Anayasalar her ülkede en önemli siyasi metinler arasındadır. Ancak bu metinler üzerinde Batı ülkelerinde çok fazla tartışma yaşanmamaktadır. Bunun nedenini Batı ülkelerindeki anayasaların toplumsal uzlaşma sağlanarak hazırlanmasında aramak gerekmektedir. Bir diğer neden de Batı anayasalarının ilke olarak her alandaki birey özgürlüklerini korumayı hedeflemesidir. Böylelikle Batı anayasaları genellikle kısa ve yasaklayıcı olmayan metinler halinde oluşmuştur. Bireysel özgürlüklere karşı yapılan saldırıların -özellikle devlet mekanizmasından kaynaklananların- ise başta yüksek mahkemeler olmak üzere hukuk sisteminin bütünü içinde zararsız hale getirilmesi hedeflenmektedir. Ağustos ayında yazdığım yazıda ülkemizin şimdiye dek yaptığı anayasalardan ironi ile bahsetmiştim. Anayasa konusunda sürekli sıkıntı çekmemizin en önemli nedeni bu metinlerin toplumsal uzlaşmalara dayanmamasıdır. 1924 Anayasası yapılmadan önce Birinci Meclis tasfiye edilerek daha az muhalif barındıran İkinci Meclis oluşturulmuştu. 1961 Anayasası hazırlanırken de Demokrat Parti (DP) taraftarları sürece dahil edilmemişti. 1982 Anayasası hazırlanırken ise göstermelik Danışma Meclisi’ni saymazsak, siyasi temsilcilerden hiç kimse davet ve dahil edilmemiş böylece de anayasa tarihimizin en berbat metni ortaya çıkmıştı. Bu berbatlık doğal olarak anayasanın sürekli değiştirilmesine neden oldu ve sonuçta da elimizde sadece yamalardan oluşan bir elbise kaldı. Anayasa analizleri öncelikle bu alanda çalışan hukukçuların işidir. Diğer yandan bu alan sosyal bilimlerin tüm disiplinleri için de verimli bir çalışma alanıdır. Bu yazının amacı da konunun ekonomi politik açıdan ele alınmasıdır.
Batı anayasaları kaynaklarını bir dizi metinden almaktadır. Bu metinlerin en ünlüsü 1215 tarihli Magna Carta’dır. Magna Carta İngiltere Kralı John ile asi baronlar arasında imzalanmıştır. Bu anlaşma ile baronlar bir dizi hukuki güvence elde etmiştir. Bu güvencelerin içindeki maddelerden biriyle de baronlar izinleri olmaksızın kralın keyfi vergi koyamaması hakkını almıştır. Aradan geçen 800 yıl içindeki süreçte baronların bu haklarını parlamentolar devralmıştır. Günümüz Batı dünyasında ne krallar ne de onların gücünün modern temsilcileri olan hükümetler parlamentolarının onaylamadığı hiçbir vergiyi tahsil edemezler. Öyle ki günümüzde birçok ülkede hükümetler bütçe harcırahını vaktinden önce tüketince çalışmalarına da aynı anda son vermek zorunda kalmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’nde on bir kez yaşanan hükümetin kapanması (government shotdown) olayı bunun en iyi örneğidir. Günümüzde parlamenter demokrasinin olmazsa olmaz koşulu vergilendirme hakkının sadece parlamentoya ait olmasıdır.
Ülkemizdeki durum ne yazık ki bu mantığı izlememiştir. 1961 Anayasasına kadar olan dönem fiilen tek partili ve tek meclisli olduğu için vergi yetkisinin hükümette veya parlamentoda olması arasında fark bulunmamaktaydı. Çok partili parlamenter sisteme ve seçimlerde nispi temsil yöntemine geçilen 1961 Anayasası döneminde ise vergilendirme hakkı kesin olarak çift meclisli bir parlamentoya bırakılmıştır. 1961 Anayasasının bu provizyonu nedensiz değildir. DP döneminde hükümetler vergilendirme hakkını uzun süre kötüye kullanarak ülkede kayırmacı kapitalizmin (crony capitalism) kurumsal hale gelmesine neden olmuştu. Bu kavramı özetle, hükümetlerin vergilendirmede yandaşlarını kayırması, muhaliflerini cezalandırması ve kamu kaynaklarını sorumsuzca harcamaları şeklinde tanımlayabiliriz. DP bu sorumsuzluğu iş başında olduğu on yıl süresince sonuna dek göstermiş ve siyasi gücünü devlet hazinesi yoluyla konsolide etmiştir. Bunun bedelini ise ülke yüksek enflasyon ve 1958 yılındaki devlet iflası (moratoryum) ile ödemiştir.
1961 Anayasası hakkındaki ilk şikayetler, 1965 yılında Adalet Partisinin (AP) tek başına iktidara gelmesiyle başlamıştır. DP’nin devamı olduğu savıyla iktidara gelen AP de ülkeyi elbette DP gibi başına buyruk yönetmek arzusundaydı. Ancak, başta Anayasa Mahkemesi ve Cumhuriyet Senatosu olmak üzere ülkedeki yeni anayasal yapı bu arzuya olanak vermiyordu. Kayırmacı kapitalizmi yeniden inşa edebilmek için gereken en önemli anayasa değişikliği 1961 Anayasası ile parlamentoya verilmiş olan vergilendirme hakkının tekrar hükümete devredilmesinden geçiyordu. Anayasa Mahkemesi ise bu yönde yapılan tüm anayasa değişikliklerini anayasanın ruhuna aykırı bularak reddetmekteydi. Fakat AP bir yandan da ülkeye çok hizmet etmek istiyordu. Ayrıca çok da hızlı hizmet etmek istiyordu. AP kendisini bir türlü bu konuda frenleyemiyordu. Deyim yerindeyse hizmetlerindeki yavaşlık AP yöneticilerini çılgına döndürmekte ve hiç uyku uyuyamamalarına neden olmaktaydı! Bu çılgınca hizmet aşkı, uykusuzluk hali ve hız tutkusuna nedense AP’yi izleyen her sözüm ona liberal partinin vazgeçilmez saplantıları olarak sürekli tanık olduk.
Yeri gelmişken bu hız merakını kısaca açıklamak gerekmektedir. Parlamenter demokrasilerde kararlar, işin doğası gereği yavaş alınmaktadır. Değişik partilerin ortak bir karar üzerinde uzlaşabilmesi için aylar gerekebilir. İşin daha ilginç yanı partilerin kendi içlerinde bir karara varabilmesi için de ayrıca aylar gerekir. Bu durum hiçbir partinin homojen bir seçmen kitlesine sahip olmamasından kaynaklanmaktadır. Her parti değişik bir sosyo-ekonomik sınıfa dayandığı gibi bu sınıflar da kendi içlerinde homojen değildir. Örneğin işçi ve memurlar, sendikaları aracılığıyla geleneksel olarak sosyal demokrat partileri destekler. Ancak bu iki temel sınıfın çıkarları her olayda kolaylıkla örtüşmez. İşçi ücretlerine önemli zamlar yapılacağı durumlarda memur temsilcileri, zammı kendileri ödeyeceği için, haklı olarak karşı çıkabilir. Böyle bir çatışmanın uzun tartışmaları ve bir uzlaşmayı gerektireceği açıktır. Liberal partiler açısından da durum farklı değildir. Liberal partileri büyük iş adamlarının yanı sıra esnaf da destekler ve bu iki sınıfın çıkarları da nadiren çakışır. Bu nedenle çatışmalı karar anlarında liberal partilerde de sorunların çözülmesi aylar, hatta yıllar alabilir. Bu tür karar süreçlerinin en ünlülerine Federal Almanya Cumhuriyeti’nde aylar süren koalisyon görüşmelerinde rastlanmaktadır. Otobanlarının aksine Alman politikacıları siyasette hız tutkunu olmadıklarından ve bu uzun süreçlerin halkın yaşamıyla devletin işleyişini etkilememesi nedeniyle Federal Almanya’daki koalisyon görüşmeleri yavan güncelliği biraz olsun renklendirmekten öte önem taşımamaktadır.
AP’li siyasetçiler tam durumdan ümidini kesmiş ve bir yandan da hizmet aşkıyla kurdeşen dökerlerken, yardımın beklenmedik bir yerden geldiği görülmektedir: 12 Mart 1971 darbesi. Darbenin hemen ardından anayasaya el atılmış ve 30 Haziran 1971 tarihinde değiştirilen 61. madde ile “vergi, resim, harçların muafiyet ve istisnaları ile nispet ve hadlerine ilişkin hükümlerde değişiklik yapmaya Bakanlar Kurulu yetkili kılınmıştır.” Vergilendirme hakkı böylelikle parlamentodan hükümete devredilmiş, sonuçta da parlamenter demokrasi on yıllık bir deneyimden sonra bir daha geri gelmemek üzere yok edilmiştir. Daha sonra yapılan bir değişiklikle Anayasa Mahkemesi’nin yasaları içerik olarak denetleyemeyeceği hükmü getirilmiş ve böylece yüksek mahkemenin ruhlarla uğraşmasının da önüne geçilmiştir. 1971 tarihi aynı zamanda Türkiye’de kronik enflasyonun ve devlet eliyle zenginleşmenin anayasal hale gelmesinin de miladıdır. Bu hakkın parlamentolarda olduğu gelişmiş ülkelerin hiçbirinde, Alman Weimar Cumhuriyeti deneyimi hariç, bizde ve bize benzer ülkelerde olduğu gibi kronik veya hiperenflasyon yaşanmamıştır. Buna paralel olarak Türk sözüm ona burjuvazisi de Batılı kapitalistler gibi davranmayı bırakıp, siyasi bağlantılarıyla devlet üzerinden zengin olma tutumunu rahatça devam ettirmiştir. Böylelikle anayasa değişikliklerinin gerçek faili de kendini ele vermiş olmaktadır.
Anayasaları kurcalayıp durma merakımız konusunda yazdığım bu son yazıyla konuyu kapatıyorum. Yarım asırdan fazladır aynı bayat sözleri duymaktan mide bulantıları geçiren birisi olarak çok bile yazdığımı düşünmeye başladım. Bu konu, düşünen insanlar açısından Sisyphus işkencesinden farksız durumda. Aynı kötü filmi yıllarca izleyip durmak Sisyphus işkencesinden daha kötü bile olabilir; Prometheus’un kayayı tepeye taşırken en azından düşünme veya hayal kurabilme olanağı vardı. Söz konusu berbat filmin izleyicileri için bu olanak da yok. Yazıyı son bir tuhaflığa dikkat çekerek sonlandırmak istiyorum. Federal Almanya Cumhuriyeti siyasi karar almada gösterdiği bu olgunluk ve yavaşlığı, İngiltere gibi 800 yıllık bir demokrasi geleneğine borçlu değil. Tam tersine Almanya ve Türkiye’nin demokrasi gelenekleri arasında sadece bir yıl fark var; Almanya’nın yeniden kuruluşu 1949, Türkiye’de çok partili sisteme geçilmesi ise 1950 yılı. Almanların kaderini belki de “Ben bu ülkeye hizmet etmek istiyorum. Çok da hızlı hizmet edip tanınmayacak hale getirmek istiyorum. İçim bu aşkla dolu” diyen birini bizden daha önce dinleyip inanmaları ve bedelini bir felaketle ödemeleri çizmiştir. Sözün özü: Trafikte sürat felakettir ama anayasal süreçlerdeki sürat daha da büyük bir felakettir!