Umut, neredeyse yazılı tarihin başladığı çağlardan bu yana insanlığı gündeminden düşmeyen bir olgu. Bu konudaki en çok bilinen örneklerden biri Grek mitolojisinden gelmekte; Pandora’nın kutusu öyküsü. Öyküye göre Pandora yeryüzündeki ilk kadındır. Zeus’un buyruğu üzerine Hephaestus Pandora’yı su ve topraktan yaratır. Ardından diğer tanrı ve tanrıçalar Pandora’yı hediyelere boğarlar; dokumacılığıyla ünlü Athena onu giydirir, Afrodit güzellik, Apollo müzik, Hermes ise konuşma yeteneği verir. Ancak, tragedya geleneğine uygun olarak, işler başlangıçtaki kadar iyi gitmez. Prometheus’un tanrılar katından ateşi çalması üzerine Zeus Pandora’yı Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a yanında açmaması gereken bir kutuyla birlikte hediye eder. Bu arada Prometheus da bir kayaya zincirlenip kartallar tarafından, her gün yenilenen, karaciğerinin yenmesi sağlanarak cezalandırılmıştır. Öykünün sonunda Pandora merakına yenilerek kutuyu açar ve ölüm dahil, tüm kötülükler dünyaya yayılır. Öykünün sonu anlatıcılara göre değişiklik göstermektedir. Kimi anlatıcı Pandora’nın son anda kutunun kapağını kapatarak içeride son kalan varlık olan umudun kaçıp gitmesini engellediğini söylerken, kimileri ise umudun da kötülüklerle birlikte dünyadaki yerini aldığını vurgulamaktadır ki bana mantıklı gelen açıklama bu ikincisidir.
Umut Pandora kutusunun neresinde olursa olsun her zaman kişisel veya toplumsal bir olgu halinde kendini göstermektedir. Umudun kutunun içinde kaldığına inananlar gelecek konusundaki iyimser beklentileri de kendi içlerinde keşfetmek zorundadır. Umudun kutudan çıktığına inananlar ise bu tutumlarını toplumsal ütopyalara dönüştürme eğilimindedir. Umut ve ütopya arasındaki bu toplumsal ilişki felsefede her zaman ilgi çeken bir alan olmuştur. Bu alandaki en ünlü çalışma ise filozof Ernst Bloch’a aittir. Bloch bu konuyu 1954-1959 yılları arasında yazdığı üç ciltlik “Umut İlkesi” (The Principle of Hope) isimli eserinde irdelemiştir. Bloch’a göre tüm toplumlar yüzyıllar boyunca daha iyi bir yaşamın umudunu taşımış ve bu umutlarını çeşitli ütopyalarla dışa vurmuştur. Bloch bu ütopik güdülerin şiir, müzik, tiyatro, mimari, resim ve peri masallarında izlenebileceğini öne sürmektedir. Basit masal türü ütopyalarda sonuçlar hemen kendini göstermekte, daha yüksek idealleri hedefleyen devrimci ütopyalarda ise insan üzüntüsüne tamamen son vermeyi amaçlayan kusursuz bir dünya düşlenmektedir. Bloch ayrıca içinde yaşadığımız evrenin önceden yazılmış bir kadere doğru yürümediğini söylemektedir. Bloch’a göre evrende gizli olan olanakları ancak insan irade ve emeği ortaya çıkarabilecektir. Bu nedenle evrenin kusursuzluğa ulaşması veya yok olması bütünüyle insana bağlıdır.
Ütopya konusu elbette Bloch ile birlikte ortaya çıkan bir kavram değil. Tam tersine, Bloch’un da vurguladığı gibi, tüm insanlık tarihi bu kavramla ilgilenmiştir. En ünlü örnek, adı üzerinde, Thomas More’un “Utopia” adlı yapıtıdır. İlk bilinen örnekler ise Platon’un “Cumhuriyet” ve Euhemerus’un “Kutsal Tarih” adlı eserleridir. Bu listeye 16. yüzyıldan başlayarak Tommaso Campenalla’nın “Güneş Ülkesi” Francis Bacon’ın “Yeni Atlantis” ve François Rabelais’nin “Gargantua ve Pantagruel” adlı yapıtları eklenmiştir. Umut ve ütopya ile ilgilenenler de yalnız filozoflardan ibaret değildir. Bu konuda güzel bir örneği tarihçi Eric Hobsbawm sunmaktadır. Hobsbawm bir kitabının önsözünde şunları yazmaktadır: “Oscar Wilde ‘İçinde Utopia’yı göstermeyen hiçbir harita satın alınmaya değmez’ derken şaka yapmıyordu. Burjuvazi tarafından değişime uğratılan 19. yüzyıl kesinlikle bir umut çağıydı. İnsanlar umut eden hayvanlar (hoping animals) olduğu için umuda her zaman bir yer vardır. Tüm görünüm ve ön yargılara karşın, moral ve kültürel gelişmede zayıf kalmasına rağmen maddi ve entelektüel alanlardaki ilerleme nedeniyle 20. yüzyılda bile büyük umutlara yer vardır. Umutların en büyüğü yani özgür erkek ve kadınların korku ve maddi endişelerden kurtulmuş olarak birlikte iyi bir hayat yaşayabilecekleri iyi bir toplum için de umut var mı? Niçin olmasın? Kusursuz bir toplum arayışının amacı tarihi bir yana itmek değil, tam tersine, onun henüz bilinmeyen olanaklarını tüm erkek ve kadınlara açmaktır. Utopia’ya giden yol bu anlamda, insan ırkının şansına, tıkalı değildir.”
Hobsbawm’ın bu etkileyici iyimserliği daha yakından bakılmayı hak ediyor. Hobsbawm’ın bu yaklaşımında iki unsur hemen göze çarpmaktadır. İlk olarak Hobsbawm umudu yalnızca “iyi erkek ve iyi kadın” için saklı tutmaktadır. Kötüler için umut yoktur. Bu durumda iyi ve kötü insanın nasıl ayırt edileceği sorunsalı ortaya çıkmaktadır. Bu sorunsalı ise, bir başka tarihçi, Carlo Cipolla yardımıyla çözebiliriz. Cipolla kötü insanı “kendine faydası dokunurken topluma zarar veren insan” olarak tanımlıyor. Ancak Cipolla bu durumu, biraz da mizahi olarak, çok zararlı bulmuyor. Çünkü diyor Cipolla “bu durumda toplam toplumsal hasılada bir değişiklik olmaz” Cipolla’ya göre toplum için asıl zararlı insanlar aptallar. Aptallar hem kendilerine hem de topluma zarar verdikleri için toplumsal açıdan daha zararlılar çünkü onların varlığı toplam hasılayı düşürmektedir. İyi insan ise, bu mantık doğrultusunda hem kendine hem de topluma olumlu katkıda bulunabilen bireydir ve yalnızca bu durumda toplumsal hasılada artış beklenmesi olasıdır. Bu yaklaşımdan alınacak önemli derslerden ilki kötü ve aptalların toplumsal açıdan umut etmeye haklarının olmaması, ikincisi ise eninde sonunda topluma zarar verecekleri için bu tür insanlara yardım edilmemesi gereği.
Hobsbawm’ın bizlere iletmek istediği asıl mesaj ise tarihin henüz bilmediğimiz olanaklarında yatmaktadır. Modern insanın ütopya ve umutları artık uzun dönemlidir. Kısa dönemli olanları eskinin masalları yerine bugünün kaçış edebiyatında gizlenmektedir. Uzun dönemli ütopyalar ve kısa dönemli istekler artık günümüz insanının temel paradoksudur. Günlük yaşamda uzun vadeli umutların gerçekleşeceğine ilişkin belirti çok azdır. Hobsbawm bu nedenle bizlere daha uzun vadeli bir bakış açısını yani tarihi sergilemektedir. Uzun vadeli umutlarımızın gerçekleştiğini görme olanağımız büyük olasılıkla olmayacaktır, ancak bunların geçmişte gerçekleşebildiklerini görmek büyük bir umut kaynağıdır. Örneğin tarih tüm kötü insanları sonlarının da kötü olduğunu göstermektedir. Bu nedenle bugün ortalıkta dolaşan kötü insanların sonsuza dek keyif içinde yaşayacaklarını düşünmek mantıksızdır. Aynı şekilde kötü ve emperyalist ülkeler de tabelalarında ne yazarsa yazsın bir gün gelip yok olacaktır. Tarih tüm emperyalist ülkelerin yıkılışına tanıklık etmiştir ve etmeye de devam edecektir. Unutmayalım ki en ihtişamlı çağında hiç kimse Roma İmparatorluğunun tarih sahnesinden silineceğini düşünemezdi. Daha yakın tarihe göz atarsak, benzer şekilde Sovyetler Birliğinin çökmesi de öngörülemezdi. Aynı kader tüm kötü devletler, insanlar ve kurumlar için de geçerli olacaktır.
İçinde bulunduğumuz çağın tüm insanları zaman zaman karamsarlığa ittiği bir sır değil. Bu karamsarlığın bütünüyle kişisel kurgularımızdan kaynaklandığını ileri sürmek de mümkün değil. Neredeyse gezegendeki tüm insanların ortak kaygıları var. Ortak kaygıların başında ise ne olduğu ve boyutları hâlâ tam anlaşılamamış olan büyük bir ekonomik güç karşısında duyulan çaresizlik ve güvensizlik gelmektedir. Karamsarlığın boyutları ve şiddeti de ülkeden ülkeye değişmektedir. Ekonomi pastasından daha büyük paylar alan ülkelerin vatandaşları doğal olarak daha az karamsar ve daha fazla umutludur. Arada kalmış bir ülke olarak bizlerin karamsarlık veya iyimserliği ise uzun vadeli olmaktan çok gündeliktir. Farklı ülkelerde değişik şekillerde ifade edilen umudun, beklentiler paralelinde, kültürlere yansıması da değişiklik göstermektedir. Doğu kültürlerinde umut kolaylıkla tevekkül ve boyun eğmeye yani umutsuzluğa dönüşürken, Batıda insanlara en kötü durumda bile direnme ve umut etme alışkanlığı aşılanmaktadır. Bu konudaki en iyi örnek İngilizlerin ünlü “Her gri bulutun gümüş bir astarı vardır” (Every grey cloud has a silver lining) özdeyişidir sanırım. Bu özdeyişe temeli olarak John Milton’ın 1634 tarihli bir şiiri gösterilmekte. Şiirin ilgili bölümü şu şekilde:
Yanıldım mı, yoksa bir kara bulut
Gösterdi mi gümüş astarını gecede?
Yanılmadım; Bir kara bulut var
Gecede gümüş astarını ortaya çıkarıyor,
Ve, bu fidan demetinin üzerinde bir pırıltı sergiliyor.
Bu özdeyişin yaşantımda çok önemli bir yeri olduğunu itiraf etmeliyim. Bu deyim sayesinde umutsuz anlarımda kaldırım taşlarını sayarak yürümek yerine gri bulutlardaki gümüşi pırıltıları aramaya başladım. Evet, Hobsbawm haklıydı; bizler umut eden hayvanlarız. Yılın bu döneminde ülkenin her yerinde gri bulutlar var ve dolayısıyla mevsim o bulutlardaki gümüş ışıltılarını keşfetmemiz için çok uygun. Üstelik yeni bir yıl da giderek yaklaşıyor. Yalnız ülkemizdeki değil tüm dünyadaki iyi erkek ve kadınlara mutlu ve umut dolu bir yıl diliyorum.