Direnmek ya da Direnmemek

Yakın zamanda Venezuela’da yaşananlar, coğrafyamıza aslında hiç de yabancı olmayan emperyalist müdahale gerçeğini, başka bir gerçeklik zemininde yeniden gözden geçirmemize neden oldu. Tarih bize, emperyalist müdahale yöntemlerinin, çağın gereklerine ve müdahale edilecek ülkenin niteliklerine göre yeniden kurgulandığını ancak özünün korunduğunu gösteriyor. Yani emperyalizm karşıtlarının, tarihten öğrenmemeleri, emperyalistlerin ekmeğine yağ sürüyor. Bu yazı, bir “emperyalizm karşıtı mücadele nasıl olmaz?” yazısıdır. Yazıdan çıkacak biricik sonuç, günümüzde emperyalist müdahalelere “direnen” devletlerin, emperyalizm karşıtı mücadele sürdürmekten hayli uzak olduklarıdır.

Emperyalist müdahalenin abecesi

Kuşkusuz emperyalist müdahalenin akla gelen en köklü yöntemi doğrudan askeri müdahaledir. Ancak askeri müdahaleler, emperyalist devletler için giderek daha maliyetli duruma geldi. Ekonomik külfetinin fazla olmasının yanı sıra, yaratılan insanlık dramlarının iletişim teknolojilerindeki gelişmenin etkisiyle çok görünür olması, doğrudan askeri müdahalelerin kamuoyu desteğinin az olması ve siyasal külfetinin de fazla olmasını beraberinde getirdi. Ayrıca, küresel ekonominin iç içe geçmişliği ve insanların sınır aşan hareketliliğinin engellenememesi gibi sorunlar, müdahale eden ülkelerin, müdahalenin olumsuz etkilerini dolaylı yollardan da deneyimlemelerine neden oluyor. Suriye Savaşı, Irak İşgalinden daha farklı şekilde sürdürülmüş olsa bile, Avrupa’nın, emperyalist müdahalenin olumsuz etkilerinden muaf kalamaması bunun en açık örneğidir. Özellikle 21. yüzyılda, doğrudan askeri müdahalelerin yerini, aslında yine “doğrudan” olan ama dolaylı ve “insani” görünen, barış operasyonları, insani müdahaleler, koruma sorumlulukları aldı. Bu türden “insani” müdahalelerin kamuoyu desteği alması daha olası olsa da, deneyimler, bu müdahalelerin meşruiyetlerin yaygın biçimde sorgulanması için yeterli malzemeyi sundu.

En temel emperyalist müdahale biçimlerinden bir diğeri, çeşitli ekonomik müdahaleler. Neoliberal dönemde ülke ekonomilerinin “ulusal” niteliğinin bozulması o denli “küreselleşti” ki, neoliberalleşme baskılarının emperyalist müdahale oluşu giderek daha az görünür duruma geldi. Bir devletin, emperyalist aktörlerin çıkarlarına hizmet edecek liberallikte ticaret yapabiliyor olması; ticaretin küresel rezerv para birimleri üzerinden sürdürülmesini garanti etmesi; katma değeri düşük ürünleri bile ucuza üretecek kabiliyeti olmadığından en temel ihtiyaç maddelerini bile ticaretle temin etmesi; ulus-aşırı şirketlerin çıkarlarına hizmet edecek yatırım koşullarını sağlaması; karşılaşılan her ekonomik krizde uluslararası finans kurumlarının kapısında sabahlaması; tüm ulusal bankaları dev bankalara ve sigorta şirketlerine peşkeş çekmesi; madenlerini, telekomünikasyon alt yapılarını, limanlarını, demiryollarını özelleştirmesi çağın en temel “gereklilikleri” oldu. Bu, kuşkusuz emperyalist müdahalenin en yaygın biçimi. Bu uygulamalara çeşitli nedenlerle direnen ya da direnmek umurunda olmasa bile bir biçimde “terbiye” edilmesi gereken devletlerin ekonomik spekülasyonlara, “faiz lobisine”, döviz kıtlıklarına, işsizliğe, karaborsaya, vb. maruz kalması ise en beklendik akıbet.

Emperyalist müdahalenin olmazsa olmaz diğer yöntemi, iç siyasal gerilimlerin kaşınması ve ülkenin istikrarsızlaştırılması. Emperyalistlerin, en fazla “özgün” çalışma sürdürmeleri gereken konulardan birisi de bu. Çünkü her ülkenin iç siyasal fayları belirli ölçülerde kendine özgü. O faylardan hangisine oynanacağı, istikrarsızlığın hangi zeminde çıkarılacağı emperyalistlerin “çabaları” sonucu belli oluyor. Kimi zaman Türkiye’deki Kürt meselesi ya da İslamcılık kaşınıyor, kimi zaman İran’daki gibi rejim karşıtlığı, Suriye’deki gibi İslamcılık, Ukrayna’daki gibi faşizm… Bu nedenle, emperyalistler, bizim yurtlarımızı bizden daha iyi tanıyor, tarihimizi bizden daha iyi biliyor. Mevcut fayları derinleşmeyi, basit bir sorunu kangrenleştirmeyi, çözümsüzlükleri tekrar tekrar yaratıp durmayı gözleri kapalı yapabiliyorlar. Yeri geliyor siyasi aktörler kim vurduya gidiyor, kimi zaman aydınları katlediyorlar, biliminsanı dolu uçaklar bir yerlere düşüveriyor, mühendisler evlerinde ölü bulunuyor…

Düşünsel ve kültürel müdahale ise, emperyalist müdahalenin en sinsi yüzü. Bir ülkenin eğitimli ve kültürlü potansiyelinin, evrensel addedilen hegemonik düşün ve kültür ögelerine sadakatinin sağlanması adeta bir ülkenin geleceğinin ipotek altına alınması demek. İşin ilginci, bu uğurda emperyalistlerin lehine çalışan bilinçli bilinçsiz bir gönüllü ordusu ya da profesyonel kadro olması. Belirli projelerin fonlanması; mümkünse o devletin yukarıda sıralanan fay hatlarını iyice belirginleştirecek düşünsel ve kültürel ögelerin pompalanması; ülkelerinde bilim yapma olanağı bulamayan biliminsanlarının, gazetecilik yapamayan gazetecilerin, hitap edecek entelektüel kitle bulamayan sanatçıların devşirilmesi; iyi üniversitelerin emperyalist devletlerin tedrisatından geçmiş, mümkünse onların düşün dünyasıyla hemhal olmuş akademisyenlerle doldurulması; o üniversitelere en yüksek puanlı öğrencilerin çekilmesi; yayınevleriyle, sivil toplum kuruluşlarıyla, vakıflarıyla tam kadro çalışılması sinsi ve sinsi olduğu kadar tehlikeli bir gelecek ipoteği.

Elbette daha pek çok emperyalist müdahale yöntemi var. Fakat emperyalizmin, askeri, ekonomik, siyasal ve düşünsel-kültürel bu dört veçhesinin, emperyalist müdahalenin özünü oluşturduğu da bir gerçek. Her ülkenin kendine özgü deneyimleri, kendine özgü direnme yöntemlerini de beraberinde getirecek olsa da emperyalizm karşıtı mücadelenin bu dört veçheyle hakkıyla mücadeleyi gerektirdiği de ortada. Gelgelelim, emperyalizme “direnen” devletlerin böyle bir mücadelenin yakınından geçmediği görülüyor. Neden mi?

Emperyalizm karşıtı mücadele nasıl olmaz?

Burada kuramsal bir tartışmaya girip, emperyalizm karşıtlığının, kapitalizm ve sömürü karşıtlığı ile eşgüdümlü gitmesi gerektiği tartışmasına girmeyeceğim. Ya da bu devletlerdeki iktidarların niyetlerini sorgulamaya girişmeyeceğim. Daha ziyade bu devletlerin emperyalist müdahalelerin somut zeminine karşı mücadele etmediklerini iddia edeceğim.

Emperyalist müdahalelere direnen devletlerde, ekonomiyi, siyasal rant aracı olarak kullanmak; popülist ekonomi politikaları ile kendi kitlelerini konsolide etmeye çalışmak; yandaşlarına ülkelerinin kaynaklarını peşkeş çekmek; kapsamlı ekonomik çözümlere yönelmemek; üretim ekonomisine geçmeye direnmek; eğer petrol, doğal gaz ihracatçısıysa tüm ekonomiyi enerji gelirlerine odaklamak neredeyse ortak özellik. Çin’i ve Küba’yı bu genellemenin dışında tutabileceksek de Çin’de ve Küba’da da başka ekonomik yaklaşım sorunları olduğu yadsınamaz. Bu sözleri, bu denli ağır ekonomik yaptırımların altında kapsamlı ekonomik çözümler geliştirmenin, üreten ve kendine yeten bir ekonomi yaratmanın kolay olduğunu düşünerek sarf etmiyorum. Ancak bu devletleri yöneten aktörlerin ciddi bir yaklaşım sorunu olduğunu ve görece az kaynakla kat edilebilecek yollara, tartışmayacağım bir nedenle yönelmediklerini, halkın üretim süreçlerini, potansiyelini desteklemediklerini, halklarını üretmekten çok asalaklığa yönelttiklerini söylüyorum.

Yukarıda anlattıklarım, aslında bizi emperyalizm karşıtı devletlerin diğer bir sorununu anlamaya yöneltiyor. Yine Küba istisnasıyla, bu devletlerde, temel bir rıza üretim sorunu olduğu çok açık. Mevcut iktidar odaklarından nemalanan ve onları destekleyen halk kesimlerinin dışında, bu yönetimlerin ciddi bir meşruiyet sorunu bulunuyor. Yönetim zihniyetleri, politikalarına rıza üretmeye çabalamaktan çok uzak. Daha ziyade çatışmadan nemalanmak; kutuplaşmadan beslenmek; muhalifleri her şekilde baskılamak; özgür düşünceye ket vurmak; her sorunu bir güvenlik sorununa indirgeyerek kendi iktidarlarını pekiştirmek çabasındalar. Kaldı ki, çatışmadan ve kutuplaşmadan beslenen bu siyasal aktörlerin, toplumu bölmek ve fay hatlarını keskinleştirmek bakımından emperyalist aktörlerden farklılaştıkları söylenemez. Oligarşik ya da rantiyeci ekonomik modellerini de, topluma bu yaklaşımlarından bağımsız düşünmek olanaksız.

Toplumsal uzlaşma zeminleri inşa etmeyen, ilerici toplumsal gruplara sırtlarını dönmüş durumda olan, özgür düşünen halk kitlelerini değil, bağnazlığı destekleyen bu yönetimlerin, emperyalizm karşısında başarısızlığa uğraması kaçınılmaz. Mustafa Kemal’in ya da Lenin’in emperyalizm karşıtı mücadelelerinin başarısı, toplumun ilerici kesimleri arasında bir uzlaşı oluşturmakta başarılı olmalarından ne kadar bağımsız düşünülebilir? Günümüzde emperyalist müdahalelere direnen devletlerde ise bu türden bir uzlaşı arayışının bile mevcut olmadığı görülüyor. Buna ek olarak, bu devletlerde kurumsallaşmanın olmaması, kurumların siyasal iktidarın çıkarları doğrultusunda eğilip bükülmesi; şeffaflığın, hesap verebilirliğin olmaması; keyfiliğin egemenliği, yargının güvenilmezliği çok ciddi problemler. Bu durum, bu devletleri, emperyalist müdahalelere daha açık duruma getirmekle birlikte, bu iktidarların egemenliğini de geriliğe ve karanlığa bağımlı hale getiriyor.

Düşünsel ve kültürel zaafları ise, emperyalizme direnen devletlerin neden yakın vadede ekonomik ve siyasal sorunlarını da çözemeyeceklerini gösteriyor. Özgür düşünen ve üreten zihinler sürekli baskılandıkça ve iktidarlarının en yakın tehdidi olarak görüldükçe, emperyalizme gerçekten direnmek için ve ekonomik ve siyasal sorunların çözümleri için özgür tartışma ortamı asla kurulamaz. Emperyalist müdahalelere direnen devletlerin çoğu, gerçeğe savaş açmış durumda. Çünkü dayandıklarının, karanlık olduğunu biliyorlar. Aydınlığa dayananlar, gerçeğin ortaya çıkmasından asla korkmaz değil mi? Ama onlar korkuyor. O yüzden zindanları gazeteci, yazar, sanatçı dolu.

Tüm bu yazdıklarımdan, emperyalizme teslim olmamayı değerli bulmadığım anlaşılmasın. Ancak, emperyalizme böyle direnilmez. Emperyalizme direnmek, aydınlığa yaslanarak, üreterek, güçlü olarak, rıza sağlayarak, toplumu birleştirerek, insan potansiyeline düşman olmayarak, emperyalizme karşı ortak bir payda oluşturarak olur.

Bunları da sevebilirsiniz