Avrupa Tarihinde Kadın Korkusu, Nefreti Ve Düşmanlığı

“İşte biz dışkı ve idrar gibi

pisliklerin arasında doğduk ve

annem günah işleyerek bana

gebe kaldı.”

SAINT AUGUSTINE(1)

İnsanlık tarihinde kadın-erkek konumlanması, ilişkisi, eşitsizliği, hem coğrafyalara, hem üretim tarzlarına, hem gelişme düzeylerine, hem dönemlere, hem de kültürlere göre hep farklılıklar göstermiştir. Kadın egemen toplumların varlığı gerilerde kalmış olmakla birlikte, ilkel toplumsal ilişkilerde eşitlik veya eşitliğe yakın ilişkiler her zaman görülegelmiştir.

Erkek egemen sınıflı toplumların tarih sahnesinde yerlerini almasıyla birlikte kadın-erkek eşitliği köklü ve uçurumlu bir şekilde bozulmuştur. Çok-tanrılı ve tek-tanrılı dinler, kendi genel tarihleri boyunca bozulan eşitliği derinleştirmiş, bütün tek-tanrılı dinler ise eşitsizliğin kalıcılaşmasında belirleyici roller üstlenmişlerdir.

Sınıflı toplumların tarihi, aynı zamanda kadın sömürüsünün ve eşitsizliğinin tarihi halindedir.

Uygarlıkların ilk yüksek gelişme gösterdiği yerler, dünyadaki neredeyse bütün uygarlık merkezlerinin erken dönemlerinde kadın-erkek eşitliğinin görece az bozulduğu yerlerdir. Kadınların toplumsal rolleri tam olarak kısıtlanmamış durumdadır, kadınlar söz ve yetki sahibidir, hatta hükümdar bile olabilmektedir. Bu duruma örnek gösterilebilecek yerlerde (örneğin, Mezopotamya, Anadolu, Mısır, Orta Asya, Hindistan vb. yerlerde), “kadın sorunu”nun henüz patlamadığı söylenebilir. Bunun belki de tek istisnası, antik Grek ve Roma Akdeniz uygarlıklarındadır.(2) Bu uygarlıklar, köleci toplumlardır ve köleciliğin gereği olan eşitsizliği(3) hayatın geniş alanlarına da yaymışlardır. Greklerde kadın, bırakalım eşitliği, bırakalım eşitliğin az bozulmuş olmasını, aşağılanmış, haklardan mahrum edilmiş, değersizleştirilmiştir. Her zaman tâbidir, belirlenendir, istismar edilendir ve yok sayılandır. Roma’da kadın, bırakalım imparator, senatör olabilmeyi, bırakalım herhangi bir düzeyde yönetici olmayı, bırakalım herhangi bir toplumsal rol üstlenmeyi, varlık sayılmaz bir haldedir. Roma’da kadın, üst sınıflardakiler ve saraylardakiler dışında tutulacak olursa köleler durumundadır.

TEK TANRILI DİNLER VE KADIN

Musevilik erkeklik üzerine kurulmuştur. Dinsel söylem, kadının, sonradan ve “erkek”ten (erkeğin kaburga kemiğinden) ve erkek için ortaya çıkarılması yanı sıra, erkeğe tâbiyeti üzerine inşa edilmiştir. Onu takip eden İsevilik (İsa yandaşlığı hareketi) düzen karşıtı ve yönetimlere direnen devrimci bir hareket olarak kadını korumuş, kadın ve erkeği eşitlemişti. Başlarda ilk Hıristiyanlık da aynı özellikleri devralmıştı. Ancak yaygınlaşmakta olan bir din haline dönüşmesi, temel ilke ve çıkış nedenlerinden taviz vermesiyle yürüdü. Yöneticilere karşı çıkış, yöneticilere ve hükümdarlıklara itaat vaazlarıyla U dönüşü yaparken (Paulus’un Romalılara ve Efeslilere Mektupları, İncil(4)), kadının yöneticilikten ayrılmasını, eşitlikten uzaklaştırılmasını, öngörülen ileri toplumsal rolden koparılmasını getirmekteydi. Böylece her konuda eşitsizlikle Roma İmparatorluğu tarafından kabul edilir hale getirilmiştir. Yeni dinin Avrupa’ya taşınması ise, bambaşka ve yepyeni bir din olması yanı sıra, Greko-Romen köleci-eşitsizlikçiliğin kadınlarla ilgili yönünün de Hıristiyanlığa geçmesine yol açtı. Hıristiyanlık Avrupa’da, kadına dünyada en uzak ve en karşıtça bakan kültürün yörüngesine girmişti.

Bunun sonucu, Avrupa’da Hıristiyan kadının, aynı Greko-Romen dünyada olduğu gibi, insan bile sayılmayan bir statüye sokulmasıdır. Ancak bununla da kalınmamış, değersizleştirmenin de ötesine geçilmiş, kadın zararlı, kuşkulu ve tehlikeli yapılmıştır. Musevilikten gelen, kadının erkek için günah nedeni olan varlığı (cennetten kovulmaya yol açan “yasak elma” öyküsü), kendisinin doğuştan günahkarlığına evrilmiştir. Bu günahkar varlıktan her türlü kötülük gelebilir, kendisinden korkulur, vereceği zararının sınırları bilinemez, öngörülemez. Kadın baştan çıkarandır, şeytandır, cinselliğinin olması ise onun en korkulur özelliğidir. Cinsellikten vazgeçilemez oluş, onun kötülüğünün kaynaklarından biridir. Ama Avrupa Hıristiyanlığı bunun çözümünü de arar, cinselliğin baskı altına alınması ve olumsuzlanması, mahkum edilmesi gerekmektedir, cinselliğin kendisi günahkarlık olduğuna göre cinsellik de yasaklanmalıdır. Cinsellikten zevk alma, cinselliği gerekli görme, yararlı bulma günahkar ve sapkın olmaya yetmektedir. Böylece (öğrenmek, sormak, sorgulamak, yıkanmak, gülmek, eğlenmek vb.) yasaklar arasına cinsellik, kadın-erkek birleşmesi de girer. Avrupa’da dindarlar için çileciliği icad eden Hıristiyanlık, buna perhizciliği eklemiş, kitlelelere perhizci ahlakçılığı dayatmıştır. Din adamlarının ve din görevlilerinin kadınlarla ilişkisi, cinselliği, evliliği zaten yasaktır.(5)

Hıristiyanlık Avrupa’ya tek-eşliliği ve evliliğin bozulmazlığını getirmiştir ya, aile vardır, ama aile içinde de cinsellik sorundur, kısıtlanmıştır, çünkü cinsellik günahtır, yasaktır (!). Aile içinde cinsellik, yalnızca çocuk yapmak, çoğalmak ve neslini sürdürmek içindir, onun dışında insanlar cinselliklerini bastırmak, yok saymak zorundadır.

Cinselliğin yaşanması ve gerekliliği, sevişmenin haz kaynağı olması, kadın-erkek çiftleşmesinin doğallığı reddedilirken, “bâkir İsa”nın propagandasının yapılması, “Meryem ana” kültünün yaratılması ve ona sarılınması rastlantı değildir. Saygınlık, kutsallık, meziyet, örnek olma vb; bunlar, kişiliklerin cinselliklerinin olmamasını gerektirmektedir.

Katoliklik evlilik kurumuna el koymuştur, kiliselerde yapılmayan, onaylanmayan ve kayıt altına alınmayan evlilikler hem yasal değildir, hem geçersizdir, hem de suçtur. Meşru evlilik dışı cinsel ilişki “zina”dır ve zina yapan kadın öldürülür. Bu süreçte kadın aşağılık bir konuma indirgenmiştir ve kadın Avrupa’da Kiliseden ve kiliselerden kovulmuştur. Dinsel görevlerinden alınması ve dinsel sıfatlar kullanmasının önlenmesi yanında, kiliselerde konuşması da önlenmiştir, yani yalnızca kadın değil, kadın sesi de yasaktır, kadın kilisede konuşamazdı.(6)

Erkekler “aziz” olabilmektedir, ama kadınların “azize” olması yolu kapanmıştır. (En önemli neden ve gerekçe, “kadınlık-cinsellik” ilişkisindeki birbirinden ayrılmaz algılamadır. Erkek cinselliğine göz yumulabilmekte, hatta erkek cinselliği görülmemekte, kadın cinselliği ise gözlerden kaçmaz ve affedilmez olmaktadır.)

ROMA, AVRUPA, HIRİSTİYANLIK VE “DİNSEL MÜCADELE”!

Büyük Roma İmparatorluğu “Doğu” ve “Batı” olarak ikiye bölünür (395), Batı’daki parça Avrupa’dadır ve Avrupa’yla sınırlıdır. Roma’nın Avrupa parçası olan Batı Roma İmparatorluğu varlığını sürdüremez, tarih sahnesinden silinir (476). Doğu Roma, daha bin yıl yaşayacaktır (1453’e kadar ).

Batı Roma’nın yıkılmasından sonra Avrupa’dan Roma kaybolur, yüksek bir uygarlık, kültür ve teknolojik ilerilik olan Roma Avrupa için bir anlam taşımaz ve içselleşemez hale gelir. Kurumları ve yaşama tarzı sürdürülemez. Yollar ve yapılar da bozulur, alışkanlıklar da.

Avrupa’da olan Hıristiyanlık Roma sonrasında Avrupa’ya önemli ölçüde yerleşir. Zorla, baskıyla, öldürümlerle yayılmaya çalışılır. Avrupa bütün olarak Hıristiyanlaştırılmak istenmektedir, aynı zamanda bütün kıta tek-dinli, tek-inanışlı yapılarak.

Avrupa’dan silinen Roma’nın dili olan Latince de ölür. Tek yaşadığı yer Kilisedir. Hıristiyanlık, çok farklı toplumları din temelinde “birleştirirken”, ortak kurumsal dili Latince yapmaya yönelmiştir. Bundan bir kazanç umulmuştur, bu dili bilmeyen halkların, toplumların, yani “Hıristiyanların”, dinlerinin ne olduğunu anlamamaları ve öğrenememeleri amaçlanmıştır. Bin yıl kadar sonra, Reformasyon’dan sonra, bütün Avrupa dillerine çevrilmeye başlayan İncil’le Avrupalı Hıristiyanlar dinlerine ancak o zaman kavuşacaklardır!

Avrupa, kendi toplumlarının anlayış ve geleneklerinden; uygarlık, Roma kültür ve teknolojisinden; Hıristiyanlık, bir Doğu dini olmaktan; kıta, Doğu mirasından kopmuş ve uzaklaşmıştır.

Giderek gerileyen, yoksullaşan, kaynaklarını ve doğal imkanlarını, topraklarını değerlendiremeyen Avrupa karanlık bir döneme girer. Avrupa’nın Orta Çağ’ı başlamıştır.(7) Eğitim yoktur, sağlık yoktur, gelişme yoktur, bilim yoktur, fuhuş yaygındır, toplumsal hayat geridir, üretim yetersizdir, ticaret zayıftır, yaşam kalitesi düşüktür, ve bunların yanında, Avrupa Hıristiyanlığının merkezinin sömürüsü, istismarı, yobazlığı, baskısı, yasakları, yalanları, hurafeleri vardır.

Doğa olayları, Kilisenin bilim dışı fantezileriyle açıklanır. Örneğin, fırtınalar, hayalet ordularının bir yerden geçişidir. Örneğin, salgın hastalıklar Tanrının gazabıdır. Örneğin, doğaüstü güçler, dünyevi düşmanların hizmetindedir.

Hıristiyan yazınında zaten var olan şeytan, dünyevi bir yaratık olarak yararlanılmak istenen kötülük figüründen başka bir şey değildir. Şeytani varlıklara ve hayaletlere inanç duyulması sağlanmıştır.

Hıristiyan mistisizmi, peri, cin, ruh, iblis, gulyabani gibi düşsel varlıklara inanılan Hıristiyanlık öncesi pagan animizmiyle birleşmiş, ortaya, en sonunda büyük bir toplumsal histeriye yol açan dinsel patoloji çıkmıştır.

Hukuk, kutsallıkların eline verilmiştir. Bedensel tutkulara savaş açmış “Tanrı Devleti” (De Civitate Dei), Yeryüzü Devletinin (Civitas Terrana) yerini alırken, dinin öne çıkmasından çok, dinsel kurumun etkili olmasına yol açmıştı. Bunun sonucu olarak Avrupalılar Hıristiyanlaşmıyor, Hıristiyanlığın Avrupa merkezinin uydurduğu “yasalara” tâbi oluyordu. Simgesinin Papalık olduğu ruhban kesim (clericus) “kamu düzeni”ni kuruyor ve ona hakim oluyordu. Kurum, “Tanrıyı ihmal etme” pahasına kendini dayatmıştı.(8)

Bu gerileyiş ve çözümsüzlükte insanlar isyan içinde olmakla birlikte cehalet çukurunda debelenmektedir. İnançlar çeşitlenir, Hıristiyanlık “bozulur”, toplumlar geriler ve gericileşir.

Kilise cinselliği hedef alarak kişilere nefret duyguları yöneltir. Ancak bu nefret, din adamlarından ve dincilerden çok, “en ateşli taraftarlarını laik kalabalıklar arasında bulacaktır. … bu olay Latin Katolikliğinin oluşma tarihini ve hiç de rastlantısal olmayan bir biçimde, Doğu Hıristiyanlığından kopuşunu belirlemektedir”.(9)

SUÇLU KADIN (!), AMA NEDEN ”KADIN”?

Akla aykırı dinsel dayatmaların tutarsızlık ve çelişmelerinin patolojik etkisiyle açıklanabilen kâbus, bir kez yola çıkmıştır. Artık ona durmak yoktur!

Bu şartlarda, Kilise tarafından falcılık, büyücülük, sapkınlık, sorgulamak vb. “meslek”ler ve davranışlar, günahkarlıkla mücadele kapsamında ve dinsel amaçlarla öne çıkarılır. Zaten ayrımcılık vardır ama bunlarla mücadele bir “beka” sorunudur. Cadılık keşfedilir (!), şeytanla cinsel ilişkiye giren, cinlerle çiftleşen kadınların varlığı ortaya çıkar, çıkarılır (!), istediği hayvanların kılığına giren kadınlar yakalanır (!). Bunların kötülüğünün ve tehlikelerinin propagandası yapılır. Kilise hukukunun temeli olan Canon Episcopi, cadıların gece uçuşlarını, sabbatlarını, eğlence ve ayinlerini belirler, cadıcılığın ve büyücülüğün yapabilecekleri kötülükleri sıralar, bunlara karşı alınması gereken önlemler üzerinde durur. Artık kadının şeytanlaştırılması süreci yaşanmaktadır. Doğaüstü güçlere yaslanmadan ve uydurmalara dayanmadan kadınların ve kadınlığın suçlanmasının başka bir yolu yoktur, çünkü kadınların ve kadınlığın suçlanabilmesi ancak etkisi olmayan tekil olaylarda mümkün olabilmektedir ve bu genel anlamda bir işe yaramamaktadır. Gerçek dışı dışı bir dünya yaratılmadan kadınlık nasıl mahkum edilebilir ki?

Cadı olan, uçan, şeytanla cinsel ilişkiye girdiği, demonlarla işbirliği yürüttüğü ve büyücülük yaptığı için öldürülenlerin çok büyük bir yüzdesi kadındır (bu, oran şeklinde yüzde olarak birçok yerde 90’ın üzerindedir, Avrupa ortalamasının da yüzde 90’ın üzerinde olduğu sanılmaktadır). Yani bu suçlar, esasta insana değil, kadına özgü suçlardır ve yüzyıllar boyunca kadın katliamı yapılacağı ve yapıldığı ortadadır. 15. yüzyıldan beri yoğunlaşarak sürecek olan „cadı avı“nda, yalnızca o yüzyılın otuz yılında Almanya’da çoğunluğu kadın olan 25 binden fazla insan yakarak yok edilmiştir.

Hıristiyanlığın cinselliği suç, cinsel ilişkiyi günah sayan anlayışı, bu suç ve günahın nedeni olan kadınların lanetlenmesine ve insan sayılmamasına yol açtığı gibi, onlardan korkulmasını da doğuruyordu.(10)

Rousseau’nun şiddetin kaynağının eşitsizlik olduğunu belirlemesi, eşit olmayan ve sömürülen kesimlere şiddet uygulanmasını açıklamaktadır.(11) Peki ama, neden kadın?

Toplumların bir kesiminin bir başka kesime karşıt hale getirilmesi, bir yönetim yöntemidir. Birbirine en yakın nüfusta olan farklı kesimler ise, erkeklerle kadınlardır. Tek-dinli yapılmış, dinin birleştiriciliğinde birörnekleştirilmiş Avrupalılar arasındaki en belirgin, en önemli, en büyük ayrım, cinsler, cinsiyetler ayrımıdır. Üstelik bu farklı kesimler olan cinsiyetler, karşıt olduklarında birbirlerine karşı savaşmazlar, savaşamazlar, aralarında savaş olmaz, çünkü kadınlar asimetrik durumdadırlar, örgütsüzdürler, ordusuzdurlar, güçsüzdürler ve sonuçta kadınlık hiçtir. Bu yüzden erkeklerin kadınlara karşıt oluşu ve saldırısı, toplumu, düzeni, güçleri, hakimiyeti sarsmadan, zedelemeden “barış” içinde yaşanacaktır. Savunmasız kadınlar savaş çıkaramayacak, savaşamayacak, düzeni bozamayacaktır. Dolayısıyla, düzenin bozulma tehlikesi olmadığı gibi, güçlenmesi bile sözkonusudur.

Ayrıca kadınların, Kilisede yerleşmiş bulunan erkeklerin hakimiyeti düzeninde hedef ve kurban yapılmaları son derece „doğal“dır. Kaldı ki, cadılık ve büyücülükle mücadele edildiğine göre, ki bu „meslekler“ kadınların mesleğidir, elbette kadınlara bakılacak, kadınlar hedef olacaktır. Neden kadınların büyücülüğe „yatkın“ olduğunu, cadıların neden „hep kadın“ olduğunu „anlayan“ erkekler, bu keşiflerinin teorik temellerini arayıp, bulup açıklamaktan da geri kalmazlar.(12)

Kadınlara olumsuz bakış yanı sıra yapılan ayrımcılık o derece olağandır ki, onların hedef yapılması kimseyi rahatsız etmez. Zaten kadınlara verilen cezalar aynı suç için erkeklere verilen cezalardan hep daha ağırdır. Bir örnek; tek bir balık çalan kadının idam edilmesi, ölçüsüzlüğüyle hukuk literatüründeki haklı yerini hemen almıştı.

Bütün bunlarla birlikte büyücülük, ebeler ile „doğal büyü“ yaptıkları söylenen ve halk tababeti uygulayıcıları olan „bilge kadınları“ı kapsamaktaydı. Kilise ise, bu meslek gruplarını „Tanrının işine karıştıkları için“ düşman bellemiş, yaptıklarını her zaman suç saymıştı. Çünkü ebeler ve „doktor“ kadınlar, haliyle hem hasta iyileştirmekle ve hem de hep çocuk düşürmekteydi.

AKIL DIŞI BİR HİSTERİ: CADI AVI

Papalık kurumlaşmış, siyasallaşmış ve iyice güçlenmiştir. 1000 yılında büyücü ve cadı olan kadınların yargılanmaları başlar. Cezalar, orta Avrupa’da yakılma (Auto da fe), İngiltere’de (ve Kuzey Amerika’da) çoğunlukla asılma şeklinde infaz edilir. 1184 yılında sapkınlıkla mücadelede şeytan-cadı kadınlar için Engizisyon mahkemeleri kurulur. Papalığın amacı, kitleleri yıldırmaya çalışma, gücünü gösterme, otoritesini sağlamlaştırma ve merkez olmayı sürdürmektir. İşkence ile itiraf ettirmek muhakeme sürecinin içindedir ve zaman sınırı yoktur. Engizisyon mahkemeleri yanında piskoposluk mahkemeleri de her yerde (çok yüksek sayıdaki cadılar için) aynı şekilde ve aynı yöntemlerle çalışmaktadır. Papalığın Ad extirpanda adlı fermanı işkencenin büyü, şeytan, cadı, dilencilik ve sapkınlık davalarında “gerçeğe ulaşmayı” sağlayan yararlı ve gerekli bir “araç” olarak kullanılmasını önermektedir (1252).

“Eski Ahid” (“Kitabı Mukaddes”in birinci bölümü), 1123’teki Laterano Konsilinde “Yeni Ahid” olan İncil’in başı ve başlangıcı kabul edildiğinde, 1546’daki Merano’daki toplantısında Trento Konsili ise, bu belirlemelerden şüphe edilmesini yasakladığında, ilk hatırlanan ve uyulan şey, “Hiç bir büyücü kadını yaşatmayacaksın!” emriydi. Şiddet uygulaması zamanla ilerledikçe, tavsamak ve hafiflemek bir yana, daha da keskinleştiriliyor, yaygınlaşıyordu. Gaddarlaşmanın hızı kesilemiyordu.

13. yüzyıl, kafirlik ve sapkınlığın büyücülük ve cadılıkla özdeşleştirilmesinin yüzyılıdır.

Muhalefet iseler erkekler de hedef olacaktır. Karşı çıkışlar, dinsel merkeze katılmamalar, erkekleri de ezecektir. Sapkınlara karşı yürütülen Avrupa-içi Haçlı Seferlerinde(13) yüz yıl içinde bir milyon kadar Fransızın Albingser tarikatı mensubu olduğundan katledildiği sanılmaktadır. Sırada, sürekli hem başka tarikatlar (Katharlar, Bogomiller), hem ayaklananlar (köylü isyanları), hem de dini sorgulayanlar (Hussçular) vardır.

Jeanne d’Arc (1412-1431) cadı olarak suçlanır, mahkum edilir ve yakılır. Bir kahramandır, ama bir kadın kahramandır ve gereksiz ve istenmeyen bir şekilde öne çıkmıştır.

15. yüzyıl, bütün Avrupa’da yaygın bir şekilde cadı avının başlatıldığı yüzyıldır.

1450’de cadıların uzun gece uçuşlarının “gerçekliği” Kilise tarafından resmen kabul edilir!

1456’da ilk kullanıma giren Gutenberg’in matbaasında 1485 yılında basılan Cadılık Fermanı, matbaada yayınlanan ilk Papalık fermanıdır.

17. yüzyıl; rekor düzeyde yakılmalar Akdeniz şeridi dışında bütün Avrupa’da birbirini izler.

Geçmişi kan ilişkisine dayanan toplumlar, kendileri dışındakilere karşıtlıklarını ve düşmanlıklarını kötü motifler aracılığıyla her yere ve herkese yöneltebilme durumuna sokulmuşlardır. Kilisenin ve Engizisyonunun kurumsal cadı yargılamaları, “kırsal kesimlerde köylülerin işlerini kendileri halletmeleri”ne de varacaktır. ”Eğer ceza sandalyesine bağlanıp suya batırılan kuşkulu bir cadı boğulursa, belli ki suçluydu.”(14) Ama nedense bütün cadı şüphelileri hep suçlu çıkıyordu!

CADILIK VE ŞEYTANLIK KURBANLARI

„Cadı avı”, büyücülükle ve dinsel sapkınlıkla suçlanan insanların, dini kurumlarca yargılanması sonucu Papalığın da onaylamasıyla büyük kitlesel katılımlar ve törenlerle yakılmasıydı. İktidarların şiddet gösterisi, bu boyutlara yükseltilmeden yeterince etkili ve yararlı olamazdı.

Cadılık ve şeytanlık dinsel fanteziler olarak Avrupa’yı öyle sarmış ve kaplamıştır ki, resim sanatı, oymacılık, freskler, kabartmalar, taş baskılar, edebiyat, şiirler, masallar, risaleler, rüyalar konu olarak artık hep cadılar ve şeytanlarla doludur. Kilisenin işi, yıldırma yapmak ve otoritesini sağlamlaştırmak olan amaçları için bunları değerlendirmek yanında ve bunlarla uğraşmak olduğu kadar, bunları çoğaltmaya, yaymaya çalışmaktır. Böylece insan bilinci, bunlarla doldurulmuştur, insanlar güvensizlik içindedir, cadı-şeytan korkuları toplumsal nevrozlar halini almıştır.

En öndeki birinci kurban, insan aklı ve vicdanıdır.

İkinci kurban, toplumlardır. Toplumlar normal olmaktan çıkmış ve hezeyanlar içinde resmen delirmiştir, toplumsal sağlık tamamen bozulmuştur. Şiddet ve ölüm-öldürme çılgınlığı yaşanmaktadır.

Toplumsal bir kurum olarak aile, insani ilişkilerin karşılığı ve gereği olan aşk, sevgi, güven, yakınlık vb. birçok bakımdan sarsılmıştır. Yalnızca üst sınıfların ve zenginlerin, çok sayıda deneyimle kolay yürütebildikleri, doğal ve hoş cinsel yaşamları olabiliyordu. Kilisenin baskılarına, Hıristiyanlığın hurafelerine, Katolikliğin kurallarına karşı zırhları vardı.(15) Dolayısıyla toplumların az sayıdaki ayrıcalıklı kesimleri cinselliklerini yaşayabilme, kısıtlamalara uğramadan cinsellikleriyle “mutlu” olabilme imkanlarına sahipti.

Toplumların geniş kesimleri ise cendere altındaydı ve mutsuzdu.

Peki, kurban olarak insan? Bu bilgilerden sonra insanın yaşam ve dokunulmazlar hakları açısından bir döküm yapacak olursak, yalnızca 1430 ile 1780 yılları arasında Avrupa’da “Cadı Avı Çağı” olarak nitelendirilmekte olan 350 yıllık dönemin insan kaybı milyona çok yakın ya da milyondan fazladır (18. yüzyıldaki bir araştırıcı bu rakamın 9 milyonu geçtiğini belirlemiştir,(16) ancak bu rakam birçok araştırmacı ve tarihçi tarafından fazla yüksek ve abartılı bulunmaktadır).

Lewisohn adlı bir Sakson yargıcın İngiltere’de “tek başına, yirmi bin ‘büyücüyü’ ölüme mahkum etmekle övündüğü”, Amerikalı Lea’nın ünlü işkence tarihi kitabında kayıtlıdır.

Fransa’ya göre daha geç başlamakla birlikte cadı yakılmalarının en yaygın ve en yüksek oranlarda olduğu alanlardan biri (aslında birincisi) Almanya topraklarıydı. Kadın nüfusun yüzde 2’den fazlası cadı ve büyücü olarak yakılmıştı. 15. yüzyılda Papa VIII. Innocent’in gönderdiği iki papaz, yalnız tek bir Alman kentinde (nüfusu 80 binden azdı) 6 bin kadını büyücü diye yaktırmıştı. Bütün Avrupa’daki 16 en büyük cadı avının 11’i Almanya’dadır. Yalnız 150 yılda Almanya’da 200 binden fazla insanın kurban olduğu kayıtlarla bilinmektedir. Avrupa’da son cadı yakılması, 1793’te Prusya’da yapılanıydı. Bu tarihte cadı yakmak, Prusya dışında her yerde yasa dışı olmuştu.

Cadı avı ve “cadı yok edilişleri”nin önemli ölçüde kayıt altında yapılmış olan “resmi” ve “yasal” yargılama, işkence ve infazlar dışındakiler, kitlelerin uyguladıkları kıyımlar ve canililkler her türlü tahminin dışındadır.

Kurban olarak insanın yaşadığı, yalnızca korku ve alçaklık içinde olmak değil, itham edilmek, suçlanmak, yargılanmak, işkence görmek, öldürülmekti. Bunların yanı sıra insanlar aynı zamanda normal toplumsal ve cinsel bir hayat yaşayamamaktaydı. Hayatları köreltilmiş durumdaydı.

VE AVRUPA TARİHİNDEKİ SİLİNEMEZ BÜYÜK LEKE

Şimdi gelelim, Avrupa’da kadının cadı ve şeytanlarla kurulan ilişkisinin, kurmaca bağının siyasal, toplumsal, bireysel ve cinsel olarak sonuçlarına.

Orta Çağın “karanlığı”, kadın-şeytandan, cadı-kadından, cadı avından, Engizisyon vb’den ileri gelmemişti, bunlar henüz ortaya çıkmadan da “karanlık” vardı, ancak bu akıl dışı, insanlık dışı süreç, var olan karanlığı daha da koyulaştırmaktan başka bir rol oynamamıştı. Dinsel taassub, yasaklar, baskılar, öldürümler, cezalandırmalar, sağlıksızlaşma vb. her zaman vardı, ama “Cadı Avı Dönemi” bunların zirvesi, en uç noktası, en akıl almaz ve en utanılacak şekli olmuştu.

Orta Çağ fantezileri ve inanışları, insan ve toplum sağlığının ne kadar bozulduğunu göstermektedir. Bilinsin ki, gerek cadı avları, gerek “cadıların” yargılanma süreçleri ve işkenceler, gerekse cadı yakılmaları, Avrupa’da itiraz ve karşı çıkmalarla hiç bir zaman önlenebilir olmadığı gibi, Avrupa toplumları bunları benimsemiş, içselleştirmiş, hayatın bir parçası ve vazgeçilmezi haline getirmiştir. Daha ötesi, Avrupalılar inanılmaz işkenceleri, akıl almaz yöntemleri, kabul edilmez yargılama sahnelerini, cayır cayır yakılma gösterilerini eğlence durumunda izlemiştir.

Zamanın kitle kültürünün, bunlara katlanmak değil, bunlara tanıklık etmekten zevk aldığı bir durum olduğu ne yazık ki gerçektir.

Zarar gören alanlardan biri bilimdi. Dinsel hurafeler ve Roma’nın benmerkezci, insan merkezci ve dünya merkezci anlayışları doğal bilimlerin gelişmesini önlüyordu. Örneğin, tepsi gibi olan dünyanın etrafında güneş dönüyordu vb. vb. 12. yüzyıldan sonra “ilk adımlarını atan biyoloji bilimi de, ahlaki değerlerin gözden geçirilmesi konusundaki şeytani eğiliminden” vazgeçmemekle değerlendirilmekteydi.

Kadının bedensel varlığının baskı altına alınmasının, gönüllü sadakat ile korku ve kendini sakınma güdüsü gibi nedenlerden kaynaklanan ahlaki yasaklarla birleşmesi, kadınların kadınlıklarını yadsımasını da doğurmaktaydı.

Kişilik parçalanmaları o derecededir ki, karısını cadı olarak ihbar eden kocalardan, eşinin suçlu bulunması için tanıklık etme isteği duyanlara kadar sayısız örnek vardır. Sevmedikleri insanlara, komşularına, sorun yaşadığı yakınlarına kötülük yapmak, geri dönüşü olmayan zararlar vermek, hem çok kolaydır, hem de oldukça yaygınlaşmıştır. Ve bunlara kaynaklarımız içinde yeterinden fazla olarak rastlanılmaktadır. Olgular, toplumların çözülüşü ölçüsünde, kitlelerin yozlaşması şeklindedir.

Kadınlar arasında ayrımcılık, sınıfsal bir farklılık özelliği gösterir. Üst sınıflar arasında kendi karısına ya da evinde tuttuğu kadına tapmaya, onu yüceltmeye rastlanırken, alt sınıflarda eşinden ve genel anlamda kadından duyulan kaygı ve kadına gösterilen uzaklık, güvensizlik belirgindir. Aşık olunan, sevilen ve “eşsizleştirilen” kadınların sahipleri olan üst sınıf erkekler, “kendi kadınları dışında rastladıkları bütün kadınların ırzına geçmekte” bir sakınca görmemekteydi. Yani “kadın”, o seven, sevelen adam tarafından gene saldırıya açıktı ve saldırı altındaydı.

“… gerçektir ki, o koşullarda en ünlü kurbanlar en çok arzulanan kadınlar arasından çıkmıştır.”(17) Elde edilemeyen ve “direnen” güzellik ve çekicilik, kadınlar için aynı zamanda kesin olarak bela ve tehlikedir.

Bütün bu dönem boyunca Avrupa’da cinsel suçlar olağanüstü artış göstermiş, hiç bir toplum ve hiç bir kıtada hiç bir zaman yaşanmayan bir durum ortaya çıkmıştır. Ticaretin yürütüldüğü deniz yollarında bütün liman kentleri fuhuş ve genelevlerin güzergah noktalarıydı. Ancak fuhuş ve genelevler, bu “karanlık” dönemde liman kentlerinden bütün kıtaya ve her yere çok yüksek ölçülerde yayılmıştır. Buna paralel olarak bütün kıta zührevi hastalıkların(18) pençesindedir.

Yasaklar ve baskılar her iki cinsiyetin de eşcinselliğinin patlama göstermesine yol açması yanında, aile içi cinsel suçların artmasıyla, çocuk tecavüzleri ve insestin yaygınlaşmasıyla da kendini göstermiştir. Bunlara sürekli olarak, yakınlık ve akrabalık ilişkisi içinde bulunan insanların cinsellik rezaletleri eklenmiştir.

Sonuçta Avrupa’nın “Karanlık Çağı”nda Avrupalı halktan bir erkek, cinsel ilişkiyi kendi evi ve kendi karısı dışında, yani dışarıda aramak ve yaşamak durumundadır!(19) Evde ve karısıyla cinsel ilişki Avrupa’da yüzyıllar boyunca yaygın olarak yalnızca çoğalmak, çocuk yapmak amacıyla yapılmıştır. Kadınlar zaten sevilemez. Karşı cinse karşı ilgi, sahte de de olsa “sevgi” ve “aşk”, yüksek sınıflara ve şövalyelere özgüdür, onlarla sınırlı gibidir. Kadın sevgi, dostluk ve yakınlık öznesi değildir. Bunları anlamak için şu sorulardan yararlanalım.

Bir erkek eşini neden sevemez? Eşiyle cinsel ilişkiyi, bir arada yaşamanın doğallığını neden yaşayamaz, yaşamaya kalksa ne kadar sürdürebilir?

Evinizdeki eşinizin sizin gibi bir insan olmadığını düşünüyorsanız, sizi doğaüstü yaratıklarla cinsel ilişkilere girerek sürekli aldattığını “biliyorsanız”, hatta sizi her an zehirleyeceğinden, uykunuzda baltayla parçalayacağından ya da bıçaklayarak sizi öldüreceğinden korkuyorsanız, onu sevebilir misiniz? Korkulan ve nefret edilen kişiler sevilebilir mi, insan onlara sarılabilir mi?

Ya da evin içindeki eşinizi sevmektesiniz, hatta onunla sevişmektesiniz, hatta bundan hoşlanıyor ve hep böyle yaşamak istiyorsunuz, çevrenizin, toplumun, kurumların bunu garipsediğini, yadırgadığını, yargıladığını hissettiğinizde ve gördüğünüzde dış dünyaya karşı kendinizi nasıl ve ne kadar savunabileceksiniz?

Bir erkek, çekinilecek bir varlık olarak kadına içten bir duyguyla yaklaşabilir mi?

Korkulan, kendisinden kötülük gelebilecek olan kimseye ne kadar yaklaşmak istenebilir?

Ve bu nevrotik tutum, bir uygarlık oluşması sürecinde bir kıtanın özelliği olmuştur.

Bu süreçte aile ne kadar vardır, erkekler ne kadar koca, sevgili ve babadır?

***

Evet şimdi artık Orta Çağın bitişine odaklanalım; yeni bir uygarlık, yeni bir kültür, yeni bir dünya ve modernizm doğmaktadır.

Avrupa uygarlık tarihinin önemli köşetaşlarından biri olan Aydınlanma’nın kadın konusunda söylediği bir şey olmamıştır, herhalde söyleyecek bir sözü yoktur. Aydınlanma döneminde cadı avı devam etmiştir!

Bir mucize ölçüsünde değerli gördüğümüz Rönesans’ta kadınların ayak izine rastlayamıyoruz. Rönesans döneminde cadı avı devam etmiştir!

Teknolojik gelişmelerin dışında yaşayan kadının elbette teknolojiye bir katkısı olamazdı, aynı bilim dünyasında olduğu gibi. 19. yüzyıla kadar Avrupa’da bilimci bir kadın var mıydı? Yoksa bilimci olabilecek kadınlar avlanıp hep yakıldı mı?

Devrimler bile kadını benimsemekte zorluk yaşamış, kadınları Devrime katmak istememiştir. Örneğin, İngiliz Devriminde cadı avı devam etmektedir(20) ve devrim sürecinde kadınlar henüz başlarını kaldıramamışlardır. Örneğin, Büyük Fransız Devriminde cadı avı ve resmi cadı yakılması sona ermiştir, ancak Fransa’da kadınlar Devrim içinde olmakla birlikte Devrimden dışlanmaya çalışılmışlardır ve dışlanmışlardır. Devrim sonrasında oy hakkına bile sahip olmayarak erkeklerle oy hakkında eşit olamayan kadınlar, erkeklerle yalnızca giyotine gitmekte eşitlenmişti.(21) Çünkü kadınlar da Devrimin evlatlarıydı!

Demek ki, kadınların cadı oluşu, aydın, bilimci, sanatçı, devrimci olmalarına uygun değildi ve elverişli de görülmüyordu! Demek ki, cadılık ve büyücülük gibi meslekleri olan kadınların başka işleri, meslekleri, uğraşları olması gerekmiyordu ve mümkün de olmuyordu!

Ama ilginç ve önemli olan, Aydınlanma, Reform, Rönesans, Hümanizm, bilimsel devrimler çağında cadılıkla ilgili yaşanmış sorunlar, “karanlık” denilen çağlardan daha kötüydü, daha ağırdı, daha büyük felaketlerdi. Avrupa tarihçileri yukarıda saydığımız gelişmelerin güya karşıt yönde çalıştığı bir zamanda hurafelerin neden bu kadar güçlendiğini açıklayamamaktadırlar! “İtiraz kültürü”nün henüz yeterince gelişmemiş olduğunu söylemek yeterli olabilir mi?

Cadı kimliğinin 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra, hem yapılan çok sayıdaki araştırmalar, hem de bir dönemin korkunçluğunu “bayramlaştırma” (Cadı Bayramı) sayesinde tamamen değiştiğini söylemek mümkündür. Bu konuda esas itici çabanın ABD’den gelmesi oradaki feminist hareketi daha etkili kıldığı gibi, çok sayıdaki çalışmada “kadınların Yahudi soykırımına benzer bir jenosite uğradıkları sıklıkla dile getiril”diği için dönemin değerlendirilmesinin özü açığa çıkmıştır.

Neyse ki!

————————————————————————————————————————————–

1 Saint Augustine (354-430), ilk çağ Hıristiyanlığın en büyük düşünürü ve ilk ilahiyatçısı. Katolikliğin fazla benimsemediği Saint Augustine, kadını aşağılaması ve sevginin yalnızca ilahi olması gerektiğini savunması sayesinde olumlu görülmüştü. Şehvetin insanî değil şeytanî olduğu görüşüyle Avrupa Hıristiyanlığı teolojisine katkıda bulunmuştu!

2 İtalya’da ortaya çıkmış Etrüskler, Roma’nın hem öncülü, hem de zamandaşı olduğu halde Roma uygarlığıyla kölecilik ve kadın sömürüsü-eşitsizliği konularında aynı özelliği göstermemekteydi. Bunun nedeni olarak, Anadolu, Asya kökenli bir toplum olmaları ileri sürülmektedir.

3 Kölecilikte görülen bu eşitsizlik, özel bir eşitisizlik türüdür ve dalga dalga başka toplumlara yayılmış, bulaşmıştır.

4 Kutsal Kitap, Watch Tower Bible and Tract Society of Pennsylvania, New York 2008, s. 1511 (6) ve 1458 (13).

5 Bu yasağa rağmen rahipler nikahsız evlilikler yaparlardı. Bunun yanı sıra din görevlileri arasında eşcinsel ilişkiler yaygın olduğu gibi, rahipler, kiliselerin genelevlerinden para ödemeden yararlanırlardı.

6 Kilise yasağı, kadın sesinin dinsel kilise müziğinden de uzaklaştırılmasına yol açmıştı. Bu “eksiklik”, önceleri çocuklarla, sonraları kastratolarla (ergenlik çağından önce hadım edilen çocuklarla) giderilmiştir.

7 Avrupa’nın Orta Çağının “Karanlık Çağ” olarak nitelendirilmesi Avrupalılara aittir.

8 J. Michelet, Rönesans, MEB, İstanbul 1996, s. 39.

9 Marc Bloch, Feodal Toplum, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2005, s. 159.

10 Geniş bilgi için bkz. Roberts, s. 54-60.

Ayrıca kadınlar konusunda Orta Çağda Avrupa’nın ve Doğu’nun farklı hatta birbirine zıt anlayış, davranış ve gelenekleri ile ilgili olarak bkz. Alp Hamuroğlu, „Avrupa’nın Batısındaki Doğu: Endülüs” ve “İtalyan İslamı: Sicilya”, Hıristiyanlık, İslamlık ve Avrupa / Doğu’dan Batı’ya Uygarlık Kapıları (Endülüs, Sicilya, Haçlı Seferleri), Bilim ve Gelecek Kitaplığı, İstanbul 2016 içinde, s. 178-182 ve s. 235-236.

11 Jean-Jacques Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, Anadolu Yayınları, Ankara 1968.

12 Örneğin, Engizisyoncu Alman Papaz Jacob Sprenger (1435-1495), üşenmeden yazdığı ünlü ve kalın kitabında, şeytanın kadınlarla anlaşmasının nedenlerini yirmi maddeyle (bazı kaynaklara göre otuzdan fazla maddeyle) anlaşılır kılmıştı! Bkz. H.-J. Wolf, s. 132-133; J. Michelet, s. 90-91; Andre Morali-Daninos, Cinsel İlişkiler Tarihi, İletişim yayınları, İstanbul 1991, s. 38.

Papa VIII. Innocentus’tan Almanya’da cadıların kökünü kazımak için özel izin (Summis Desiderantes adlı fermanı) alan Dominiken rahip Heinrich Kraemer (1430-1505), Sprenger’le birlikte 1484 yılında Malleus Maleficarum adlı kitabı yayınladı. Böylece cadılara en büyük darbeyi vurmuşlardı! Bkz. Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti, Metis Yayınları, İstanbul 2003, s. 218-19. “Yazarlara göre, cadılara inanmak, bir inanç sorunudur; inanmamak, başlı başına bir dinsel sapkınlık anlamına gelir. Ayrıca, cadıların kadın olduğu (olması gerektiği) apaçıktır. … kadınlar ‘hem bedenen, hem de zihnen daha zayıf oldukları için’ kolayca Şeytan’a yenik düşerler.”

13 Önceleri Hıristiyanlaştırma amacıyla başlayan Avrupa-içi Haçlı Seferleri, sonraları sapkınlığa karşı Hıristiyanlığı ve onun bütünlüğünü (ve merkeziyetçiliğini) korumak amacıyla yürütülmüştür. Bu seferler, Doğu’ya yönelik olarak yapılan esas Haçlı Seferlerinden öncedir, başkadır ve farklıdır. (Haçlı Seferleri konusunda bilgi için yukarıda adı geçen esere bkz. Hamuroğlu, s. 245-353)

14 Norman Davies, Avrupa Tarihi / Doğu’dan Batı’ya Buz Çağı’ndan Soğuk Savaş’a Urallar‘dan Cebelitarık’a Avrupa’nın Panaroması, İmge Kitabevi, Ankara 2006, s. 612.

15 Belediye başkanı ve hatta dinadamı olmak gibi ayrıcalıklı ve dokunulmaz durumda olan bazı yetkili ve etkili insanların ayağı kaydırıldığı zaman başlarına her şey gelebilirdi. Şeytanla ilişki kurmakla suçlanan böylelerinin yargılandığı ve yakıldığı olmuştu.

16 Quedlinburglu Alman Hukukçu Gottfried Christian Voigt’in (1740-1791) belirlediği rakam 9.442.944’tür.

17 Morali-Daninos, s. 38.

18 Cinsel nedenli bulaşıcı hastalıkların bu adla anılması, Grek mitolojisinde aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit, Roma’da Venüs’ten gelmedir. “Zühre”, Afrodit ve Venüs’ün Arapçasıdır.

19 Ancak evlilik dışı cinsel ilişki de suçtur. Resmi eşlerin cinselliklerinin kısıtlanmasıyla eş dışı cinsel ilişkiler yasağı arasındaki tutarsızlığı gideren ilke, cinselliğin günah oluşudur!

20 Ancak böyle olmakla birlikte C. Hill, “!780’e gelinceye kadar İngiliz toplumu çok açık bir şekilde modernleşmişti; cadılar ve inançsızlar artık yakılmıyor, ‘günah’ artık cezalandırılmıyordu” diye yazmıştır. Çünkü, “sanayileşme ve bilim çağı”, “cadılara inancın kaybolduğu bir çağ”dı. “Büyücülüğe karşı çıkarılmış olan yasa 1736’da yürürlükten kaldırıl”mıştı. “Demokrasinin yükselişiyle cehennemin gerileyişi aynı zamana denk düş”mekteydi. Bkz. Christopher Hill, İngiliz Devrimler Çağı / Demokratik Devrimden Sanayi Devrimi’ne (1530-1780), Kaynak Yayınları, İstanbul 2015, s. 33, 64, 147, 246.

21 Bu konuda bilgi için Bilim ve Ütopya dergisinin Nisan 2016 tarihli 262. sayısındaki yazımıza bkz. “Büyük Fransız Devrimi ve Kadınlar” (s. 43-51).

KAYNAKLAR

Haydar Akın, Ortaçağ Avrupası’nda Cadılar ve Cadı Avı, Dost Kitabevi, Ankara 2001.

Robert Muchembled, İşkenceler Zamanı – Mutlak Krallar Devrinde İtaat (XV-XVIII. Yüzyıllar), tümzamanlaryayıncılık, İstanbul 1998.

Hubertus Mynarek, Die Neue Inquisition / Sektenjagd in Deutschland, Verlag Das Weisse Pferd, Marktheidenfeld 1999.

Daniela Müller, Frauen vor der Inquisition – Lebensform, Glaubenszeugnis und Aburteilung der deutschen und französischen Katharerinnen, Verlag Philipp von Zabern – Mainz, Mainz am Rhein 1996).

Guy Testas & Jean Testas, Orta Çağ Hıristiyan Dünyasında Dinsel Şiddet / Engizisyon, İnsan Yayınları, İstanbul 2003.

Hans-Jürgen Wolf, Hexenwahn – Hexen in Geschichte und Gegenwart, Gondrom Verlag, Bindlach 1994.

Bunları da sevebilirsiniz