Aşk Nerede? Ya Şiir?

Cinselliğini aşk zannedenlerin çoğunlukta olduğu bir dünyaya girdik. Nedeni ortada, cinselliğin “aşk” olduğunun açıktan propagandası yapılıyor. Ve bu propaganda fizyolojinin baskınlaştırılması pahasına yapıldığından insanların duygu dünyasında bir körelmeye, kütleşmeye doğru gidiş oluyor. Apatik kişilikler çoğaldığı ölçüde toplumun bunu olağan görmesi de kolaylaşıyor. Duyarsızlaşan ve duygusuzlaşan insan topluluklarına kapı açıldı.

Cinselliğin bombardımanı altındaki insanlar, yalnız sevişmeye yarayan aşklar yaşıyorlar. Cinsellikle ilgili yaşayacakları sorunlarla çok daha yüksek boyutlarda ve anormal şekillerde karşılaşıyorlar. Cinsellik sorunlarını çözmekten çok, bu sorunların ağırlaştığını görüyorlar. Aşk yüksek bir duygu olmaktan çıkmış, sevgiye ihtiyaç kalmamıştır.

Fizyolojinin duygu sanılması, fizyolojik tatminsizliklerin de tutku sanılmasına yol açıyor.

Bu yeni süreç, insan sağlığı ile ilgili yepyeni olgulara yol açtığı gibi, toplum sağlığı ile illgili yeni sorunlara da yol açıyor.

Bu yazdıklarıma ilişkin örnekleri, olayları sıralamayacağım. Ruhumuzu karartan yaşananlar, o ölçüde çarpıcı ki, sorunun çok boyutlu olarak anlaşılmasını önlemektedir. Bu noktada önemli olan, duygu-tutku-aşk-sevgi-cinsellik sarmalında insanın acizleşmesi gerçeğini ve bunun özünü görebilmektir. Yöntem, bizlere, bu durumun her yerde aynı şekilde yaşanmakta olup olmadığını düşündürecektir, insansoyunun, tarihte ilk kez mi böyle bir durumla karşılaştığını akla getirecektir. Böylece akıl-insan ilişkisindeki özellikleri, bozuklukları ve nedenleri yakalayacağız.

Bağıntı, insansoyunun aklını kullandığı, kullanabildiği ölçüde sorunun hafiflediğinde, kullanamadığı ölçüde ise ağırlaştığındadır. Burada doğallıkta müdahalelere açılan durumlar, doğallığa karşı yürütülen mücadeleler sözkonusudur. Akıl kullanılmıyorsa, kullanılamıyorsa, kötülük ve istismarın önü açıktır.

Aslında çağımızın büyük sorunu olan şeylerin son yüzyılların eseri olduğunu sanmamamız gerekir. Ancak bugün sorun, sorunların yaygınlık kazanmasındadır. Hastalık her zaman vardır, ama salgın dönemlerinde hastalık başka türlü bir şey haline, afet haline gelir. Bugün yaşananlar, her zaman olan ama artık bütün toplumu saran salgınlar, felaket düzeyinde yaygınlaşmalar durumundadır. Elbette salgından kurtulup yaşayanlar hep olmuştur. Çünkü tarihteki en büyük salgınlar bile en fazla toplumun yarısını, belki yarınsından biraz fazlasını götürmüş, “kalan sağlar”la hayat devam etmiştir. Yani her şey kolayca bitmez!

Gelişen teknolojinin getirdiği sorunlar (trafik kazaları, sanayi zehirlenmeleri, üretim atıkları kirlenmeleri, radyoaktif etkilenmeler) dışında modern çağların toplumsal ve bireysel sorunlarının önemli bir kısmı geçmişte de, hatta her zaman vardı.

Örneğin, zorlama ve yasaklar, özellikle Orta Çağ Avrupasında insan ve toplum sağlığını bozmuştu. Avrupa’da bütün toplumlar tek dinli, tek inançlı olmaya zorlanmıştı, kitleler öğrenme, düşünme, birey olma, hayatını doğallıkla yaşama yasaklarıyla karşı karşıyaydı. 1 İnsanın kendisine ve geniş kitlelelere eziyetinin doğallıkla bağdaşabilir ve açıklanabilir bir tarafı var mıdır? Cinsellik, utançsa, günahsa ve hatta cinsellik suçsa, akıl bir yerlere kaçıp saklanmamış mıdır?

Örneğin, bugünlerde dinsel yönlendirmelerle, insanlar kendilerine baskı uyguladıkları gibi, kendilerinden olanlara bile şiddet uygulayabilmektedir. Din adına kendini zora sokmanın, din için terörcü olmanın akılla açıklanabilir bir tarafı var mıdır? 2 Elbette her zaman vardı ama düşman yaratma nın, tanımadığı insanları düşman yapma nın, aklını kullanmayan insanların işi olduğunu görmemiz gerekir.

Örneğin, gene günümüzde en yüksek düzeye çıkmış moda-marka tutkusu, gösteriş merakı aklını kaybetmenin karşılığı değil midir? Bireyciliğin yüceltilmesi, farklı ve üstün olmaya çalışmanın, sınıf atlamaya çalışmanın ve kariyer-unvan arayışlarının nedeni olmuştur. Herkes “en” olamaz; ama herkes her şeyin “en”i olma yolundadır, en güçlü, en zengin, en kurnaz, en güzel; mümkün mü, akılla bağdaşabilir mi? Kadınların ve erkeklerin kendileri de reklam öznesi olmuştur. Kadınlar ve erkekler, hatta çocuklar, her şeyleriyle teşhir-reklam konusudur. Reklamların yönlendirdiği toplumların insanlarının akıllarını kullanan insanlar oldukları düşünülebilir mi? Belirli merkezlerden üretilen, insana, doğaya aykırı politikaların kitlelerce savunulması ve benimsenmesi, aklın ayaklar altına alındığından başka bir şey göstermekte midir? İnsanların hayatlarının biçimlendirilmesine razı olmaları aklın kullanılmadığının kanıtı sayılmaz mı? Kendini dayatan ve benimsetmeye çalışan sistem, aklın olduğu yerde bunu başarabilir miydi?

Hiç elimiz değmese de, hatta hiç kendi gözümüzle görmemiş olsak bile, silah, günlük yaşamımıza girmiş bulunuyor. Barışın silahlandırdığı toplumları gözlemekte ve barışın savaştırdığı insanları izlemekte, “barışın şiddeti”ni yaşamaktayız.

Ya savaş? Hiç bitmedi ki.

Şartlar nasıl annenin çocuğuna sağlıklı bağlılığını bozuyorsa, gene şartlar, insanların birbirlerine, insanların karşı cinse bakışını ve davranışını da bozmaktadır.

Yoksulluk, çözümsüzlük ve çaresizlik annelik duygusunu zedelemekte, bozmaktadır. 3 Cami veya karakol kapılarına bırakılan, sokaklara terkedilen çocuklar, toplumsal bir sorundur, toplumun bozulmasıdır ama aynı zamanda insanın doğasının bozulması demek değil midir? Ne olmuştur o annelere, ne olmaktadır?

Daha yukarıda açıklananlar yokluk ve yoksulluğun üstüne eklendiğinde, insanların birbirlerine, özellikle erkeklerin kadına davranışı bireysel olmaktan çıkıp toplumsallaşma felaketine evrilmiştir. Sınırlarımız dışına çıktığımızda toplumların ve ülkelerin birbirlerine karşı duygu ve davranışları küresel felaketlerin örnekleri olur.

Kadını yalnız cinsel bir nesne olarak gören erkek, kadınla, dünyanın insana özgü en güzel ve en yüksek duygularını ve eylemini yaşamak yerine, en kötü, en zararlı, en korkunç, en vahşi, en acımasız ilişkisini yaşamaktadır. Tecavüz, taciz, aşağılama, şiddet, yaralama, öldürme, her türlü baskı, kadın-erkek ilişkilerinin neredeyse esası haline gelmiştir. Bütünleşme, birbirinin yarısı olma, birbirini yok etmeye yönelik davranışlara dönüşmüştür. Bunlar, günümüzde Türkiye’de, utanmazlık ve pişkinlikle harmanlanmış durumdadır. Olamazlıkların bu olağanlaşmasını, toplumumuz, sessizliğiyle umursamamakta, neredeyse onaylamakta ve özendirmektedir.

“Medya”nın rolü üzerinde de durmak gerekir. Bütün yönleri ve gücüyle medya, toplumun silahlanmasına ve şiddet kullanmasına çanak tutmakta, heves duymasını sağlamakta, adeta her türlü olumsuzluğun ve hastalıklı hallerin reklamını yapmaktadır. Kavga, bağırtı, baskı, entrika, şiddet, vahşet “haber saatleri”nin en önemli temaları, dizilerin ve filmlerin olmazsa olmazlarıdır. Yasa dışılığın, ahlak dışılığın meşrulaşması ve olağanlaşması, akıl dışılığın iktidarını ilan etmesinden başka nedir?

Bu sıraladıklarımızIn dünyayı zehirlemekte, doğayı tahrip etmekte, insanı bozmakta olan bir “uygarlık” olduğu bilinmektedir ama, bu “uygarlığın” sorgulanmasına bir türlü sıra gelmiyor. Bugün Batı denilen, Batı dediğimiz insanlığın bir parçası, sistemiyle bunun sorumlusu ve üreticisidir.

Küreselleşme birörnekleşmeye yol açmaktadır, ama kötülükte ve olumsuzlukta birörnekleşmeye. Otomobilin gitmediği bir toplum kalmamıştır, ama reklamın olmadığı, modanın bilinmediği, uyuşturucunun yaygınlaşmadığı, borsa-iflas açmazının çalışmadığı, cinsellliğin ayağa düşürülmediği bir toplum da yoktur. Küreselleşen yalnız üretim ve teknoloji değildir, düşünme ve yaşama şekli de, algılama ve duygu dünyası da küreselleşmektedir. Merkezinin “Batı” olduğu ahlaksızlık, yasa dışılık, entrika, şiddet vb. gibi her şey küreselleşmiştir.

İtiraz edecekleri ikna etmeye çalışmayacağım, ‘hırsızın hiç mi suçu yok’ demekle yetineceğim.

İnsan aklı, insanlığın aklını başına getiremiyor. Bilim insandan kopmuş, labaratuvarlara ve cihazlara hapsolmuştur.

Şiddetle ve patolojiyle sarmalanmış cinsellik, “özgürlük toplumları”nda “kişisel seçim”lere indirgenmiş ve propagandasıyla reklamı yapılan bir sektöre dönüşmüştür.

Sevgi yokluğu ve yoksunluğu, ilgi uyandıran ama özenilen bir konudur. Küçümsenen “sevgi”, işlevsizleşmiştir.

Aşk nerede; ufalmıştır, hayatımızdan uzaklaşmış ve çıkılması zor olan bir çukurda debelenmektedir. Aşk sözcüğü bile ayağa düşmüştür.

Hayata hoyratlıktan, doğaya düşmanlıktan, insana saygısızlıktan rahatsız değil misiniz?

Bu arada şiir de can çekişiyor. Ne yapsın, aşkın bittiği yerde şiir ayakta kalabilir mi?

Ama insan direnir, şiir de.

İnsan direnir, aklıyla, namusuyla.

Şiir direnir, ama artık aşka güzellemeyle değil, aşkın bitişine isyanla.

Kayıp cennetlerin yeniden keşfi gerekiyor!

1  7. yüzyıldan sonra Avrupa’da dinsel merkez ve yöneticiler tarafından din adına kitlelere, araştırmak, tartışmak, konuşmak, öğrenmek, düşünmek, gülmek, sevmek, sevişmek, hayattan zevk almak ve hatta yıkanmak yasaklandı. Hastalıkları iyileştirmeye çalışmak Tanrıya karşı gelmekti, çünkü hastalıklar, Tanrının günahları cezalandırmasıydı. Bunların pratikteki anlamı, toplumun her bakımdan gelişmesini ve ilerlemesini önlemek, sağlıklı yaşamasına engel olmak, kitlelere hayatı zehir etmekti.

2  Burada, dinsel bakımdan gereklidir diye çıplak sevişmemenin şart olduğunun bile açıklanması gibi akıl dışılıklar ile insan öldürmek için terör örgütüne katılmak ve cani olmaya can atmak şeklindeki sağlıksızlıklar kastedilmektedir.

3  İçinde bulunulan olumsuz toplumsal şartlar içgüdüleri bile zorlamakta, annelik işlevsizleşmektedir. Yaşam kalitesinin en düşük düzeyi, tarih boyunca bırakalım aile ve kadın-erkek ilişkilerini, anne-çocuk ilişkisini bile parçalayabilmektedir. Öyle ki, belirli bir yerde, belirli bir tarihi dönemde anneler çocuklarını “sevememektedir”ler. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Elisabeth Badinger, Annelik Sevgisi / 17. Yüzyıldan Günümüze Bir Duygunun Tarihi , Afa Yayınları, İstanbul 1992.

Bunları da sevebilirsiniz