26 Ağustos 2008’de saat 13:30 civarında Eskişehir’de artık işletilmeyen Kılıçoğlu Sineması’nın girişinde buluşmuştum eşimle (Hatice Hande Orhon Özdağ), kendisi daha eşim değilken. Porsuk Çayı’nı dikey olarak merkeze koyan, ileride solda Subay Orduevi, ileride eski Balık Pazarı’na çıkan sokağa bakan, solda seyircilerin çıktığı tarafıyla Eskişehir’in kartpostal fotoğraflarının çekildiği karede bulunan Kılıçoğlu Sineması, adını Kiremit üreticisi Kılıçoğlu’ndan almaktadır. (Eskişehir’i, Ankara’dan farklılaştıran ve grilikten kurtaran, Porsuk Çayı’nı saymazsak, Kılıçoğlu’nun kırmızı kiremitleriydi belki de.) Şimdi o sinema yok, işlemiyor da değil yalnızca. O sinemanın olduğu bina artık başka bir bina. Orada o bina varken ve sinemayken ve ben Eskişehir Kılıçoğlu Anadolu Lisesi’nde okurken ve eşim daha eşim olmayıp da roman alıp verdiğim, müzik kasetlerimi paylaştığım ama inceden hoşlandığım bir lise öğrencisiyken; babamla ben bu güzel ve yalnız ülkeyi dünyaya açan “Yol” filmine gitmiştik. Filmin çıkışında, tüm seyirciler gibi biz de sessizdik ve o sessizlikle, babama erkekliğimi ispat edercesine gözyaşlarımı tutarak, eve dönene kadar neredeyse hiç konuşmamıştık. “Yol”da anlatılan yolculuklar, birbirlerinden çok farklı insanların, çok farklı yerlerden çok farklı yerlere çok farklı insanlarla yaptığı yolculuklar olmasına karşın, bizi, tek tek bizi ve bir bütün olarak bizi Türkiye’yi anlatıyordu. Yılmaz Güney’in “Yol”u Cannes’a varmıştı ve O, yumruğunu kaldırmıştı Güzel ve Yalnız Ülkesi için.
Ben de yoldaydım. Orta Asya’dan Horasan’a, Horasan’dan Kars’a ve oradan Dersim’e giden veya gittiği düşünülen yolculukların kulaktan kulağa aktarıldığı ve bu sırada tüm mekanların değiştiği, Orta Asya’nın Turan’a, Safevi’nin Şeriat’a, Kars’ın yabana, Dersim’in Tunceli’ye dönüştüğü yolculukları da biriktirerek devam eden yolculuğun bir uğrağıyım ben de. Benzer şekilde, Konya-Karaman’dan Arnavutluk’a ve Balkanlar’a, oradan tekrar anavatana, Balıkesir’e ve oradan İstanbul ve Eskişehir’e uzanan yolculuğun uğrağı olan Eşim ile artık eskiliği kalmayan Eskişehir’de buluştuk. Orta Asya’dan Balkanlar’a göç ve Balkanlar’dan Anadolu’ya zorunlu göçün evlatlarıyız hepimiz. Bizzat göç etmesek de bilincimizde bu göçte yaşananları, bu göçte duyulan kokuları, hissedilen duyguları, tadılan tatları, korkuları, özlemleri barındırıyoruz bilincimizde. Her birimiz dağarcığıyız bu yolculukların. Üzerimizden atmak istiyoruz kimi tortuları ve o tortulara bulanmışları küçümsüyoruz kimi zaman ama o tortularız biz biraz da.
Şöyle tek tek değil de, tepeden bir yerden bakarsanız bizlere, bezelye taneleri gibi birbirinden ayırt edilemeyecek denli benzeriz birbirimizi, o derece sıkıcı ve bunaltıcıyız gözlemcinin huzurunda. Biraz uzaktan bakınca ne de çok benzeriz birbirimize! Her birimizde aynı sıkıcılık, aynı eskimişlik, aynı bezginlik… Sanki yolculuğumuz hiç olmamış da onu hep duruşumuzu renkli kılmak adına uydurmuşuz gibi gelir insana. Yanı başındakinin derdine körleşen, her gün baktığı ağaca duyarsızlaşan, az ötedeki yeri zerre merak etmeyen bu insanlar, o uzun yolculuğu hiç yapmamışlar gibi gelir insana. Belki de bu ilgisizlik, o uzun yolculuktan usanmışlığın sonucudur; belki de o uzun yolculuğun bizi bir yere götürmediğinin bilgeliği vardır bu bezginliğimizde.
Bezelye taneleri gibi benziyoruz uzaktan bakınca birbirimize. Öylesine ki mesela birimiz yukarıdan bize baksa o bile şaşırır bunca benzerliğe ve unutur kendisinin de bir bezelye tanesi gibi göründüğünü.
Yaklaşınca bezelyenin yeşil kabuğunun ardındaki çokluk kendisini gösterir birden göz kamaştırırcasına. Öylesine ki insanın kabuğu yeniden örtüp de o huzurlu manzaraya dönesi gelir. Ne güzeldir uzaktan bakması insanlığa! Çokluğu aşağılamakta derin bir huzur bulur insan. Bezelyenin kabuğu kalkınca huzur bozulur birden. Kalkan kabuk bakanın zırhıdır biraz da. Savunmasız kalmıştır insan. İçindeki tüm eğri büğrülükler açığa saçılır. Köklerinden kurtulmak isteyen birden kendisini batağa saplanmış bulur. Artık daha da derinlere kök salmıştır. Belki de uçup gitme korkusudur insana bunu yaptıran. Bazen korkudur yolculuğa ket vuran.
Ova insanını tembel kılan belki de uçsuz bucaksız ufkun verdiği dinginliktir. Görünmeyen bir öte tarafı hissetmemek merakı bastırabilir hiç kuşkusuz. Ama kabuk bir kez kalktı mı, ufuk bir kez yaklaşıp da ortadan kalktı mı huzursuzluk başlar. Yolun sonu yakın artık. Ufkun verdiği dinginlikten eser kalmamıştır. O eğri büğrülükle birlikte farklılaşır bezelye taneleri. Hangi yolculuğu yaparlarsa yapsınlar akıllarında bir “keşke” belirir; “acaba öte taraftan mı gitseydik”. Keşkesizlik delirtir bazen yolun ortasındakini, yolcunun kendinden emini korkutur, hatta tiksindirir onu kimi zaman. Artık Kılıçoğlu yoktur. Bir kiremit fabrikatörünün adı verilmez sinema salonuna. Şişli’yi süslemiş Sarı-Kırmızı’nın komşuluğunda ışıklar içinde durur, tüketim mabedinin orta yerinde yeni bir sinema. İşte o sinemada, Eşim eşim olduktan sonra yanımdaydı ben Ahlat Ağacı’nı izlerken. Bu kez erkekliğimi sergileyeceğim babam yanımda değildi, yine konuşmadık ama gözyaşlarımı korumadım bu sefer. Güzel ve Yalnız Ülkem için yine aynı yerde aynı yumruğu kaldırıp poz veren Nuri Bilge Ceylan’ın gözünden başka bir yolculuğu izledim bu sefer. Eğri büğrülüğünde kendisini keşfeden, aradığı, yazmaya çalıştığı fötr şapkalı adamı, üzerine basarak yükselmeye çalıştığı Babasında gören; annesinin vicdanı ve duyguları karşısında çırılçıplak kalsa da erkekliğine gizlenen Sinan Karasu’da ben eğri büğrülüğümü gördüm. İşte o eğri büğrülükte yine bezelye taneleri gibi birbirimize benziyoruz. Ve işin acıklısı, bu döngüden kurtuluş yok, bunu kabul edip geçmişimizle giriştiğimiz savaşta, yolculuğumuzda duracak bir yerin olmadığını ve bunu yaparken hep geçmişten izler taşıyacağımızı fark etmekten başka.
Güzel ve Yalnız Ülkem, bezelye taneleri gibi birbirimize benzesek de şu eğri büğrülüğün hikmetine varsak keşke. Kuyudan su çıkartmaya koyulsak, köyü aydınlatmayı seçsek, onurlu bir şekilde yaşamaya odaklansak el alem ne der demeden, Ahlat Ağacı gibi kök salsak, hiç korkmadan, ayağa kalksak keşke. Kararlarımızın peşinden onurlu bir şekilde gidebilsek boyun eğmeden.
Sinan’ın arkadaşı gibi tekmelemesek hak arayanı
Kuşkulu düşünceleri dağıtmasak hemen günah korkusuyla
Hatice gibi teslim olmasak mücevherden de olsa dünyaevi kılıklı mahpushaneleri
Rantçıya boyun eğmesek kendimizi kurtarmak için
Aydınımızı ezmesek henüz biz aydın olamadık diye
Kısacası, kabuklarımızı kaldırsak da korkmasak Ahlat Ağacı olduğumuzu keşfetmekten…
Haziran’ın Umutları Yeşertmesi Dileklerimle,