Öfke Patlamaları, Düşünce ve İfade Özgürlüğü ve Nefret Söylemi

1

Temmuz’un üçüncü haftasında, eşimle birlikte akademik tebliğde bulunmak ve ilginç bir deneyim yaşamak arzusuyla Toronto’ya gittik. İstanbul’dan Kahire’ye, oradan da Toronto’ya gittik. Birbirinden bambaşka değerleri ve tarihleri temsil eden farklı kıtalardaki üç ayrı şehir… Başarısız bir kalkışmanın yaşandığı bir tarihte, Doğu Roma’nın ve Osmanlı’nın başkentinden, kadim Mısır İmparatorluğu’nun efsanevi kenti ve Roma’nın kolonisi Kahire’ye oradan da İngiliz kolonisi Kanada’nın en büyük kentine… İlginç bir yolculuktu. Asya-Avrupa kesişiminden Afrika’ya, oradan da Amerika kıtasına.

2

Toronto’daki etkinlik Uluslararası Sosyoloji Birliği’nin (International Sociological Association) 2018 Dünya Sosyoloji Kongresi’ydi. Bu etkinlik çerçevesinde biz de ikişer sunum yapacaktık.

Yazımın konusu, bu sunumlardan biri ve yakın zamanda ülkemizde yaşananlar.

3

Sosyolojiye, özellikle de ülkemizdeki sosyoloji çevrelerine duyduğum tepkiden olsa gerek, onlar açısından daha kışkırtıcı bir sunum konusu belirlemiştim: “Free Speech on Hateful Thoughts” (Öfkeli Düşünceler Üzerine Özgür İfade). Sunumumun esası, “nefret söylemi” etiketiyle ifade özgürlüğünün engellenebildiği ve bunun yerine ifade özgürlüğünü genişletebilmek için “nefret söylemi” içerse bile ifadelerin engellenmemesinin azınlıktaki görüşler için ve dolayısıyla demokrasi için daha doğru olacağı tezini savunmaya dönüktü.

İnsanların “incinmesi”ne, azınlıktaki veya baskı altındaki gruplara yönelik nefret söylemi içeren ifadelerden duyulan rahatsızlığın ve özellikle sosyologların bu konudaki duyarlıklarının görüşlerimi temellendirmem için daha sağlam eleştirilerle karşılaşacağımı düşünüyordum. Sunumumun sonunda yararlı sorularla karşılaştım. Ama işin ilginci, öne sürdüğüm tezler dinleyiciler tarafından kimi zaman çekinceli de olsa kabul gördü. Bunu hiç beklemiyordum doğrusu.

4

Bu esnada ülkemizde artık ilginç denmesi güç bir olay yaşandı. Çarşaflı genç bir kadın, Anıtkabir’de Atatürk’e hakaret içeren ifadeler sarf ettiği bir video çekip bunu sosyal medya üzerinden paylaştı. Bunun üzerine, pek şaşırtıcı olmayan tepkiler belirdi. Bu tepkileri kabaca şöyle gruplayabiliriz sanıyorum:

a) Atatürk’e hakaret yasalara göre suçtur ve bu kişi bu suç uyarınca cezalandırılmalıdır.

b) Atatürk’e hakaret onu sevenlere karşı incitici bir nefret söylemidir ve bu eylem karşılıksız kalmamalıdır.

c) Atatürk’e hakaret içeren bu söylem, Atatürk’e karşı eleştirel tavır takınanların kötü bir karikatürünü sunarak onları kötü gösteriyor. O nedenle bu bir provokasyondur. Olayın arkasında bir şeylerin dönüp dönmediği araştırılmalıdır.

Elbette bu üç görüş dışında da görüşler sunuldu. Kimisi bu genç kadına “kadınlığı” üzerinden hakaretlerde bulundu. Kimisi, bu genç kadının akıl sağlığını tartışmaya açtı. Her şekilde, eylemcinin karakteri, dış görünüşü, vb. konu edildi.

Bu görüşlerin üçünde de belirli bir haklılık olduğunu düşünüyorum.

Gerçekten de Atatürk’e hakaret etmek yasalara göre suçtur ve yasalar süs değilse işletilmelidir veya bu yasa değiştirilmelidir. Gerçekten de bu sözler birilerini, özellikle de Atatürk’ü sevenleri incitmiş olabilir. Eylemin bir şekilde karşılıksız kalmadığı ortadadır. Elbette, bu karşılıktan ne kast edildiği açık değildir. Kimisi yasa dışı cezalandırma yöntemlerini kast ediyor olabilir; kimisi toplum baskısıyla bu kişinin yaptığına pişman edilmesini savunuyor olabilir veya yasal yollar kast edilmiş olabilir. Üçüncü görüş de haksız olmayabilir. Gerçekten de toplumdaki gerginliği arttırmak için provokasyon amaçlanmış olabilir ve bu genç kadından yararlanılmış olabilir.

Ancak, ben daha radikal bir görüşü savunmaya çalışacağım.

En son söyleyeceğimi en önce söyleyeyim: Bu ifadeler nedeniyle, ideal olarak, bu genç kadın tutuklanmamalı ve yargılanmamalıdır. Mevcut yasalara göre yasal bir işlemin başlatılması zorunludur. Ancak, konu kamu hukukunun ve özel olarak da ceza hukukunun alanına girdiği için, yürürlükteki hukukun ötesini düşündüğümüzde, sanığın yararlanacağı bir yasa değişikliğiyle bu kişi yargılanmaktan kurtarılabilir. Görüşüm esasında daha da radikal, olası bir saldırıya karşı bu genç kadın korunmalıdır.

Şimdi bu görüşümü temellendirmeye geçeceğim.

İki ayrı suç isnadı söz konusu. Birincisi, Atatürk’e hakaret. Gerçekten de Atatürk’e hakaret edilmiştir. Bu durumda, yasalara göre yargılama yapılacaktır. Ancak, bu yasal düzenlemenin amacı, Atatürk’ün hatırasının korunmasıdır. Kanımca, Atatürk’e yönelik bu tür ifadeler, Atatürk’ün hatırasına, gerçekten böyle bir hatıra varsa, zarar veremez. Atatürk’e veya herhangi bir tarihsel kişiliğe yönelik bu türden ifadeler, bu kişilerin değerinden en ufak bir şey eksiltmez. Kamu otoritesiyle korunması gerekenler, hatıralar, ideolojiler, duygular, kanaatler, düşünceler değil, kişiler ve haklardır. Düşünce ve ifade özgürlüğünün korunmasının özünde de kişinin kendisinin korunması yatmaktadır. Atatürk’ün kişiliğine zarar vermesi mümkün olmayan bir saldırıdan Atatürk’ü koruyamayız. Bu nedenle bu yasanın amacının sorunlu olduğunu düşünüyorum. Dahası, bu yasaya karşı başka politik nedenlerle de karşıyım. Bu politik nedenlere şimdilik değinmeyeceğim.

Atatürk’e yönelik bu ifadelerin Atatürk’ü sevenleri incitebileceği ve bu nedenle de nefret söylemi kapsamına sokulması gerektiği savunulabilir. Bu ifadeler gerçekten de bu kişileri incitebilir ve belirli bir anlayışa göre nefret söylemi kapsamına sokulabilir. Ancak, kişilerin belirli bir ifadeden “incinmesi” hayli öznel bir gerekçedir.

Nefret söylemi etiketi, esasında azınlıkta kalan, saldırı altındaki grup ve kişileri korumak amacıyla kullanılmaktadır. Burada yatan düşünce, bir arada yaşamak ve demokratik bir düzeni kurmak ve ayakta tutmak için çeşitli grup ve bireylerin dışlanmasının, baskı altında tutulmasının ve itibarlarını yitirmelerinin önüne geçilmesi gerektiğidir. Bu sayede, bu kişiler görüşlerini ortaya koyabilecek, kendilerine yönelik şiddet eylemlerinin gerekçesi olabilecek nefret ve öfke dolu düşüncelerim yayılması önlenecek ve toplumsal barış ve uyum sağlanacaktır.

Bu ifadeler kamusal alanda söylenmese de bu ifadeleri doğuran düşünceler kolaylıkla yayılabilir. Kamusal alana yansıyan davranışların altında, özel alanda sarf edilen düşünceler de bulunduğundan ve bu düşünceler bugüne kadar defalarca dile döküldüğünden kamusal alandan dışlandıkları zaman da yine, üstelik bu sefer “baskılanmış düşünceler” olarak, yayılabilecektir. Anlaşıldığı üzere, günümüzde bu düşünceler yeterince yaygındır. Dahası, kamusal alanda sarf edilen nefret söylemi engellense bile, bu kez hakaret sayılamayacak ifadelere dökülerek kimseyi ürkütmeden yayılabilecektir. Dahası neyin nefret söylemi sayılacağı birilerinin incinmesine bağlandığından nefret söylemi etiketinin kendisi belirli görüşlerin bastırılması için kullanılabilecektir.

Atatürk’le ilgili olumsuz düşüncelerin kibar bir dile dökülmesi için uğraşmaktansa, doğrudan bu düşüncelerle mücadele edilmesinin daha yararlı olacağını düşünüyorum. Dahası, Atatürk’ü sevenlerin provokasyona gelecek denli incinmemeleri için kendilerini eğitmelerinin ve benzer şekilde diğer tüm grupların kendi simge ve değerlerine yönelik olumsuz ifadelerden incinip çılgınlık yapmayacak denli olgunlaşmaları için uğraşmanın, bu sayede düşünce özgürlüğünü sınırlamamanın uzun vadede herkesin yararına olduğu açıktır. Bu sayede, olumsuz düşünceler açığa çıkacak, bu sayede bu düşüncelerle düşünsel planda mücadele edilecek ve doğrular bulunacaktır. Devlet otoritesi ise, kimin hangi düşünceyi nasıl ifade edeceğini veya nasıl ifade etmeyeceğini belirlemek için değil, farklı düşüncelerin ifade edilmesinin önündeki engelleri ortadan kaldırmak için kullanılmış olacaktır. Esas bu sayede, azınlıktaki görüşler rahatlıkla savunulabilecektir. Bu bir ilke meselesidir. Birileri incinmesin diye düşüncelere ket vuracağımıza birilerinin düşünceleri susturulmasın diye incinmemeyi öğrenmek bence daha akıllıca. Dahası, biraz olgunlaşmanın zamanı gelmedi mi? ABD’de Robert De Niro, Trump’a Türk siyasal tarihinin hiçbir döneminde kabul görmeyecek denli ağır sözleri herkesin huzurunda söylemedi mi? Dünya’nın en sinsi baskı aygıtı olan ABD, bu sözleri sarf edebilme serbestisini sağlayarak dünyayı yıllardır yönetmiyor mu? Niçin bundan ders almıyoruz?

Diğer bir suç ise halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçu olabilir. Devletlerin ceza kanunları, devletlerin anayasalarına ve suç politikalarına bağlı olarak belirlenir. Diğer bir deyişle, hangi hakların korunduğuna ve devletin hangi davranışları suç konusu kılıp engellemeye çalıştığına bağlı olarak belirlenir. Bu davranışı suç kapsamına almanın yararı ne olacak? Müslümanlara, Hristiyanlara, Yahudilere ve diğer dinsel gruplara, faşistlere, kapitalistlere, sosyalistlere ve diğer politik gruplara, doktorlara, öğretmenlere, avukatlara ve diğer meslek gruplarına, kadınlara, erkeklere, eşcinsellere ve diğer toplumsal cinsiyetlere yönelik ağır ifadeleri cezalandırmak ne gibi bir yarar sağlayacak? Bu ifadelere neden olan toplumsal koşullar, düşünceler değişecek mi?

Yürürlükteki küresel politik anlayışın esası, mevcut eşitsizlikleri, dengesizlikleri yasalarla, medya açıklamalarını yok saymak, yasa dışı, ahlak dışı sayıp; bunları makyajla gidermeye çalışmaktır. Ortadaki sorunu yok etmek için gerekli önlemlere başvurmak genelde seçenek dışına atılır. Yasalarla şiddetin ortadan kaldırılması, nedense şiddeti yaratan ekonomi politik düzeni değiştirmekten daha gerçekçi görünür bazılarına. Oysa, kurt ile kuzuyu aynı odaya koyup kapının dışından “kurt kuzuya saldırırsa ceza vereceğiz” diye bağırmanın hiçbir anlamı yoktur.

Her bir insanı bu türden davranışlardan incinmelerine karşın yasadışı eylemlere yönelmemeleri, düşünsel veya söylemsel saldırılara düşünsel veya söylemsel araçlarla yanıt verebilmeleri, gerçeği doğru düzgün akıl yürütme ve araştırma araçlarıyla araştırabilme becerileri kazandırmak için en az 18 yılımız vardı. Aile içinde, okulda ve toplumsal yaşamda harcanan 18 yılda bunları öğretmek yerine nefreti öğretmeyi, adaletsizliğin nedeni olarak başka bir kurbanı veya doğrudan sorumluluğu olmayan bir grubu hedef haline getirmeyi, doğru düzgün düşünme becerileri kazandırmak yerine önyargılardan medet ummayı seçmezsek bu sorunların pek çoğunu kriminal olaylar doğmadan çözebiliriz.

En nihayetinde, kimse anasının karnından ırkçı olarak doğmuyor.

5

Tam bu sıralarda, komşumuz Yunanistan’da yangın çıktı. Nefret söylemi yeniden hortladı. Sosyal medyada, “Yunanistan’ı işgal etmek için uygun an”, “Gavurlara oh olsun”, “Hepsi hak ediyor” türünden ifadeler birkaç saat içinde her tarafı sardı.

Benzer şekilde, bazıları bu ifadeleri sarf edenlerin bilerek veya bilmeyerek ülkemizdeki Yunanlara, Rumlara ve onların mabetlerine yönelik saldırılara yol açabileceklerinden hareketle bu söylemlerin cezalandırılmasını istedi. Bu ifadelere yönelik tepkiyi gayet iyi anlıyorum. Ancak, empati yoksunluğunu, ırkçılığı, yabancı düşmanlığını yenmek için en etkili yolun bu olduğunu hiç sanmıyorum. Üstelik, fiziksel saldırılara karşı başka yasal düzenlemeler varken, sosyal medya üzerinden yapılan nefret patlamalarının yargı konusu yapılmasının ne özgür düşünceye ne bir arada yaşamaya ne de demokrasiye yararı var. Yargı ve kolluk kuvvetleri devreye girdiğinde, bu tür düşünceler kaybolmadığı gibi daha sinsi, daha üstü örtülü bir şekilde kalabalıklar arasında yayılıveriyor. Nefret söyleminin önüne geçmek için nefreti doğuran nedenlerle mücadele etmek gerekir. Aksi takdirde acılardan, yaşananlardan ders çıkarmak yerine insanların duygusal patlamalarını bastırmakla yetinmiş oluruz. Düzgün tartışamayan, dilini düzgün kullanamayan, birbirlerini tanımayıp birbirlerinden nefret eden bireylerin yetişmesine yol açanlar, bireylerin davranışlarını bastırarak sorunları ortadan kaldıramazlar.

Bu olmadığında, bu tür nefret söylemlerine karşı milletimizi aşağılayan değerlendirmeler öfke patlaması biçiminde ifadelere dökülecek; Atatürk’e kötü sözler sarf eden bir genç kadına kadınlığı üzerinden hakaretler edilecek ve biz yine büyümeyeceğiz. İnsan düşe kalka öğrenir ya, toplum da öyle! Bu öfke patlamalarını sağlıklı bir şekilde göğüsleyip de öfkenin ardındakiyle hesaplaşmazsak bize, ülkemize, milletimize yazık olacak!

Bunları da sevebilirsiniz