Küreselleşmeye Bir de Böyle Bakalım!

Küreselleşme, savunulan ve aynı zamanda karşı çıkılan bir süreç olarak çok ele alındı, tartışıldı ve halen de tartışılıyor. Ancak anlambilimsel bakımdan üzerinde fazla durulmadığı söylenebilir. Küreselleşmenin böyle bir tarafı var. Kimin elinde ve hangi amaca hizmet ediyor? Birçok kavram gibi, iki yönlü, öylesi var, böylesi var.

Her ülke, her toplum ve her bakış küreselleşmeye, kendine zarar verdiği mi, yoksa yarar sağladığı mı noktasından bir değerlendirme yapıyor. Doğru tabii, ancak küreselleşme kaçınılmaz bir olgu gibi düşünüldüğünden bazı noktalar ihmal ediliyor. Nasıl olsa kader ya, önlenemez ya, çıkarlar pek de nesnel olarak ve sağlıklı bir şekilde ele alınmıyor. Bu yüzden küreselleşmenin çok-yönlü, çok-anlamlı olduğu gözlerden kaçıyor. Küreselleşmeyi savunanlar ve ona karşı çıkanlar, ölçüt olarak öznel çıkarları kullanırken, küresel propagandanın ve dünyasal olgunun etkisinde kalıyor. Böylece üstü örtülü bazı şeyler anlaşılmamış oluyor.

Çok yıllar önce bir toplantıda, çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu bir topluluğa sorulmuştu, küreselleşmenin yeni “patladığı” yıllardı; küreselleşme neydi, küreselleşen neydi? Bilimden ticarete, kültürden turizme, coğrafyadan teknolojiye kadar birçok şeyin dünyayı kapsar hale gelmesinin küreselleşme olduğu düşünülüyor ve söyleniyordu. Oysa, öncelikle küreselleştiği akla gelen bu şeylerin güncel olarak yaşanan küreselleşmeyle bir ilgisi olmadığı gibi, bunların ya bugün (o gün) küreselleştiği sözkonusu değildi ya da aslında bazılarının küreselleşmediği ortadaydı.

Örneğin,

  • bilim, kesinlikle küreselleşen bir sürece girmemişti. Dünya bilimin her yere yayıldığı bir dünya değildi. Tersine, küreselleşen, cehaletti, bilim dışılıktı. Gelişmiş ülkelerin kontrolu ve tekeli her zamanki gibi sürüyordu, bilimi toplum için, insanlık için ne kendileri kullanıyorlar, ne de başkaları, bilim küreselleştirilmiyordu.

  • Teknolojinin küreselleşmesi ise, tüketimdeki küreselleşmeden başka bir şey değildi. Evet teknoloji küreselleşiyordu ama bu, aslında teknolojinin paylaşılması anlamına gelmiyordu. Çünkü teknoloji, üretilmek ve ilerletilmekle değil, tüketimle paylaşılıyordu, yani paylaşılan şey, bir toplumsal ve dünyasal kazanç değil, bağımlılık oluyordu, paylaşılan teknoloji değil, tüketimdi. Böylece bağımlılık küreselleşiyordu. Küreselleşen, teknoloji değil, teknolojinin pazarlanması ve teknolojinin satışıydı .

  • Ticaretin küreselleşmesi, 19. yüzyılda zaten tamamlanmıştı. Bu yüzden o yüzyıl “ticaret çağı”ydı.

  • Coğrafyanın küreselleşmesi, en son, Keşifler dönemiyle başlamış, Avrupa için bir-iki yüzyıl içinde neredeyse tam olarak tamamlanmıştı.

  • Kültürel küreselleşme elbette doğruydu, ama bu da 20. yüzyılın son on yıllarının değil, esas olarak bütün bir 20. yüzyılın konusu olabilirdi. Kültürel dünya Batı kültürü egemenliğinde birörnekleşiyordu, tamam da, bu, işin özü durumunda olamazdı. Eskiden öyle değil miydi sanki? Bu, ekonomik, siyasal ve ideolojik alanlarda “üstün” ve baskın olanın doğal olarak kültürel bir yayılmasından başka bir şey değildi, farklı ölçülerde tarihin her döneminin olgusuydu.

  • Turizm de aynı şekilde, yanıltıcıydı, pek yeni bir tarafı yoktu, seyahat kültürü Avrupa’da Haçlı Seferlerinden sonra başlamış, 19. yüzyıldan sonra Batı dünyasında oldukça yaygınlaşmıştı. Batı ülkelerinde İkinci Savaş sonrası refahın kitleselleşmesi ve 1950’lerden, 1960’lardan başlayan seyahat-ulaşım kolaylaşması ve ucuzlamasıyla turizm önemli bir sektöre dönüşmüştü. Her yıl yeni alanların turizme açılmasıyla, cazip görülen ve reklamı yapılan her yere gidilir olmuştu. Bir sektörün patlaması küreselleşmenin karşılığı sayılabilir miydi?

Soruların yanıtı aslında şuydu; küreselleşme Amerika’nın küreselleşmesiydi, küreselleşen ABD’ydi. O günler için bu gerçekti, gerçeklikti.

Aslında dünya birçok bakımdan çoktandır küreselleşmiş durumdadır. Yeni olan, bu sözcüğün yeni olarak , yeni bir şeymiş gibi kullanıma girmiş olmasıdır. Ve güncel olan, küreselleşmede dünya hakimiyetidir. Bir emperyalist ülkenin “tek kutuplu dünya”da zincirlerinden boşanmış gibi kendini ortaya atmasıdır. Önünde engel yokmuş gibi davranmasıdır. Siyasi, askeri, mali ve ideolojik olarak neredeyse bütün alanları (ya da en azından birçok alanı) kaynaştırarak ve eşzamanlı bir hale getirerek direnilemez olduğu duygusu uyandıran bir saldırıya geçmesidir.

Amerikan ve Batı propagandası, küreselleşme kavramı altında kendisini, ABD’nin politikalarını, kötü yüzünü, saldırganlığını ve işin esasını gizlemeyi başarmıştır. O yüzden küreselleşenin öznesinin kendisi değil, türlü çeşitli başka şeyler olduğu düşünülür olmuştur.

Küreselleşmecilere göre bağımsızlık artık “tarih”e aititir. “Küresel” toplumlar artık bağımsız olamaz. Zaten tarih de bitmiştir.

Ve küreselleşme, bağımlılıktır. Ama kabul edilebilir olması için “karşılıklı”lıkla süslenmiştir, artık “karşılıklı bağımlılıklar” vardır. Küreselleşme, bağımsızlıkla birarada olamaz. Peki ideolojisi, ideololjinin sahibi, “Küreselcilik ideolojisinin anavatanı olan Batı ülkeleri, daha doğrusu Atlantik rejimi”dir. 1

Amerika’nın küresellemesinde, toplumsal hastalıklar, şiddet, düzeysizlik, sıradanlaşma, cehalet, kötülük vardır, küreselleşen bunlardır.

Yakın zamanlara kadar da geçerli oldu. Ama artık küreselleşen yalnız ABD ve Amerikan emperyalizmi değil, aynı, tek kutup merkezinde dünyanın dönmediği gibi. Tek kutuplu dünya da bitmiştir.

Dahası, “küreselleşme” yaşadığımız dönem itibarıyla çökmüş bulunuyor, ama çöken ABD’nin küreselleşmesidir. ABD’ye bağımlılık süreci ve bağımlılık zorunluluğu sona ermektedir.



Küreselleşmeninin ikinci yüzü

2017 yılı, küreselleşmecileri ve ona karşı olanları bir bocalama içine soktu. Çünkü küreselleşmeyi savunanlar, küreselleşmeden yana düşünenler; küreselleşmenin direnilemez bir olgu, bir kaçınılmazlık olduğuna dayananlar, Batı dünyasının sözcüleri, yandaşları ve neoliberallerin cephesiydi. Yani küreselleşme kapitalizmdi, emperyalizmdi, Atlantik’ti, sömürüydü vb. Karşı çıkanlar ise, antiemperyalist görüşler başta olmak üzere Batı’nın yörüngesinden kurtulmuş ve kurtulmak isteyen ülkeler ile Batı’nın ekonomik, siyasal, kültürel, ideolojik etkileri altında kalmış ülkeleri ve toplumları savunanlardı. Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) 2017 yılında küreselleşmeden yana olduğunu açıklayınca ve/veya küreselleşmeci olduğu ortaya çıkınca, bu sefer kafalar karıştı.

Dünyasal hakimiyet bağlamında küreselleşme, bir emperyalizm olgusu, pratiği ve dayatmasıydı. Oysa bugün emperyalist olmayan büyük ve önemli bir ülkenin küreselleşmeden yana olması tutarsızlık gibi görünüyordu.

Evet, küreselleşmeye karşı çıkmak gerekir, çünkü küreselleşme dediğimiz güncel olan şey, Amerika’nın küreselleşmesiydi. Ama Amerika’nın küreselleşmesi bitiyor. Şimdi ne olacak, başka bir şeyin küreselleşmesi olamaz mı? Niye olmasın!

ÇHC’nin savunduğu düşünülen ve varsayılan küreselleşme, başka bir şeyin küreselleşmesiydi.

Çin üretim ve ticaretle zaten küreselleşmiş durumda. Dünyada bir şey satmadığı bir ülke neredeyse yok, herhalde yok. İlişkide olmadığı bir yer belki de yok. Üretim ve ticaret barışa ihtiyaç duyar, savaş, üretim ve ticareti durdurur. Bu yüzden ÇHC, kendisi küreselleşirken barışa dayanıyor, barışta küreselleşiyor, barışı küreselleştiriyor. İşbirliğini barışla, barışı savaşsız küreselleşmeyle gerçekleştiriyor.

Küreselleşme istememek içine kapanmak, kendini tecrit etmek olarak görülüyordu. Ama bağımsız olarak ilişki içinde olmak, kendini koruyarak ortak dünyada yerini almak, küreselleşmeden, Amerikan küreselleşmesinden, küreselleşmenin kötülüklerinden kurtulmayı içinde barındırıyor. İşte ABD’nin inişinin ve küreselleşmesinin sonunu getiren de bu olmuştur.

Dünyaya bağlanmak, karşılıklı bağlarla ve bağımsızlık temelinde olmalıdır. Bağımsız olarak, kendinizi korumaktan vazgeçmeden küreselleşirseniz sorun yok. Mümkün mü? Elbette.

Bağımsızlığı öngörerek, merkez olmayı dayatmadan küreselleştirirseniz de sorun yok. Mümkün mü? Elbette.

Sorun, bağımlılık ve merkez olmakta. Sorun, kürenin kendi etrafında döndüğünü unutmakta. Sorun, kürenin yüzey olarak ortasında olduğunu sanmakta. Sorun, kürenin senin etrafında yapılandığını düşünmekte.

Bağımlılık karşılıklılık değildir. Tersidir.

Bunlardan çıkaracağımız şey, savaşa muhtaç emperyalizmin, savaşa mecbur Amerika’nın kutup ve merkez olmamasıdır, olmaması gerektiğidir.

Avrupa’nın ilk küreselleşmesi (Keşifler dönemi), sömürgeciliği doğurmuş. Başka türlüsü olamaz mıydı? Olur, zaten örneği de var.

İşin bir de amaç yönü var. İnsanlık savaşlardan çok çekti, hala da çekiyor. Aslında insan ürünü olarak savaş ilk küreselleşen şey, ilk küreselleşme savaşla olmuş. İlk küreselleştirdiğimiz savaş. Ancak işin başında bir merkez yok. Emperyalizm savaşı küreselleştiriyor ve emperyalizm döneminde artık her savaşın merkezi var. Yani gelenekselleşmiş küresel savaşın, savaşların bugün dünyasal bir genelkurmay olarak merkezi var. Dünya savaşlarının hepsinin Avrupa’dan, “Batı”dan çıktığı biliniyor. Bu bir şeyi göstermiyor mu?

Bugün savaşlar ABD’den çıkıyor, savaşların merkezi ve “yöneticisi”, “uygulayanı”, “uygulatanı” emperyalizmdir.

Savaşların çoğunlukla bir galibi oluyor, ama kazananı olmuyor. Dünya Savaşları (Birinci ve İkinci), savaşın 20. yüzyılda küreselleşme haliydi.

Savaş içinde gelişme olmuyor, gelişme dönemleri hep barış dönemleri. Savaş yıkım, barış yapım demek.

Peki barış, barışın küreselleşme sanşı yok gibi görünüyor. Hep öyle söyleniyor. Öyle biliyoruz. Yani barış, ütopyadır. O halde amaçlansa, dünyasal bir hale getirilse bu kötü bir şey mi olur? Şöyle bir düşünelim, barışı küreselleştiriyoruz, ya da birileri barışı küreselleştiriyor! Savaş küreselleştirildiği gibi, barış da neden küreselleşmesin?

Barışçılık, şimdiye kadar “Savaşa hayır” sloganıyla savaşa, savaşlara karşı çıktı. Savaşa bu ve benzer sloganlarla karşı çıkıldı. Ancak bu savunmadır, savunma durumunda olmaktır, sadece savaşa karşı kendimizi korumaya çalışmamızdır. Peki barış neden taarruza geçmesin? Taarruza geçemez mi, geçmemeli mi?

Pekti barış üretilemez mi? Barış savaşın karşıtı olduğuna göre, savaş üretilebildiğine göre, barış neden üretilemesin?

Gerekli şartları:

  • Ortak gelecek . Ayrıştırılmış geleceklerin olduğu yerde olmaz. Birarada yaşanan dünyada herkesin ayrı geleceği yoktur.

  • Ortak çıkarlar . Çatışan çıkarların olduğu yerde olmaz. Dünya zaten bir küre, kimse “kendi” olarak yaşayamaz, kendi başına da. Madem birlikte yaşanıyor ve yaşanacak, çıkarlar ayrı olmaz.

  • Eşitlenmeye, eşitleşmeye yönelim . Kimse kimseden üstün olduğunu düşünmesin, kimse kimseden yüksek olmayı istemesin. Ayrışan insanlık ortak geleceği de, ortak çıkarları da önlüyor. Ayrışan toplumların da ortak çıkarları ve ortak geleceği olamıyor.

  • Yardımlaşma . Birbirinin kuyusunu kazanlarla olmaz. Eşit olmayanlarla olmaz.

  • Dayanışma . Ortak çıkarlar ve ortak gelecek için.

  • Uyum . Sömürme ve çatışma uyuma engeldir. Sorunlar çözülmek içindir, çözümler savaş olmasın diyedir.

Ortak değer yargıları bunlardan sonra ortaya çıkabilir.

Bu durumda küreselleşme nasıl olmalıdır? Saldırgan mı, dayanışmacı mı; savaşçı mı, barışçı mı; paylaşımcı mı, benci mi; kötüniyetli mi, iyiniyetli mi; düşmanca mı, dostça mı vb.?

ABD küreselleşmesinde esas olan savaştır. Peki, küreselleşen barış olursa, o da küreselleşmedir diye karşı mı çıkılacaktır?

ÇHC,’nin “Bir Yol, Bir Kuşak” projesi, ortak ve karşılıklı çıkarlarlara yöneliktir, ortak geleceği yaratmaktadır, küresel ilişkilerin barış içinde yürütülmesini öngörmektedir. Ve bunlar başlamış durumdadır.

Bu süreci önleyecek tek şey savaştır. Savaşı yapacak ve sürdürecek de emperyalizmdir. Ve emperyalizm ölümsüz değildir!

Bütün bunlar düşünülmeye değmez mi sizce? Hele bir durup düşünelim!

Dünya herkesin içinde olduğu bir gemi, vardır dümeni!

1  Birgül Ayman Güler, “Yeni Dünyaya Doğru Bağımsızlık”, Aydınlık , 22 Kasım 2017, s. 7.

Bunları da sevebilirsiniz