Bu Şafaklarda Tüten En Son Ocak: Yeniden Cumhuriyet

Bir 24 Ocak sabahıydı, belki de öğle saatleri. Mutfaktaki yemek masasında oturmuştum, karşımda televizyon. Sekiz yaşında, okumaktan şiddetle nefret eden bir çocuktum. Eve her zamankinden farklı bir sessizlik egemendi. Her zamankinden farklıydı; çünkü hepimiz evdeydik ve televizyon açıktı ama yine de ev sessizdi ya da bana öyle geliyordu. Duygularını pek açığa vurmayan babam da sessizdi ama sesli bir sessizlikti bu; bu kez öylesine değildi. Dudaklarının hareket etmediği çoktu ama bu denli hareketsiz olduğu anlara ender rastlanırdı; sanki mühürlenmiş dudakları.

Annem durgun bir şekilde bakıyordu.

Bir Pazar sabahıydı; demek pazara çatmıştı 24 Ocak. Okumazdım, okumak istemezdim de. Ama o gün okumadığımdan utanmıştım.

Üstelik hemen her gün evimize giriyordu yazdıkları.

Uğurlar Olsun!

‘Susturamazlar’ diye haykırmışlardı ertesi gün. Daha çok kez denecekti bu söz. Susturdular. Ama bir Pazar pususuyla değil. Yıllar sonra susturdular hem de güle oynaya.

Ama öncesinde başkaları da susturulmaya çalışıldı.

Üstelik her salı ve her cuma daha bir gür çıkardı sesleri. Bir gün Cumhuriyet ve Kurtuluş sesleri gelirdi kitaplar halinde evimize; diğer gün klasikler çalardı kapımızı. Her hafta bir yenisi: Montesquieu, Rousseau, Platon, Descartes ve daha niceleri. Aynı hafta hem Falih Rıfkı hem Rousseau… Dünyamı çepeçevre sarıyordu Cumhuriyet.

Perşembeleri benim gibi okurları cahil hissettiren kitap eki. Bulmacaları vardı ama çözümleri olduğuna inanmak istemiyordum. Derken… Geçen bulmacayı çözenlerin adları…. Tanrım! Ne çoktuk! Ne kadar çok kişi çözüyordu bu çetin ceviz bulmacaları.

Şairler vardı perşembeleri, Cevat Çapan bize elinden içirirdi şiirlerini. Dünyanın dört bir yanından şairler sanki kapı komşumuzdular. Yunanistan, İspanya, Peru, Rusya ve Şili ve daha niceleri… Hepsi Türkçe seslenirdi bize. Ne kadar anlardım, anımsamıyorum.

Pazarları dergiye dönüşürdü Cumhuriyet. Neler neler öğrenmiştim bu bir avuç kağıttan. Her Pazar okul daha da gereksiz gelirdi; belki biraz Pazartesi korkusu… Ama kesinlikle Dergi ekinin doluluğundan… Hemen her şey Pazar masasına gelirdi gazetem sayesinde.

Bazı günler gazetenin arka sayfasından Attila İlhan seslenirdi: Gazi’yi anlatırdı. Arada öfkelensem de İsmet İnönü’ye söylediklerine ve Galiyev sevdasına, severdim yine de.

Daha da sıklıkla, başyazıda öfkeyle kahkaha iç içe geçerdi. Bir Bektaşi fıkrasıyla ülkenin hali bu kadar mı uyardı! İlhan Selçuk sanki kendisi yazardı bu fıkraları… Cumhuriyetin Bektaşi Babası…

Günü değişse de Bilim ve Teknik en çok vuran oldu beni. Bugün hala biraz üzgünsem ve hayatım elimden kaçmış gibi hissediyorsam bunun sorumlusu Orhan Bursalı’dır, yazın bir kenara. Fizik aşkını, bilim aşkını belki de en çok ona borçluyum. Tabii, bu suçtaki tüm sorumlular asli fail sıfatını almıyor. Yoksa, eski TÜBİTAK’ın popüler bilim kitapları da az değil. MEB’in kafa düzleyici eğitim-öğretim programı, okulumuzun gardiyanları ve vaizleri olmasa bu suça belki ben bile iştirak ederdim. Belki fizikçi bile olurdum. Neyse ki MEB var, meşalesinde yanıyor hayallerimiz.

Eleştirmeye korkuyor insan başlarına bir şey gelecek diye. Ahmet Taner Kışlalı’yı eleştirecek oldum sosyal demokrat diye… üç vakte kadar yüreğimizi burktular. Sonra yine ‘susturamazlar’ dedik. Susturdular. Ama ne bombayla ne de kahpe kurşunlarla… Güle oynaya susturdular, yavaş yavaş, içini boşaltarak.

Masaracı’nın resmettiği dünya sonra… Hayvanlar Alemi’nden çok önce karikatür tutkunu yaptı beni.

Bir vakit geldi küstüm beni ben yapan bu güzel ocağa. Ocağın ateşi sönmedi elbet. Ama kara bulutlar öylesine çöktü ki üstüne… Mürekkebinden korkulan, üstünde kan kırmızısı yazısıyla bu erdem ve zeka timsali gazeteyi terk ettim, daha fazla Aydınlık hayaller uğruna. Alçakça kumpaslar ve yalanlar… Dost görünümlü akbabaların üstüne çullanması… Dinozor görünümlü ağır ağabeylerin niteliksiz söylemleri altında parlatılan yeni yetme çürüklükler ve onlara teslim olan koca bir ülke… Tüm bunlar söndürüyordu en son ocağı.

Zamanında ateş yakması için kurulmuştu. Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu ya… Karayılan’ın diyarından, Arhavilinin, Kambur Kerim’in ve Deli Erzurumlu’nun diyarından tükürdüler o ateşlere. Tarihin safrası akıyordu ateşlerin üstüne. Bir altüst olma korkusuyla sırtından düştü canavarın tüm bu safralar.

Gün geldi, Cumhuriyet’i güle oynaya susturanlar çekip gittiler. Bir çocukluk aşkına sarılır gibi sarıldım yeniden… Evet, her şeye rağmen yeniden cumhuriyet.

Bugün hala biraz eksik olsa da hala daha fazlasına ihtiyaç olsa da

Yaşasın Cumhuriyet!

Yaşasın Mozart’ın Dostu Nadir Nadi!

Yaşasın Kurtuluş’un Kahramanı Yunus Nadi!

Yaşasın Aydınlanma Mücadelesi!

Bunları da sevebilirsiniz