Yalnızlığın Sesi

Yalnızlık toplum halinde yaşamaya başladıktan sonra insanlığın yüz yüze kaldığı en eski olgularından bir tanesi. Yalnızlığın paradoksal ve dramatik yönü genellikle kalabalıklar içinde gerçekleşmesi. Toplum içinde yaşamak iletişim ve ilişki kurmayı kendiliğinden ortaya çıkarmamaktadır. Tam tersine, toplum içinde yaşamak bireylerin hissettiği yalnızlık duygusunu daha da şiddetli hale getirebilmektedir. Bir başka paradoks da Robinson Crusoe gibi yaşayan bir insanın yalnızlık hissetmesinin kesin olmayacağıdır. Robinson’un Cuma sayesinde yalnızlıktan kurtulduğunu öne sürmek de doğru olmayabilir. Robinson Cuma’yı eşyalaştırarak kendini tek başına yaşamaya mahkûm etmiş ancak bundan fazla bir rahatsızlık da duymamıştır.

Bireysel yalnızlığa oranla üzerinde az durulan bir diğer tür ise toplumsal yalnızlıktır. İnsanlık tarihinin uzun yüzyılları boyunca halk kitleleri egemen kitleler karşısında sessiz ve yalnız bırakılmıştır. Bu sessizliğin kırılması ise ancak Aydınlanma Çağı ve Fransız İhtilali ile mümkün olabilmiştir. Aydınlanma, Immanuel Kant’ın deyimiyle, insanlığa akla aykırı düşen zincirlerinden kurtulma ve düşünmeye cesaret etmesinin önünü açmıştır. Fransız İhtilali ise toplumlara egemen sınıflar olmaksızın kendilerini yönetebileceklerini göstermiştir. Böylelikle Batı toplumları bir yandan büyük bir uyanış diğer yandan da toplumsal cesaretin ön plana çıktığı Moderniteye doğru hızlı ve emin adımlarla yol almaya başlamıştır. Modernitenin en önemli özelliği, Fransız İhtilalinden başlayarak, sessiz toplumların sesi olmasıdır. Bu ses yalnızca meydanlar, gazeteler ve meclislerde yankılanmamıştır. Bu ses Aydınlanmanın en büyük evladı ve bestecisi Ludwig van Beethoven’ın Dokuzuncu senfonisinde en seçkin haline yükselmiştir.

Op. 125 Dokuzuncu Senfoni ilk kez Viyana’da 7 Mayıs 1824 tarihinde Theater am Kärtnertor’da seslendirilmiştir. Sonradan yıkılan bu binanın yerinde günümüzün, aynı isimli kekleriyle ünlü, Hotel Sacher’i yükselmiştir. Besteci bu senfonide Friedrich Schiller’in “Ode to Joy” (Neşeye Övgü) isimli şiirini kullanmıştır. Dokuzuncu Senfoni, diğer klasik senfonilerde olduğu gibi, dört bölümlüdür. Ancak Beethoven Dokuzuncu Senfoniyi, klasik formatın aksine, senfoni içinde senfoni şeklinde bestelemiştir. Dördüncü bölüm, kendi içindeki dört bölümüyle, başlı başına bir senfoni şeklindedir. Beethoven bu bölüm başlığına “Presto; Allegro molto assai (Alla marcia); Andante maestoso, Allegro energico, sempre ben marcato” notlarını koymuştur; eser “hızlı (marş şeklinde), görkemli bir yürüyüş temposunda ve hızlı ve enerjik” çalınmalıdır. Dördüncü bölümün ilk bölümü ağır bir havadadır. Sanki Aydınlanma öncesi karanlık çağlar tasvir edilmektedir. Klarnetler ürkekçe senfoninin ünlü ana temasının ilk notalarını çalar ve ağır havayı biraz yumuşatır. Ardından baslar büyük bir ağırbaşlılıkla melodinin tamamını çalar ancak bu ezgide de Beethoven’ın istediği görkem ve neşeden eser yoktur. Baslardan sonra eserde görevli dört vokalistten biri olan bariton, Beethoven’ın yazdığı dizeleri okuyarak korolu bölüme giriş yapar: “Dostlar, bu seslerle değil! Bunların yerine daha hoş ve neşelilerini kullanalım” Bunun ardından Schiller’in şiirinin ilk oktavını söyler. Koro bu ilk oktavı ürkekçe tekrarlar. Eserde hala Beethoven’ın istediği görkem ve marş havası bulunmamaktadır.

İkinci bölüm “Froh, wie seine Sonnen fliegen” mısrası ile başlar. Koro artık coşkulu, müzik ise görkemlidir nihayet. Beethoven bu etkiyi “Türk Müziği” ile yaratmıştır. Türk Müziği, Batılı bestecilerin Yeniçeri ve Mehter müziğinden etkilenerek 18. yüzyılda davul, çelik üçgen ve zil üçlüsüyle yarattıkları bir marş formudur. Sonunda besteci mesajını verebilecektir: “Milyonlar kucaklaşın!” Senfoninin son bölümü de tekrar Türk Müziği eşliğinde, enerjik ve coşkulu olarak sona ermektedir. Bu senfoni Beethoven’ın insanlığa adadığı bir manifestodur. Artık yüzyıllardır tanımadıkları krallar tarafından yönetilen kitleler değil birbirlerinin ve kendilerinin farkında olan bireylerin oluşturduğu milyonlar vardır. Üstelik bu milyonlar belirli bir coğrafya, din veya etnik grupla da sınırlı değildir; sevginin birleştirdiği tüm bireyler sözü edilen milyonların içindedir. Yalnız olduğunu sanan milyonlar da seslerine kavuşmuştur sonunda. Yedi Mayıs 1824 akşamındaki bu konser sadece bir manifestodan ibaret değildir. Sevgi, neşe ve insanlığa adanan bu senfoni ile o akşam Greklerin trajik çağı da son bulmuştur. İnsanlık, bugün Modernite olarak tanımladığımız, daha güzel ve daha umut dolu bir çağa doğru yönelecektir.

Ne yazık ki tarih 19. yüzyıl boyunca bu umutları doğrulayacak olaylar yazmadı. Bu yüzyıl ihtilaller, ayaklanmalar ve anlamları hâlâ tartışmalı savaşlarla geçti. Kral ve kraliyetlerin yerini imparator ve imparatorluklar aldı. Bu değişim ise daha büyük ve kitlesel savaşlar halinde kendini gösterdi. Yirminci yüzyılda da durum daha iyiye gitmedi. Bu yüzyıl tarihin gördüğü en büyük iki savaşa ve insanların milyonlar halinde ölümüne tanıklık etti. Diğer yandan, geleceğini Modernite ve kalkınmaya bağlayan toplumlar da ekonomik sistemin giderek artan duyarsızlık ve dışlayıcılığı karşısında umutsuzluğa kapıldı. On dokuzuncu yüzyıl sonuyla 20. yüzyıl başlarında bu konudaki umutsuzluğun iyice belirginleştiği görülmektedir. Söz konusu dönemde bir yandan iş adamları ve etkili oldukları devletler tarafından temsil edilen ekonomik sistem giderek güçlenirken diğer yandan da kitleler hızla kendilerini bir araya getiren ortak bağlardan uzaklaşmaya başlamıştır. Sermayedar olmayan hemen hemen herkes sıradan insan haline gelmiştir bu dönemde. Bu konudaki en önemli çalışmalardan birini Thorstein Veblen’e borçluyuz. Veblen 1919 yılında yayınlanan “The Vested Interests and the Common Man” isimli kitabında bu drama dikkat çekmektedir. Veblen’e göre kapitalist sistemde artık insan ögesine yer kalmamıştır. Kapitalizmin tek amacı mümkün olan en az şeyi verme karşılığında insanların tüm parasını almaya odaklanmıştır. Siyasi gücü olmayan sıradan insanların ise bu saldırı karşısında yapabilecekleri fazla bir şey bulunmamaktadır. İlk büyük savaştan sonra yazılan bu kitaptaki kötümserliği ardından gelen 1929 büyük ekonomik krizi ve II. Dünya Savaşı da doğrulamaktadır. Beklenmedik gelişme ise II. Dünya Savaşının ardından gelen “Yüksek Modernite” dönemidir.

Yüksek Modernite genel kabul görmüş haliyle 1945-1975 yılları arasındaki dönemi tanımlamaktadır. Bu dönemde geçmiş savaşların ve ekonomik felaketlerin getirdiği yıkımı önlemek amacıyla bir dizi uluslararası sözleşme imzalanmış ve birçok yeni kurum yaratılmıştır ki Avrupa Birliği bu kurumların en önemlilerinden biridir. Bu dönemin belirleyici unsurları ekonomik kalkınma ve gelişmeye uluslararası boyutta önem verilmesi, siyasi katılımın genişlemesi ve özellikle sendikacılığın yaygınlaşmasıdır. Sendikal haklar bu dönemde sıradan insanın geleceğe daha umutla bakmasını sağlamıştır. Umut öylesine yaygın ve normal bir hale gelmiştir ki 1950’li yıllar dünya çapında bir bebek patlamasına tanıklık etmiştir. Bu yıllarda doğanlar Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) hâlâ “baby boomer” olarak adlandırılmaktadır. Bu dönemin klasik siyaset bilimi açısından önemli özelliklerinden biri de kamu-özel alan ayrımının özellikle Batı dünyasında belirginleşmesidir. Refah düzeyi yükselen ve siyasi platformlarda sesini duyurabilen sıradan insanların kamusal alandaki önemleri de bu gelişmelere paralel olarak artmıştır. Böylelikle sıradan insanlar bir zamanlar dışlandıkları kamusal alana tekrar dönme olanağı bulmuştur. Bu dönem 1975 yılında aniden son bulmuştur. Bu sona, elinde yeterince teknik eleman bulunmadığı için ABD’nin Post-Fordist üretime geçememesinin neden olduğu söylenebilir. Post-Fordist üretim kişiselleştirilebilen üretim anlamına gelmekte ve kişiselleştirilemeyen ürünlerin üretildiği Fordist kitle üretiminden bu konuda ayrılmaktadır. ABD’nin bu yeni üretim modeline ayak uyduramaması nedeniyle ülkede bir yandan sanayisizleşme ve dolayısıyla sendikal zayıflık başlarken diğer yandan da halk kitleleri siyasi ilgilerini yitirmeye başlamıştır. Bu gelişmeler halkın kamusal alandaki etkinliğini zayıflatırken tekrar ve giderek yalnızlaşan insanların varlığı başka bir alanın daha su yüzüne çıkmasına neden olmuştur.

Bu yeni alan elbette kendiliğinden veya birtakım kurumların çalışmasıyla ortaya konmamıştır. Tam tersine bu özgün düşünceyi Alman asıllı bir ABD’li düşünüre, Hannah Arendt’a borçluyuz. Arendt, kamu-özel alan ayrımının gelişen dünya için çok basit kaldığını fark etmiştir. Arendt’a göre insanlar bir yandan giderek yalnızlaşmakta diğer yandan da kapitalizm tarafından sürekli olarak karar alma mekanizmalarından dışlanmaktadır. Bu nedenle Arendt insanların özel alanlarındayken bile kimseyle paylaşmadıkları başka bir alanlarının olduğunu saptamış ve bunu “öznel alan” (intimate sphere) olarak adlandırmıştır. Arendt’a göre her şeyin paylaşıldığının düşünüldüğü özel alanlarda, evlerde örneğin, eşler, çocuklar ve diğer akrabalar aslında kendi öznel alanlarında yaşamakta ve bu alanı kimseye açmamaktadır. Artık insanların şikâyet konusu yalnızlık olmaktan çıkarak yalnız kalamamaya dönüşmüştür. Yalnızlığın ve öznel alanın bu denli ön plana çıkması sonucunda kamusal alan da birey açısından önemini yitirmektedir. İnsanlığın bu durumunu en erken fark edenlerden biri de Jean Paul Sartre’dır. Sartre, biraz da teşvik ederek, “Tek başına olduğunda yalnızlık hisseden bir insanın kötü bir arkadaşı vardır” demektedir.

Modernite ve Beethoven ideallerinin doğrusal bir gelişme göstermeyerek insanlığın bugünkü yalnızlığına ulaşmasını görmek üzücüdür. Daha da üzücü olanı insanların kamusal alanı yüzyıllardır karşısında mücadele ettikleri güçlere terk etmesidir. II. Dünya Savaşı sonrasında büyük umutlarla kurulan birçok örgüt gerçek işlevini yerine getirememiştir. Sonuçta milyonlar tekrar sessiz yalnızlığına geri dönmüştür. İletişimin böylesine gelişmiş olduğu bir dünyada toplumların yalnız bireylerden oluşması doğal değildir. Peki, Pandora’nın son anda kutuda tutmayı başardığı umut hâlâ bir yerlerde gizli mi? Öyle olduğunu umalım.

Bunları da sevebilirsiniz