Nominal Demokrasiler

“Nominal” sözcüğü ekonomi ve finans dünyasında çok sık kullanılan bir kavramı betimliyor. Sözcüğün kaynağının Latincedeki “nominalis” ve “nomen” (isimle ilgili ve isim) olduğu bilinmekte. Bu kaynağa göre nominal sözcüğünü “ismen, isimden ibaret ve ismi üzerinde” olarak çevirmek yanlış olmaz. Ekonomideki en yaygın kullanımına para kuramlarında rastlanmaktadır. Örneğin üzerinde 100 dolar yazan bir banknotun nominal değeri de 100 dolardır. Bu banknotun gerçek değeri ise onun basım ve dağıtım masrafları ile biraz da kârın toplamından ibaret olan birkaç centi geçemez. Elbette gerçek ve nominal değerleri arasında çok az fark olan paraların basımı da mümkündür, hatta kâğıt paranın icadından önce tüm paralar bu şekildeydi. Bu paralar genellikle altın ve gümüşten imal ediliyordu. Bu metaller paraya dönüştürülünce genelde, basan devlet veya hükümdarın itibarına bağlı olarak, içerdikleri metal değerinden bir miktar daha fazla değer taşıyorlardı. Aradaki fark söz konusu devlet veya hükümdarın geliri olup “senyoraj” adını taşımaktadır. İşte, devletleri altın ve gümüş para sistemlerini terk etmek, birçok kelli felli iktisatçıyı saçma sapan para kuramları icat etmek zorunda bırakan, talihsiz iktisat öğrencilerini ise okul boyunca “fiat para” kavramıyla boğuşmaya iten meşum kavram tam olarak senyorajdır. Altın veya gümüşten para basıp birkaç kuruş kâr etmek yerine üç-beş cent değerindeki bir kâğıt parçasından neredeyse 100 dolar kazanmak devletler açısından göz ardı edilemeyecek bir mali fırsattır. Kuşkusuz her devlet sınırsız bir şekilde para basmak ister ancak bu işi pek azı başarabilir. Bu konudaki en başarısız devletlere genellikle parlamentodan izinsiz para basılamayan Batı demokrasilerinde rastlanmaktadır. Parlamenter izin ve denetim sistemleri nedeniyle bu ülkelerde yüksek enflasyon sorunu da kronik bir hal alamamaktadır. Bu manzaranın tersine ise genellikle diktatörlüklerde rastlanmaktadır. Parlamentonun usulen veya nominal olarak var olduğu bu ülkelerde para basımı ve dağıtımı da diğer alanlarda olduğu gibi, adeta tek kişinin yetkisi içindedir. Ancak, her nasılsa, ülkedeki en büyük iktisatçı da olan bu tek kişi zamanla para basımı konusunda kendine hâkim olamayıp ölçüyü kaçırdığı için bu tip ülkelerde yüksek enflasyon kapının hemen önünde beklemektedir.

Nominal, sosyal bilimlerin tüm dallarında, hatta günlük hayatta, rahatça kullanılabilecek son derece verimli bir sözcüktür. Sözcüğün temel mantığı herhangi bir olgunun özü ve biçimi arasındaki tutarsızlıklar veya farklılıklara dayanmaktadır. Para örneğinde olduğu gibi iktisatta bu durum çok açıktır. Siyasi alanda ise bazı uç örneklerde aynı kolay teşhis işe yarayabilir. Örneğin, tam adıyla, Kuzey Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KKDHC). Bu uzun addaki doğru sözcükler yalnızca Kuzey ve Kore. Diğer sözcükler ise bu ülkede sadece nominal olarak var olan kavramları betimliyor. Eric Hobsbawm’ın Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunu tanımlamak için kullandığı ünlü benzetmeyi (Ne kutsal ne Roma ne Germen ne de imparatorluk!) Kuzey Kore için de kullanabiliriz: “Ne demokratik ne halkla ilgili ne de cumhuriyet” Bu tür tabela demokrasilerinin en bol olduğu kıta ise Afrika. Örneğin Demokratik Kongo Cumhuriyeti. Bu tabeladaki tek doğru sözcüğü tahmin etmek zor değil: Kongo. Eğer cumhurbaşkanlığı, KKDHC örneğinde olduğu gibi, babadan oğula geçmeseydi Kongo’da demokrasi olup olmadığı konusunda çok kısa bir tartışma yürütmek mümkün olabilirdi. Kongo’da bu iş tabelayla da sınırlı kalmamış; ülkenin mottosu “Adalet-Barış-Çalışma” Ülkede mevcut olmayan her şey adeta halkın gözüne sokarcasına dağlara taşlara yazılmış.

Kongo ve KKDHC örneği ülkeler sayıca hiç de az değil. Afrika, orta ve güneydoğu Asya, Ortadoğu, güney Amerika bu türden ülkelerle dolu. Böyle bir sınıflamada ikinci en kalabalık grubu ise gri bölgedeki ülkelerin oluşturduğu söylenebilir. İlk grupta, tüm güçler tek kişide toplandığı için, kuvvetler ayrılığı veya birliği gibi tartışmalara yer yoktur. Bu ülkelerde öncelikle hukukun kendisi ve ilgili kurumları nominal olmaktan öteye geçemez. İkinci gruptaki ülkelerde ise parlamento, hukuk, yargı organları gibi kurumlar şeklen vardır ancak işlevsizdir. Bu gruptaki ülkeleri tanımlamak biraz daha zor ancak teşhis etmek kolaydır. Ancak her iki durumda da bu ülkelerin ortak özelliği hukukun üstünlüğünün nominal olmasıdır. Bu ülkelerde hukuk değil sadece yasalar üstündür ve bu yasalar da yöneticinin keyfine göre hazırlanmış, çoğu zaman tutarsız ve anlamsız, metinlerden ibarettir. Hukukun üstünlüğünün geleceği “ileri demokrasi” olarak sınıflandırılan ülkelerde de çok parlak görünmemektedir. Her şeyden önce bu ülkelerde sıradan insanların hukuka erişimi giderek pahalı hale gelmektedir. Pahalı hukuk ile hukuksuzluk arasındaki fark da giderek incelmektedir. Kısacası, hukukun çok pahalı olması nedeniyle elde edilemediği demokratik bir ülkenin vatandaşı olmakla KKDHC vatandaşı olmak arasındaki fark, bu eğilim devam ettiği sürece, giderek önemsiz hale gelecektir.

Bu açıdan bakıldığında hakların varlığı ve kullanımı iki ayrı paradigma olarak belirmektedir. Hakların nominal olarak bile bulunmadığı tek adam rejimlerinde doğal olarak kullanım sorunu da ortaya çıkmamaktadır. Bu ülkelerde haklar ve tek adamların aynı anda var olması kısa bir süreyle sınırlıdır. Tek adamın giderek güçlenmesiyle bu gücün icra edildiği yer ve zaman diğer insanların hakları karşısında sürekli olarak alan kazanır. Haklar ve kullanımları konusundaki temel sorunlar bu nedenle demokratik ve yarı demokratik ülkelerde ortaya çıkmaktadır. Hak kullanımının giderek pahalı hale gelmesi bu ülkelerde hakların nominalleşmesine neden olmaktadır. Yani, Batı ülkelerinin önemli bir kısmında hak kullanımı ile gelir düzeyi arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Gelir düzeyi ve dağılımı ise küresel ölçekte bile iyimserlik kaldırmayacak bir noktaya ulaşmıştır. İngiltere’deki önemli yardım kuruluşlarından biri olan Oxfam’ın bir araştırmasına göre 2017 yılında küresel gelir adaletsizliği artmaya devam etmiştir. Oxfam’a göre 2017 yılında küresel çapta yaratılan servetin yüzde 82 oranındaki bölümü dünyadaki en zengin yüzde 1’in cebine gitmiştir. Dünyanın en fakir yüzde 50’lik bölümünde ise herhangi bir servet artışı gözlemlenmemiştir.

Oxfam bu alandaki çarpıklığa dikkati çeken ilk kuruluş değildir. Önceki yıllarda Thomas Piketty ve Angus Deaton gibi iktisatçılar küresel gelir dağılımındaki adaletsizliklere dikkat çekmiştir. Bu adaletsizlikler özellikle Amerika Birleşik Devletleri (ABD) gibi ülkelerde çok ileri boyutlara taşınmıştır. Gelir dağılımındaki adaletsizlikler nedeniyle ABD’de orta ve alt sınıfların ortalama geliri 1975 yılından bu yana üst sınıflara oranla giderek gerilemektedir. Gelirleri içinde yaşadıkları uygarlığın nimetlerinden yararlanmaya yetmeyen bu insanlar yeni sınıflar oluşturmaktadır. Bu sınıflar için ABD’nin sunduğu yasal ve ekonomik olanaklarla haklar nominal olmaktan öteye gidememektedir. Görünen odur ki gelir dağılımı adaletsizlikleri uzun bir süre iktisatçıların gündemini işgal etmeye devam edecektir. Ancak bu cepheden şimdiye dek uygulanabilir bir öneri de gelmemiştir. İktisatçıların gelir dağılımındaki adaletsizliklerin eninde sonunda diğer hakların da kaybıyla sonuçlanacağına dikkat çekmeleri gerekmektedir. Böyle bir sonuca ulaşıldığında ise Doğu-Batı farkı veya demokrasi-tek adam rejimi zıtlıkları da nominal olmaktan öteye geçemeyecektir. Öncelik, iktisatçıların iktisatın aslında bir sosyal sorumluluk projesi olduğunu anlamalarında olmalıdır.

Bunları da sevebilirsiniz