Görünmeyenin Hikayesi

Merhabalar, bu ayki yazımı beni derinden etkileyen bir roman ve aynı zamanda bir film olan “Hakkari’de Bir Mevsim” üzerine yazmak istedim. Yaşadığım şehirden ayrılalı 3 ay oldu. Ankara’dan Şanlıurfa’ya doğru sürüp giden bu hikayemde elbette Hakkari’de bir mevsim eserinden kendimi ve yaşadığım yeri bulduğum çoğu şey oldu.

Bazılarınız bu bahsettiğim eseri biliyor olabilir ama bilmeyenler için kısaca özetlemek gerekirse; O/Hakkari’de Bir Mevsim, bir yanlış sonucu Hakkari’ye gelen birinin, dilini, kültürünü bilmediği bu insanlarla iletişime geçmesini ve yeni yaşam yolları denemesini anlatır. Bu eserdeki kahramanımız, aslında öğretmendir ve erkektir. Erkek olmasını özellikle belirtmemin sebebi ise, romandaki kahramanın zorlukların içerisinden çıkabilmek adına yeni yollar ararken insanların ona destek olması ve duruşuyla da ilgilidir.

Romandaki karakter, aslında kendini deniz kenarında kızgın kumlarda değil, bir anda karlarla kaplı, sert bir kış mevsiminde bir dağın tepesindeki köyde bulur. Karmakarışıklıktan basitliğe, görünmeyene, unutulmuşa doğru yürümeye, mücadele etmeye çalışmaktadır. Fakat her hikayenin sonunda olduğu gibi o da bu köyü bırakmak durumunda kalır ve gider.

Şanlıurfa’ya geldiğimde buradan gideceğimi bilerek gelmiştim aslında. Fakat bu zamanın ne kadar süreceğini kestirememiştim. Hala kestiremiyorum. Ankara’yı, büyükşehrin karmaşıklığını, alternatiflerini özlemiyor değilim. Fakat Şanlıurfa her ne kadar Ankara kadar karmaşık olmasa da aslında bu topraklarda yetişmemiş; bu kültürü, dili bilmeyen için karmakarışık olabiliyor. Fakat size kimse Ankara’da hoşgeldin diye kucak açmazken burada açabiliyor. Samimilikler sınırlılıkları unutturabiliyor. Bu sınırlılıklar ya da sınırlar içerisinde kadın olmak burada bir kat daha zorlaşıyor. Çünkü zaten Türkiye’de bir kadının koyduğu sınır bile eril dünyada çok çabuk hiçe sayılabiliyor, ihlal edilebiliyor.

Belki bu topraklar içerisinde biyolojik olarak bir erkeğin hayatını sürdürebilmesi, varlığının bir birey olarak kabul görmesi, sınırlarının ihlal edilmemesi elbette biyolojik olarak bir kadına göre çok daha kolaydır. Bunu gündelik hayat pratiklerinden de görebiliyoruz. Biyolojik olarak erkek bir bireyin; dilebildiği yere gidebilmesi, dilediği saatlerde “dışarı”da olabilmesi (ki sosyolojik olarak da ‘dışarısı’ erkek ile, ‘içerisi’ de kadın ile ilişkilendirilen bu toplumda), çoğunlukla dilediği gibi kıyafetlerini giyebilmesi gibi örnekler bile bu durumu ortaya koyan şeylerden biridir.

Peki bütün bunlar olurken, kadınların yaşadığı zorluklar karşısında mücadele etmeye çalışmaları üzerine aslında en tehlikeli olan şeylerden biri de sizi anlıyoruz diyen erk’ek’ler. Kadın hakları konusunda farkındalığı olduğunu iddia eden, meydanlarda gerile gerile oturan bu erk’ek’ figürü aslında yaşadığı ve yetiştiği coğrafyadan dolayı her ne kadar entellektüel birikime yönelik çalışmalar yapmış olsa da o kültürün ve eril dilin söylediklerinden kurtulamamıştır. Yaşadığım bir olaydan örnek vermenin tam da burada bahsetmenin yeri olduğunu düşünüyorum. Urfa’da doğup büyümüş, lisans eğitimini almış, politik duruşu itibariyle tüm canlıların haklarını savunduğunu söyleyen bir erkeğin; Urfa’ya yeni gelmiş bir kadına bağırarak: “S*kip atıyorsun!” ifadesini kullanması bile bunun en bariz örneklerinden biri olabilir.

Bu olayların üzerine her ne kadar tıpkı “Hakkari’de Bir Mevsim” eserinde, yaşamını sürdürmeye çalışan o öğretmene destek olan halkın dahi çok fazla karşı gelen duruşu bile o kalabalığın içerisindeki yaşanan yalnızlığı da gözler önüne sermektedir. Aslında kendimi ya da yaşadığım çevreyi bulmamın sebeplerinden biri de budur. Hem az önce anlattığım olayda hem de gündelik hayatta da böyle oldu benim için. Bir çok konuda ortak çerçevede buluştuğumuz insanlarla sınır ve haklar konusundan dolayı kendimi yalnız hissettiğim zamanlar oldu, olmaya devam ediyor. Fakat biliyorum ki, özellikle karşılaştığım kadınlarla birlikte daha güçlüyüz. Ayrıca biliyorum ki, büyükşehirin karmaşıklığı ve küçük bir şehirin basitliği söz konusu bile değil. Farklı bir yere, bir kültüre, bir dile, insanlara kucak açan bir kadın olarak söyleyebilirim ki, karmakarışık bir yapı coğrafi büyüklükle değil, farklılıklarla ilgilidir.

Yazıma, kitaptan bir alıntıyla son vermek istiyorum.

“Gelsen ve görsen nasıl yaşadığımı, gelsen ve görsen bu insanları… Sen; beni tanıdığını, beni sevdiğini, beni beklediğini söyleyen sevgilim… Sana fotoğraf çekip göndermemi istiyorsun, bugüne kadar fotoğraf makinesini elime almadığımı bildiğin hâlde. Ama akıllıca bir öneri… Akıllıca, etkili ve çağdaş. Yetersiz sözcüklerle anlatacağıma, çeker fotoğrafını yollarım. ‘Burası işte böyle, gördüğün gibidir.’ derim. İşte burada yaşıyorum, derim. Çocukları anlatacağıma, portrelerini çeker yollarım. Kayalarda ve karda şahrem şahrem yarılmış pabuçsuz, çorapsız ayakların, cüzzamlı ellerin fotoğraflarını çeker yollarım. Tozlu bürokrat masalarının, mahkeme duvarı gibi suratların fotoğraflarını… Büyük azgın köpeklerin, çıplak, ağaçsız dağların, çaresiz insanların yaşadığı bu soğuk yeryüzü cennetinin, tezekleri tükendiğinde insanların kendi soluklarıyla ısındıkları bu dağ başı köyünün çekerim fotoğrafını, yollarım. Fotoğraf demek, uygarlık demek. Tüm uygarlıkların üstüne ettiğim burada, bu çağdaş aleti kullanıp yüzlerce, binlerce kare fotoğraf çeker yollarım sana. ‘İnsanlık Freski’ başlığıyla sergiler ya da bir kitapta toplarsın. Yalnız sana değil, tüm tanıdıklarıma, uygarlığın ortasında yaşayan tüm insanlara da yollarım. Duvarlarını bu güzel fotoğraflarla kaplasınlar, içinde bulundukları durum için tanrılarına şükretsinler. Yatıp kalkıp yakarsınlar, adaklar sunsunlar. Yaşasın fotoğraf. Yaşasın bana bunları yazdıran sevgilim. Yaşasın uygarlık!”

Dayanışmayla…

Bunları da sevebilirsiniz

Bir cevap yazın