Ağustos ayına kadar 237 kadın öldürüldü. (1).

Emine Bulut cinayetinin yayınlandığı videoda bugüne kadar öldürülen bütün kadınların çığlığını duyduk. Bu olayla ilgili yazılacak çok şey var. Diğer yazılarımda devamını getireceğim. Vahşet anını videoya çekip sosyal medyada paylaşmayı düşündüren değerlerimizden uzak yeni bir çağda yaşadığımız gerçeği üzerinde durmak istiyorum. Bana 20 yıl kadar önce fotoğrafçı Kevin Carter’in çektiği fotoğrafı hatırlattı. Carter, akbabanın yemek üzere olduğu çocuğun fotoğrafını çekti ve bu fotoğraf sayesinde Pulitzer Ödülü’ne layık görüldü. Fakat fotoğrafı çektikten sonra orada çocuğu bırakıp gitmesi çok büyük eleştirilere neden oldu. Diğer taraftan da fotoğraf sayesinde tüm dünya ülkelerinden Sudan’a yardımlar gönderildi. O fotoğraf, yardım gönderilmesinde etkili oldu evet ama Carter’ın çocuğu orada öylece bırakıp gitmesi duyarsızlıkla suçlandı. Nitekim Carter, bu suçlamalara dayanamadı ve hayatına son verdi. 20 yılın ardından sosyal medyanın varlığıyla içinde bulunduğumuz çağdaki duyarlılığı, ipin üstündeki cambaza benzetiyorum. Sosyal medya üzerinden örgütlenmeyi hedef alıp harekete geçmek duyarlılığı ile o anda seyirci konumda kalıp videoya çekmek arasında ince bir çizgi olduğunu düşünüyorum. Böyle bir şeye tanık olmak hiç kolay değil. Ancak videoya çekmeyi, şok etkisi değil duyarsızlaşmanın göstergesi olarak görüyorum.

Emine Bulut’un ölüm anı videosunun yayınlanmasıyla bilinçlenen ve gidişata dur demek isteyenlerin yanı sıra, cinayeti işleyene hak verenler de ortaya çıktı. “Kimse kimsenin durduk yere boğazını kesmez!”, “kadın kim bilir ne yaptı da adam çıldırdı.” şeklinde ürkünç yorumlarla karşılaştım. Bu açıdan baktığımda bilinçli olan kesimi kadına şiddete karşı çıkmak için harekete geçirdiğini, şiddet eğilimi olan kesimi daha çok şiddete yönlendirdiğini düşünüyorum.


Sosyal medya sayesinde sesini duyurabilen bir çok kadın da var. Örneğin, Rize’de genç bir kızı darp eden şahıs adli kontrol şartıyla serbest bırakılmıştı. Bunun üzerine sosyal medyada büyük bir tepki oluştu ve şahıs tekrar gözaltına alınarak tutuklandı. Hak ve hukuku gözetmesi beklenen yargı sisteminin de sosyal medyadan etkilendiğine tanık oluyoruz. Tepki olmaksızın mahkemede alınması gereken karar, ancak sosyal medyada vuku bulunca alındı.

Sonuç olarak asıl gerçek şu ki şiddetin arttığı, cinayetin normalleştiği bir çağda yaşıyoruz. Girdiğimiz yeni çağda sosyal medyanın etkisi hakkında gençlerin bilinçlendirilmesi, duyarlılığın ve empatinin geliştirilmesine yönelik eğitimlerin yapılması önem arz ediyor. Beton olan yerde ağacın yeşerme yolu bulduğu gibi, doğadan feyz alarak empatinin, sevginin yeşereceği yollar bulmamızın zamanı geldi. Sevgi ile beslenen insanların çoğalması dileğiyle…

Kaynakça:

1. http://anitsayac.com/

Bunları da sevebilirsiniz

Bir cevap yazın