Öylesine Bir Gündü

Bu çok sık yinelediğimiz bir cümledir. Bir başkasından duyduğumuzda da yadırgamayız. Nedense her iki taraf da-aslında çok bir şey içermeyen-bu cümleden tam tamına aynı şeyleri algılamış gibi birbirini onaylar. Benzer cümleler de yaygındır; öylesine bir haftaydı, öylesine bir hafta sonuydu, öylesine bir insandı vb. “Öylesine” sözcüğü bunu kullanan kişi açısından sıradanlığı veya o güne, haftaya veya kişiye ilişkin gizli bir beklentinin, umudun karşılanmamış olmasını tanımlar. Kişinin yaşamında bu türden sıradanlıklar sonunda bir döngü haline de gelebilir. Bu döngünün en kolay gözlemlendiği insanları bürokratlar ve ücretli çalışanlar oluşturmaktadır. Cuma akşamı geldiğinde öylesine bir haftanın geride bırakıldığı fark edilir ve en azından hafta sonunu kurtarmak için planlar yapılmaya başlanır. Ancak, hafta sonu biriken ve ertelenen işleri tamamlamaya harcandığından o da öylesine geçmekten kurtarılamaz çoğunlukla. Sonra Pazartesi gelir; her çalışan bugüne bir kâbus gözüyle bakmasına karşın yine de herkesin içinde o haftanın artık öylesine geçmeyeceği konusunda itiraf bile edilemeyen bir umut vardır. Genel olarak o haftayı öylesine olmaktan kurtaran tek olgu ise yöneticimize tahammül edebilmemizi sağlayacak yeni bir yöntem keşfetmekten öteye gidemez. Sonra? Sonra öylesine günler ve haftalar öylesine yıllara dönüşerek avucumuzdan kayar gider.

Öylesine sözcüğü basit bir sıradanlık içermez. Sözcüğün içinde çok yoğun bir şekilde bezginlik de bulunmaktadır. Bezginliğin kaynağı ise çoğu kez kötülüğün sıradanlaşması ve bu sıradanlaşamaya karşı çözüm üretilememesidir. Bu çözümsüzlük duyarlı her insanın umutlarını tüketir, olumlu beklentilerini anlamsızlaştırır ve yaşam karşısında hareketsiz kalmasına neden olan bir kayıtsızlığa yol açar ki bezginlik dediğimiz olgunun tanımı da aşağı yukarı böyledir. Kötülüğün sıradanlaşması, tanım gereği, toplumsal bir olgudur. Dolayısıyla, kötülüğün sıradanlaşmasına bağlı olan bezginlik de toplumsal bir olgudur. Kötülüğün sıradanlaşması kavramını Hannah Arendt’a borçluyuz. Arendt, Nazi dönemi Almanya’sına ilişkin deneyimleri ve Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann’ın duruşmasındaki gözlemlerine dayanarak (Eichmann in Jerusalem) kötülüğün sıradan insanlar açısından ne denli kabul edilebilir ve umursanmaz olduğuna dikkat çekmişti. Örneğin bir toplama kampı subayı, sanki sular idaresindeki işine gidiyormuş gibi, akşama dek binlerce insanı öldürdükten sonra iç huzuruyla evine dönüp çocuklarıyla oynayabiliyordu. İç huzuruyla dönüyordu çünkü o günkü işini başarıyla yerine getirmişti. Çünkü yaptığı şey “onun işiydi” Çünkü işin ne olduğunun bir önemi yoktu; önemli olan o işi çok iyi yapmaktı.

Bezginlik ve umutsuzluğun toplumsal olgular olduğu kabul edildiğinde bunların nedenlerinin de toplumsal dinamiklerde aranması gerekmektedir. Filozof ve toplum bilimciler zaten uzun süredir bu konu üzerinde çalışmakta. Buna karşın hâlâ bu konuda üzerinde anlaşılmış kuramlar bulunmamaktadır. Bu uzlaşmazlığın en önemli kaynağı ise söz konusu toplumsal sorunun sürekli kimlik ve neden değiştirmesidir. Konu yalnız bilim adamlarının kapsama alanına da girmemektedir. En az bu insanlar kadar duyarlı ve meraklı olan edebiyatçıların da aynı sorunla ilgilendiğini biliyoruz. Bu edebiyatçıların başında gelen Şair’in (The Bard of Avon-William Shakespeare) Saadet ve Bülent Bozkurt’un çevirisi ile 66. sonesine kulak verelim:

Bezdim artık her şeyden, ölümü bekliyorum rahatlamak için;

Her türlü varlığı hak etmiş kişinin yokluk içinde kıvranmasından,

Erdemden yana nasibi olmayana allı pullu giysiler düşmesinden,

En içten inanmış kişiye arsızca leke sürülmesinden,

Hayasızca yerinden edilmesinden pırıl pırıl namuslu kişinin,

Tertemiz genç kızın hoyratça kötü yola itilmesinden,

Gerçek yetkinliğin haksızca çarpıtılmasından,

Aksayan yöneticilerin yönetimi güçten düşürmesinden,

Sanatın dilinin bağlanmasından yetkili kişilerce,

Bilgiçlik taslayan beceriksizliğin hünere yeğ tutulmasından,

Kıskıvrak yakalanmış iyiliğin kötülüğe kul olmasından bıktım.

Bezdim işte bunlardan ve hepsinden ayrılıp gitmek isterdim,

Ölmek, sevdiğimi bir başına bırakmak olmasaydı eğer.

Hatırlatalım; bu sone yaklaşık 400 yıl önceki İngiltere’de yazıldı. Bunun yerine okuyucuya 400 yıl önce değil daha dün Ankara’da yazılmış deseydim buna kim itiraz edebilirdi? İtirazlar kente yönelebilirdi olsa olsa. “Hayır, Bursa’da yazılmıştır, Mardin’de yazılmıştır, Afyon’da yazılmıştır” türünden. Ancak, dün ve bu ülkede yazıldığına itiraz etmek hiç kimsenin aklına gelmezdi büyük olasılıkla. Şair yalnız bizim değil “diğerlerinin” aklına takılan soruların da yanıtlarını veriyor 66. sonede. Düşününüz ki bir ülkenin en önemli kurumlarının başında o kurumlarda evrak memuru bile olamayacak kıratta insanlar var. Bu kurumlardaki nitelikli bürokrat ve akademisyenlerin böyle bir durumda bezginliğe kapılmaması mümkün mü? Ya bu kurumlardaki namuslu kişilerin “hayasızca yerlerinden edilmelerine” ne demeli? Veya erdemden yana nasibi olmayanların bu kurumlarda allı pullu giysilerle ortalıkta dolaşmalarına?

Şu mahut diğerlerinin sorularına gelelim… İlk soru “Niçin sanat ve kültür alanında başarı sağlayamadık?” Yetkili kişilerce sanatın dilinin bağlandığı bir ülkede bu soru da neyin nesi oluyor diye sorası geliyor insanın! Bir de şu soru ya da şikâyete bakalım: “Bu ülkede niçin dünya çapında üniversite yok?” Evet, niçin yok gerçekten? Şeytani zekâları ile sınav sorularını çalarak profesör vs. olan insanlarımız var da niçin dünya çapında üniversitelerimiz yok! Doktora tezine Francisco Ferrer ile başlayıp Führer ile bitiren akademisyenlerimiz ve “Ya, bu işte bir tuhaflık yok mu?” diye sormayan jüri üyelerimiz varken niçin yok dünya çapında üniversitelerimiz! Hatta bir de cinlerin şizofreni üzerindeki etkisi üzerine makale yazan başka bir profesörümüz daha vardı. Yani, onun gayretleri de mi yetmedi başarılı üniversitelerimiz olmasına! Evet, tekrar asıl soruya dönelim; nasıl oluyor da bu ülkede böyle sorular sorulabiliyor? Yanıt basit ve o ölçüde de dramatik; iyiliğin kötülerce kıskıvrak bağlandığı bir ülkenin sadece bir günü bile aydın ve namuslu insanlar açısından adeta bir kâbus, hatta insan aklına bir hakaret iken, diğerleri için öylesine bir gün olmaktan öteye gidemiyor. Onların öylesine bir gününde de ortaya ancak böylesine sorular çıkabiliyor.

Ortalıkta böyle bir tablo varken bu ülkenin duyarlı ve düşünen aydınlarından bir şeyler beklemek de büyük bir haksızlık ne yazık ki. Hiç kimseden güvenlik güçlerinin sudan nedenlerle kapısına dayanmasına tahammül etmesini talep edemeyiz. Bu nedenle içinde bulunduğumuz (yaşadığımız demeye dilim varmıyor) ülkeden artık sanatçı, bilim adamı veya aydın çıkmasını beklemek de boşunadır. Dikkatli okuyucunun tespitlerim ve ulaştığım sonuçlar arasındaki çelişkinin farkına varacağına eminim. Bu okuyucu haklı olarak şu soruyu soracaktır: “İçinde bulunduğumuz durum 400 yıl önceki İngiltere ile neredeyse aynı ise ve o toplumda Shakespeare, Bacon, Raleigh ve Ben Johnson gibi aydınlar yaşadıysa niçin benzerleri bizde de ortaya çıkmasın?” Bu haklı bir sorudur ancak koşullar bir farkla aynı değildir. Shakespeare doğduğunda İngiltere’de, Magna Carta’dan beri, neredeyse 350 yıldır hukukun üstünlüğü hüküm sürmekteydi. Habeas Corpus deyimiyle ifade edilen bu kavrama göre tutuklanan her yurttaş en kısa zamanda bir yargıç karşısına çıkarılarak benzerlerinden oluşan bir jüride yargılanma hakkına sahipti. Yani bir gizli tanık ortaya çıkarak “Ben Will’i geçen akşam meyhanede teröristlerle şarap içerken gördüm” dediğinde, iddia somut olarak kanıtlanmadığı sürece, mahkeme açısından bu tanıklık pek bir şey ifade etmiyordu. Veya savcılar da “Bu herifi içeri atalım, nasıl olsa bir-iki yıl içinde suçlayacak bir şeyler buluruz” diyemiyorlardı. Böyle bir hukuk sisteminde Shakespeare’in “Şu İngiltere Krallığında çürümüş bir şeyler var” cümlesindeki İngiltere sözcüğünü Danimarka ile değiştirmesi hayatta kalmasına yetiyordu. Hukukun -üstünlüğünün bile değil, yalın hukukun-yeşeremediği bir coğrafyada biz bu kadar ucuza kurtulabilir miydik?

Bunları da sevebilirsiniz