İki Ülke İki Olgu

İlk ülke Çin Halk Cumhuriyeti. Bundan iki yıl önce, Ekim 2015 tarihinde 1215 tarihli Magna Carta’nın parşömene yazılı bir kopyası Çin Halk Cumhuriyeti-İngiltere ilişkilerinin kutlanması amacıyla sergilenmek üzere Pekin’deki Renmin Üniversitesine gönderilmişti. Ancak son anda Çinli yetkililer Magna Carta’nın üniversitede sergilenmesine izin vermeyi reddettiler. Bunun üzerine tarihi belge İngiltere büyükelçiliğinde sergilenmeye başlandı ve doğal olarak elçiliğin kapısında uzun kuyruklar oluştu. İkinci ülke ise Çin’in neredeyse komşusu olan Japonya veya resmi adıyla; Japonya Devleti. Japonya II. Dünya Savaşından bu yana imparatorluk değil artık. BBC tarafından içinde bulunduğumuz ay aktarılan bir habere göre, Kuzey Kore’nin kurulduğu 1948 yılından bu yana her iki ülke de birbirine düşman olmasına karşın, Japonya’da halen 60 adet Kuzey Kore okulu bulunuyor! Japonya’daki Kuzey Korelilerin geçmişi 1945 yılı öncesine dayanmakta. II. Dünya Savaşı sırasında yaklaşık 600.000 Korelinin işçi olarak Japonya’ya götürüldüğü biliniyor. Savaştan sonra bu insanların bir kısmı Kore ile bağlarını kopararak Japon vatandaşlığına geçmiş, 150.000 kadarı ise Kuzey Kore’ye bağlı kalmaya devam etmiş. Kuzey Kore’ye bağlı kalan Koreliler okullarını da Kuzey Kore müfredatına göre eğitim yapacak şekilde düzenlemişler. Sınıflarını ise Japon İmparatoru yerine Kuzey Koreli liderlerin portreleri süslemekte. Japonya’daki Kuzey Korelilerin faaliyetleri eğitimle de sınırlı değil. Eski ülkelerine sürekli para gönderiyor ve ziyaret ediyorlar. Ziyaretleri de turistik değil; herkes eski akrabaları ile buluşmaya çalışıyor.

Birbirine bu denli yakın iki ülkedeki taban tabana zıt yaklaşımlar oldukça ilgi çekici. Bu konudaki dikkate değer bir yorum “Financial Times” (FT) tarafından yapılmış. FT’nin 14 Ekim 2015 tarihli sayısında durum şu şekilde toparlanıyor. FT’ye göre dünyadaki hukuk sistemlerini iki ana başlıkta toplamak mümkün. İlki “hukukun üstünlüğü” (rule of law), ikincisi ise kanunla yönetmek (rule by law). İlk başlık Batı uygarlığının temeli durumunda. İkincisi ise daha geniş açıklamayı hak ediyor. Kanunla yönetmek otoriter ve/veya totaliter devletlerin ülkelerinin halkları üzerindeki güçlerini-yöneticilerinin tabi olmadığı-kanunlar ve mahkemeler yoluyla uygulamalarını anlatıyor. Bu tanım Montesquieu’den bu yana “Doğu despotizmi” olarak bilinen bir kavram. Montesquieu’nün bu kavramı üretirken ilk baktığı ülke de elbette Osmanlı İmparatorluğu idi. Yani yasaların olduğu ancak evrensel hukukun ve hukukun üstünlüğünün bulunmadığı bir imparatorluk. Çin’e ve içinde bulunduğu Doğuya baktığımızda yöneticilerinin Magna Carta’dan böylesine korkmalarını yadırgamamak gerekiyor. Japonya’nın durumu ise daha da ilginç. Japon otoriteleri Kuzey Kore okullarını pekâlâ “Japonya Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü tehdit ettikleri” gerekçesiyle yasaklayabilirdi. Hatta bunların hocalarını da meslekten ihraç ederek uzun süreli hapis cezalarına çarptırabilirdi. Japonya bunları yapmak şöyle dursun, Kuzey Kore’nin Minnoş Lideri (Sevimli Lideri miydi yoksa?) Kim’in fotoğraflarının ülkedeki okulların sınıflarını süslemesine aldırmamakta.

Hukuk merceğiyle bakıldığında Çin ve Japonya’yı açıklamak bir ölçüde kolaylaşmaktadır. Çin, basit bir tanımlamayla, 20. yüzyılın son çeyreğinde sanayileşmeye başlayan ve Komünist Parti tarafından yönetilen bir ülkedir. Ancak ne Çin’in günümüzde dünyanın en büyük sanayi gücü olması onu kapitalist bir ülke yapmakta ne de bir komünist parti tarafından yönetilmesi bu ülkede sosyalizmin varlığına işaret etmektedir. Tam tersine, Çin bugünkü gücünü ülke emekçilerinin 19. yüzyılın vahşi kapitalizmini andıracak tarzda sömürülmesine borçludur. Böyle bir sömürünün hukukun üstünlüğünün olduğu bir ülkede sürdürülebilmesi mümkün değildir. Böyle bir sömürü olmadan Çin’in dünyanın üçüncü büyük gücü haline gelmesi de mümkün değildi. Bu durum Moderniteye ve sanayileşmeye geç başlayan her ülkenin değişik ölçülerde yaşamak zorunda kaldığı bir paradokstur. Nitekim aynı dram ve paradoksu Japonya 1860’larda başlayan Meiji ve izleyen Tokugava restorasyonları ile yaşamıştır. Çelişki, 19. yüzyılın vahşi kapitalizm ortamında olağan sayılabilecek bir sömürünün 21. yüzyılda anakronik, yani çağdışı olmasıdır. Böyle bir anakronizmin doğal sonucu olarak Çin, yöneticilerinin tabi olmadığı kanun ve mahkemelerle yönetilen totaliter bir ülke konumunda kalmıştır.   

Japonya ise daha farklı bir manzara sergilemektedir. Bir önceki paragrafta açıklandığı üzere Japonya Batılı tarzda sermaye birikimine 19. yüzyılın ortalarında başladığı için ülkedeki emek sömürüsü oranı 20. yüzyılda büyük ölçüde azalmıştır. Ancak ülkede hukukun üstünlüğünün tesisini görmek için II. Dünya Savaşı sonrasını ve General Douglas Mac Arthur tarafından hazırlanan anayasayı beklemek gerekecektir. Bu anayasa ile imparatorun yetkileri ve konumu sembolik düzeye indirilirken ülke monarşiden parlamenter demokrasiye dönüştürülmüştür. İşin önemli yanı Japonya’da parlamenter demokrasi, bu yönetim tarzını aynı dönemlerde benimseyen diğer az gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, nominal yani kâğıt üzerinde kalmamış toplumun büyük bir kesimi tarafından benimsenmiş ve savunulmuştur. Genellikle kabul edildiğinin aksine bu benimsemede ülkenin uğradığı nükleer felaketlerden çok toplumda hâkim olan dürüstlük ilkesinin rol oynadığı düşünülmeye değer bir olgudur. Böylelikle, hukukun üstünlüğü, demokrasi ve halkın onayı üçlemesiyle veya Lincoln’ın Gettysburg nutkundaki ünlü sözünde olduğu gibi “halkın halk için ve halk tarafından yönetilmesiyle” Japonya Devleti’nin ülke ile milletin bölünmez bütünlüğü üzerinde kafa yormasına gerek kalmamıştır.

Ülkenin parçalanması demokrasilerde pek gündeme gelmeyen bir konudur. Yalnızca demokratik kurallar çerçevesinde İskoçya veya Katalonya örneklerinde olduğu gibi birlikten ayrılma teşebbüsleri görülmektedir. İrlanda’nın IRA’sı veya Bask bölgesinin ETA’sı örneklerinde olduğu gibi silahlı örgütler bu platformları terk etmiştir. Aynı eğilim Güney ve Orta Amerika ülkelerinde de gözlenmektedir. Buna karşın bir dizi ülke de ulusal bütünlüklerini ulusalcı retorik ve bölünme korkusuna dayalı olarak yürütmeye çalışmaktadır. Genel olarak bakıldığında bu gruba hukukun üstünlüğünün olmadığı veya tehlikede sayıldığı bazı orta ve batı Avrupa ülkeleriyle, coğrafi tanıma bağlı olmaksızın, Doğu ülkeleri girmektedir. Yine aynı genelleme ile bakıldığında bu ülkelerin çoğunun gerçek ve ani bir bölünme veya parçalanma tehlikesi ile yüz yüze olmadıkları da görülmektedir. Bu durumda asıl korkunun bu ülkelerin bölünmesinde değil yöneticilerinin yerlerini kaybetme endişesinde kümelendiği görülmektedir. “Yerinden olma korkusu” (replacement effect) sosyal bilimlerdeki teknik bir deyimdir. Bu kavrama göre bazı ülkelerin yöneticileri yerlerini kaybetmemek için ülkenin toplumsal ve ekonomik gelişmesini bloke edebilmekte, hatta ülkenin sanayileşmesine engel olmaya kadar gidebilecek birçok tedbiri almakta tereddüt etmemektedir. Bu oldukça tartışmalı bir kavramdır ve Batının övgülerini almak isteyen bazı iktisatçılar tarafından Doğunun geri kalmışlığının neredeyse tek nedeni olarak savunulmaktadır. Bu denli abartılı bir yorumdan kaçınarak, yerinden olma korkusunun kanunla yönetilen ülkelerin yöneticilerinde günümüzde de etkisini sürdüren önemli bir etmen olduğu söylenebilir. Böyle bir kabul durumunda bu tip yöneticilerin ülkelerini çeşitli korkularla endişeye sürükleyerek yönetmelerini anlamak da kolaylaşmaktadır.

Söylemeye gerek yok ki günümüzün Batı toplumları da büyük ölçüde Aydınlanma ve Modernite ideallerinden ya uzaklaşmıştır veya uzaklaşma tehlikesi içindedir. Hukukun üstünlüğünün olduğu ülkelerin çoğunda da hukuka ulaşmak pahalı ve herkes için mümkün olmayan bir hak durumundadır. Demokrasi de benzer şekilde sorunlu durumdadır. Batı toplumlarında kitlelerin ve özellikle orta sınıfların gelirlerinin uzun süredir yükselmemesi, hatta bu sınıfların nispi olarak giderek fakirleşmeleriyle demokratik ideallerin nasıl bağdaşacağı veya sürdürülebileceği henüz çözülmemiş, hatta üzerinde yeterince düşünülmemiş, bir konudur. Böyle bir tabloda insanlığı bekleyen en önemli tehlike hukukun olmadığı Doğudan değil, hukukun önemini yitirdiği Batıdan gelecektir. Doğu ve Batının aynı hukuksuzluk düzleminde buluşması ise insanlık ideallerinin sonu anlamındadır. Belki de tarihçi Polybius’un (M.Ö. 300) kehaneti bir yerlerde saklı beklemektedir: “Demokrasiler hırsızlığın ve şiddetin hakimiyetine doğru evrilir ve bu süreç ancak despotizme geri dönülmesiyle sona erer” Demokrasilerden çok ümitli olmayan Polybius için “despot” Platon’un bilge kralının şiddet de kullanabilen daha olumlu bir hali olarak beliriyordu. Günümüzdeyse bilgelerden despotluk, despotlardan bilgelik beklemek anlamsız. Bilgelerin aynı platformda buluşmasını beklemek de çok iyimser; en azından Doğulu ve Batılı despotların aynı kulüpte buluşmamalarını umalım!

Bunları da sevebilirsiniz