Pek çoğumuz cehaletle burnu büyüklük arasında sıkışıp kaldığımızın farkındadır. Hatta çoğu zaman bu ikisi aynı kişide buluşuverir. İşte o zaman cehaletle burnu büyüklük arasındaki ilişki ete kemiğe bürünmüş olur: Cahil olduğunun farkında olmayanın cehaleti… Cehaletin en korkulası versiyonu. Kendi durumunun farkında olmayanın bu hazin durumu, bu kişinin etrafındakilere bir azaptır adeta. Etrafındakiler bu durumu bilse, öfkeden; bilmese kendilerine bulaşan cehaletten deliye dönebilirler.
Kendi adıma çok şanslıyım. Birbirleriyle asla uyuşmayan pek çok farklı kişiden bunun dersini aldım. Bunlardan son üçünü anmakla yetineceğim şimdilik. Bir süre önce Maltepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde çalışıyordum. Burada, Betül Çotuksöken, İoanna Kuçuradi, Sevgi İyi, Zekiye Kutlusoy, Güncel Önkal, Ahu Tunçel ve Dilek Arlı Çil ile birlikte çalışma şansını elde ettim. Etraflarını saran cehalete biraz tebessümle ama muhakkak ciddiyetle eğilen bu insanların kibirle savaştıkları açıktı. Karanlığa, kibire, insanın gelişimini ıskata uğratan her tür etmene karşı inatla felsefenin Türkiye’deki, Türkçe sesi olmaya çalışıyorlardı. Bunu yaparken, mevcut düzenin bileylediği kibirleriyle de savaşıyorlardı adeta. Onlarlayken hoca ve öğrenci, bilgi ile özne, öğrenme ile öğretim, değişim ile değiştirme arasındaki ayrımlar silikleşiyor ve tüm bunlar iç içe geçiyordu. Bende izlerini bıraktılar.
Şansım burada da bitmedi. Bir süre sonra çalışmaya başladığım ODTÜ Felsefe Bölümü’nde ayrı bir kadroyla karşılaştım: Teo Grünberg, David Grünberg, Ahmet İnam, Erdinç Sayan, Aziz Zambak, Hilmi Demir, Ahmet Çevik, Yasin Ceylan, Halil Turan, Ayhan Sol, Barış Parkan, Elif Çırakman, Murat Baç, Samet Bağçe, Selma Aydın Bayram hocalarım ve başta Oğuz Akçelik, Serdal Tümkaya, Övünç Özbey, Mert Kireççi, Berk Yaylım olmak üzere tüm asistan dostlarım. Her biri alanında yetkin bu insanlar, en yetkin oldukları konularda dahi ahkam kesenler karşısında bir öğrenciye dönüşüveriyor birdenbire. ODTÜ’lülerin hepsinin birden daha en başta sahip olduğu ama hayat boyu buna layık olmaya çalıştıkları “hoca” unvanının arkasına saklanmaksızın, bir öğrenci edasıyla aktarıyorlar size bildiklerini. Oysa böyle bir yönetmelik, böyle bir kanun, yasak vb. bir şey yok. Onları buna zorlayan tek bir emir dahi yok. Üstelik onlar da gökten inmedi bu topraklara.
Uzun zamandır düşünüyorum bu iki grup insanda ortak olan ne var diye. Felsefe mi acaba? Bundan da emin değilim. En azından sözcüğün genel anlamıyla felsefe değil ortak olan şey. Aksi takdirde, aynı tavrı ve tutumu felsefenin adının geçtiği her kurumda görebilirdim. Ne var ki, iki kurumda da ortak olan bu tavır yine de felsefeyle ilgili. Felsefenin çoğu zaman beylik karşılanan ama gerçekten de ona gerçek anlamını veren o özlü tanımlamada gizli her şey: Philo-Sophos yani bilgelik sevgisi.
Konu, yabancı dil, yarar sağlayan teknik bir konu veya kişide özel bir ilgi uyandıran bir konu olunca öğrenmek, bilmek elbette güzel, sevilesi bir şey. Ne var ki, konu insanın kendisi, hatta insanın en karanlık yanları olunca bilmek gayet de sancılı bir süreç. Delphi’deki tapınağında alınlığında yazan o sözü unutmayalım: Gnothi Seauton, Türkçesi, “Kendini Bil!”. Emirlerin en yücesi ve en zorlusu bu olmalı. Bitmeyen bir bilme süreci… Üstelik bilgi konusu sürekli de değişiyor, özellikle de onu bilmeye çalıştıkça, kendisini bilmeye çalışan kişinin kendisi de değişiyor bu süreçte. Kendisini parça pinçik eden bir süreçte, egosuyla savaşmayı göze alan kişi, birden kendisine dayatılan “kişilik”in sınırlarını zorlamaya başlar. Böylelikle o kişinin sınırları genişler. Öylesine ki ustanın dediği gibi “her şafak vakti…kalbi Yunanistan’da kurşuna dizilir”. Yüzünü bile görmediği insanların acısına ortak olur. İnsanlığın ilerlemesinin üstünden geçtiği tek tek tüm bireylerin acısını sırtlar ve kıvancını paylaşır dünyayı önümüze serenlerin. Yine de bazı şeylerin yeterince değişmediğini görür. Ne sömürü bitmiştir ne de insanın cehaleti. Belki de bu yüzden tebessümle karşılar büyüklenmelerimizi, üstelik bu büyüklenmenin ardından tarihin en karanlık sayfalarının kanla yazıldığını bildiği halde.
Felsefe bir mesafe koymayı gerektirir. Bilgi nesnesiyle bilmeye çalışılan arasına ve dahası bilmeye çalışan kişiyle bilgi nesnesinin bizzat kendisi olan kişi arasına… Mesafe koymakla sorunların harareti azalır biraz ama en çok da kibirin başdöndürücülüğü kaybolmaya başlar. Platon, Aristoteles, hatta Thales, Demokritos, Epikür, Cicero, Aziz Thomas, İbn-i Sina, Farabi ve İbn Rüşt, derken Razi, Descartes, Spinoza ve Leibniz’in dehaları karşısında kendi konumunu bilir felsefeye başlayan ve felsefede sebat etmeye çalışan kişi. Bu sayede, o tapınağın alınlığındaki yazıyı unutmaz. Her bildiğin sensindir yine de. Bilmediklerini düşününce insan, gerçekliğin karşısında daha da diz çöker. Bu diz çökme yanıltmasın sizi. Karşısında diz çökülen şey, bir gaddarın kaprisi, sırf bugüne kadar böyle gelmiş olduğu için hakikat iddiasında bulunan bir değerler sistemi ve bu sistemi benimseyen kalabalıklar değildir. Karşısında büyük bir saygıyla eğildiğimiz şey insanın ta kendisidir. İnsanın yapabilecekleri, kavrayabilecekleri ve bugüne kadar bunları kavrayabilmek için harcadığı onca emektir…
Sınıfsız ve kaynaşmış bir toplum hayali ancak böyle bir idealin peşinde olan kişilerin sayısının ve niteliklerinin artmasıyla daha gerçek bir hal alabilecektir. Ancak böylelikle birbirimize “had bildirme” ve “büyüklenme” hastalığımızdan kurtulabileceğiz. Yukarıda saydığım o ünlü filozofları tanımanın bir önemi daha var. Önünde saygıyla eğildiğimiz bu dehalar bize aynı zamanda onların yaptıkları büyük hataları öğrettiler. Evet, onlar bile ne hatalar yaptılar. Dehasına bunca hayran olunacak kişilerin bu eksiklikleri insanın kendisini daha da iyi tanımasını sağlıyor. Emin olmaktan, kuşkusuz kalmaktan korkuyu iliklerinde hissettiriyor insanın.
Bize felsefe gerek. Kendimizi tanımamız ve kendimizi değiştirmemiz için. Zira bize bizden başkası gerek. Bu başkasınaysa en çok felsefe gerek.