Kadınlar Savaşı

Savaş nedir? Türk dil kurumuna baktığımızda üç tanım bulunuyor.

1. isim, askerlik. Devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek giriştikleri silahlı mücadele, harp, cenk, cidal

2. Uğraşma, kavga, mücadele.

3. Bir şeyi ortadan kaldırmak, yok etmek amacıyla girişilen mücadele.

İlk anlamıyla ele aldığımız savaşı bizim neslimiz hiç yaşamadı. Henüz… Yalnızca kitaplardan okuduk. Resmi tarih kitaplarından anlatıldı. Filmlerde izledik. Bazı filmlerde gerçek yüzünü gördük, etkilendik. Bazılarındaysa kahramanlık yüceltildi, öldürmeyi kolay sandık. Memleketin diğer ucunda meşru devlet ordusu sokakları savaş alanına çevirirken, sosyal paylaşım ağlarında video izlemekle, sınırlanmış karakterlere slogan yazmakla tepki gösterdik. Gidip fikrimize destek olarak savaşmayı bırak, çocuklar öldürülürken sokağa çıkıp tepki bile koymadık.

Ağlayan küçük bir kız çocuğu, tam olarak niçin ağladığı, ne anladığı meçhul, Sayın Cumhurbaşkanımız kürsüsüne davet etti. Asker üniforması vardı üstünde ve cebinde bir Türk bayrağı… Sayın Cumhurbaşkanımız “Şehit olursa inşallah bayrağı da örtecekler” dedi. Haberi görür görmez içimden geçen cümle şuydu; “Hayır o şehit olmayacak! Eğer ki o şehit olacak kadar sürerse bu savaş, o tecavüze uğrayacak!”

Kadınlar asker olamazlar mı? Tabii olurlar! Savaşa giderler mi? Elbette gidebilirler! Fakat ortada olan gerçeklere bakacak olursak rütbesiz askerlere “er” adı verilen yani erkliğin yüceltildiği bir alanda kendilerine ne kadar yer bulabilirler? Yazmak istediğim konu kadınların asker olması değil elbette. Hayal eden her insan hayaline ulaşır. Ben anlayamasam dahi asker olmak isteyen bir kadının da hayallerine ulaşabileceğine inancım tam. Çünkü kadınlar istedikleri her şeyi elde etme becerisine sahipler. Sistem onları dışarı itse bile içlerindeki mücadeleye sarılıp, vazgeçmezler. Bu bağlamda savaş sözcüğünün yazının başında belirttiğim ikinci anlamına değinmek istiyorum.

2. Uğraşma, kavga, mücadele. İşte neslime son derece tanıdık kelimelere geldik. Dövüş Kulübü filminin çok sevdiğim sözünde dediği üzere; “Bizim kuşağımız büyük bir savaş görmedi, büyük bir buhran yaşamadı; ama bizim de savaşımız var. Büyük bir ruhani savaş bu. Kültüre karşı büyük bir devrim hazırlıyoruz. Büyük buhran bizim hayatlarımız. Biz ruhani bir buhran geçiriyoruz”

Ölüm, acı ve insanı insan olmaktan çıkartan, adına savaş dediğimiz o vahşet ve dehşeti yaşamamak için kendi hayatlarımızı savaş alanına dönüştürmeliyiz. Önce kendimizle savaşmalı kendi içimizdeki kötülükleri yenmeli, kendimizi tanımalı ve gerçekleştirmeliyiz. Ardından içinde bulunduğumuz toplumu, özellikle hemcinslerim için ısrarla belirtmeliyim ki, cinsiyet sorunlarından kaynaklı oluşan durumların farkındalığında olarak dönüştürücü çalışmaların içinde bulunmaya çaba sarf etmeliyiz. Kendimizi, insanı bilmeli ve okumalıyız.

Kadın meselesi ve savaşı bir araya getirdiğimizde ortaya çıkan payda korkunç! Fakat böyle bir payda oluşturulduğun görülen asıl problemlerden biri kadınların kendi öz savunmalarını geliştirmemiş olmaları! İlla savaşa gerek yok, gece eve dönerken dahi tacize ya da tecavüze uğramamak için öz savunmaya ihtiyacımız var dediğinizi duyar gibiyim. Biliyoruz fakat yapmıyoruz. Gereklilik cümleleri kuruyoruz ama yerine getirmiyoruz. Belki de neslimizin en büyük sıkıntılarından biri de budur. Elbette temennimiz dünyanın hiçbir yerinde savaşın olmaması, kimsenin, erkek ya da kadın demeden bu vahşete maruz kalmaması.

İstanbul Şehir Tiyatrosunun Karıncalar isimli oyununda tüylerimi diken diken eden bir sahne vardı. Oyunun sonunda mayına basarak ölen arkadaşının cesedine mayınlar nedeniyle ulaşamayan başkarakter –ipucu vermeden yazmaya çalışmak pek zor biraz değiştirerek aktarıyorum.- ölü arkadaşına diğer askerlerin tecavüz ettiğine tanık oluyordu. İnsanın içinde yatan bastırması değil, yüzleşip yenmesi gereken, en temel dürtüleri ortaya çıkaran savaş adlı vahşetin cinsiyet ayırmadığı aşikar. Bizimse temel dürtülerine yenik düşmeyen insanlar yetiştirmemiz gerektiği…



İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra erkek nüfusunun pek azaldığı Almanya’da harabe olmuş kentleri kadınlar kendi elleriyle yapmışlar. Bunu duyduğumda pek şaşırmıştım. Çünkü biz ülkemizde hiç kadın amele görmeyiz. Bu erkek işidir, kas gücüdür(!) Fakat Almanya’da bugün bile kadın ameleler varmış. İnsan kendi potansiyelini ve yapabileceklerini zorunda kalmadıkça keşfetmeye çabalamıyor. İşte hemcinslerim için en büyük engel bu oluyor. İster askerlik olsun ister amelelik vurulan ketler ve önyargılar yıkılmaya çabalanmıyor. Hem kim bilir kadınlar asker olsa belki savaşlar azalır. Denemedik ki bilelim.



Savaş sözcüğün üçüncü ve son anlamıyla yazımı bağlamak istiyorum. Bir şeyi ortadan kaldırmak, yok etmek amacıyla girişilen mücadele. Şöyle bir okuyunca ilk anlamından ayırmak mümkün değil. “Savaşta her şey mubahtır.” sözü kulaklarına işlemiş bireylerin ölü bir askere tecavüz etmesi de belki olağandır. Başta “savaşılması” gereken şey belki de kulağımıza işlemiş bu sözlerdir. Ama her kim olursa olsun, her ne olursa olsun ortadan kaldırmak ya da yok etmek doğru değildir. Yanlışı adalete teslim etmeli, kötülüğü (bir şey bize göre de kötü olabilir) ehlileştirmeliyiz.

Kendiyle olan savaşı yenenlerin artık hiçbir şeyi yok etmeye ya da kimseyi öldürmeye ihtiyacı yoktur!



*Yazıyla ilgili görseller web alıntısıdır.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir cevap yazın