Dünya Basınından Türkiye / Ortadoğu

13 Eylül 2017

Al Jazeera- Katar

Galip Dalay

İran ve Türkiye Gerçekten Yakınlaşıyor mu?

Türkiye ve İran ilişkileri, her zaman basmakalıp nitelendirmelerden uzak olmuştur. İki komşu, hiçbir zaman doğrudan bir ittifak, kavga, işbirliği ya da rekabet içinde olmamıştır. Aslında, ilişkileri, her zaman bu öğeleri eş zamanlı olarak barındırmıştır. İlişkinin bir yanının ya da diğer yanının ağır bastığı zamanlar olmuş ve bu durum, iki ülke arasındaki işbirliğinin doğasına ve geleceğine yönelik daha fazla tartışma, anlaşmazlık ve kafa karışıklığını beraberinde getirmiştir.

Şimdilerde de böyle bir dönemden geçiyoruz. İran Türkiye ilişkileri, bugünlerde, bir ittifak değilse bile, işbirliği yönünde ilerliyor gibi görünüyor. Ancak böyle bir niteleme yapabilmek için henüz çok erken.

Son zamanlarda, Ankara ve Tahran arasındaki diplomatik trafik yoğunlaşmış gibi duruyor. Daha geçtiğimiz Ağustos’ta, İran Genel Kurmay Başkanı Muhammed Hüseyin Bagheri başkanlığında büyük bir askeri delegasyon, Ankara’yı ziyaret etti ve hem kendi mevkidaşları hem de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüştü.

Diplomatik aktivitelerdeki bu artış, Ortadoğu’daki tehdit algıları ve endişelerdeki çakışma bağlamında değerlendirilebilir. Yine de, Türkiye ve İran’ın, Irak ve Suriye’deki çıkarları çatışmayacaksa bile farklılaşmaya devam edeceği için, [diplomatik ilişkilerdeki bu yoğunluğa] olduğundan fazla anlam yüklememeli.

Ortak endişeler

Son zamanlarda İran ve Türkiye arasındaki bu yakınlaşmayı kolaylaştıracak pek çok ortak endişe ortaya çıktı. Özellikle iki etken çok önemli…

Her şeyden önce, Arap Baharı sonrasında bölgedeki düzeni kurma mücadelesi, Ankara ve Tahran’da gerginliğe neden oldu. Bu mücadelenin en açık ifadesi, son Körfez krizinde sergilendi. Ne İran ne de Türkiye, bu krizi yalnızca Katar ve Körfez Arap ülkeleri arasındaki bir kriz olarak gördü.

Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Mısır cephesi, Trump yönetimi ve İsrail tarafından desteklenen ayrıca Ürdün tarafından hoş karşılanan yeni bir bölgesel düzen kurmaya çalışıyor. Bu cephenin mantıki ötekisi, siyasal İslam ve dolayısıyla Türkiye ayrıca açıktan ilan edilen düşmanı da İran… Sonuç olarak, bu yeni bölgesel düzen, eğer kurulursa, iki bölgesel gücün çıkarlarına da zarar verecek.

Türkiye de İran da, Suudi liderliğindeki bloğun Katar’a karşı hamlelerine karşı çıktı. Aslında, krizin başlarında, İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, başka konuların yanı sıra Körfez’de neler olduğunu da tartışmak için Türkiye’ye önemli bir ziyaret gerçekleştirdi.

İkinci olarak, Arap Baharı sonrası bölgesel düzen mücadelesi diğer bir mücadeleyle, Irak ve Suriye’nin IŞiD sonrası geleceğini belirleme mücadelesiyle, kesişti. IŞİD, Levant’ta ve Irak’ta ne kadar çok toprak kaybederse, o toprakları kimin kontrol edeceğine yönelik rekabet de o kadar artıyor.

İki konu, Türkiye ve İran’da endişeye neden oluyor: ABD politikasının belirsizliği ve Kürtler’in siyasal hedefleri. İran, ABD’nin dikkatini IŞİD’den İran’a kaydırıp kaydırmayacağını gergin biçimde bekliyor. Öte yandan Türkiye ise, ABD’nin Kürtlerle ilişkisini ve Suriye’deki bu işbirliğinin nihai hedefini çözememekten rahatsız.

Her iki ülke de, ABD’nin Suriye politikasının amaçları konusunda endişeleniyor. Kürtler’in Irak’ta devlet kurması ve Suriye’de özerklik kazanması olasılığı ve bunun Türkiye ve İran’daki Kürt nüfusa da sirayet etmesi olasılığı, her iki başkentte de gerginliğe neden oluyor.

PYD başkanlığındaki Suriye Kürt bloğunun, Suriye’de önemli bir aktör olarak belirmesi, Türkiye’yi Suriye politikasını gözden geçirmeye zorladı. Bu durumda Türkiye için, Suriye’de rejim değişimindense, Suriye Kürtlerinin kazanımlarını geriletmek daha öncelikli oldu ve bu yeni strateji Türk- Amerikan ilişkilerindeki en sorunlu konu haline geldi.

ABD ve PYD arasında, IŞİD’in, Kürt kenti Kobani’den çıkarılması sürecinde, Eylül 2014 ve Şubat 2015 arasında, kurulan işbirliği, PYD’nin silahlı kanadı olan YPG’nin omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kurulmasıyla daha somut bir zemin buldu.

Türkiye tarafından PKK’nin uzantısı ve ulusal tehdit olarak görülen PYD, bu işbirliği aracılığıyla topraklarını genişletti, uluslararası tanınma ve meşruiyet kazandı ayrıca askeri teçhizat elde etti. Ankara, ABD’nin SDG’yi IŞİD ile savaşta, Kürt çoğunluğun yaşamadığı bölgelerde bile temel güç olarak kullanmasını, Washington’un Suriye Kürtlerine verdiği uzun vadeli sözün kanıtı olarak değerlendiriyor. Bir anlamda, Türkiye için, bu bölgelerin IŞİD-sizleştirilmesi, SDG-lileştirilmesi ya da PYD-leştirilmesi anlamına geliyor.

İran da Kürtlerin siyasal hedeflerinden, özellikle de Irak Kürtlerininkinden endişeli. Irak Kürdistanı’nın bağımsız olması, İran’ın üzerinde büyük etkisinin olduğu Şii ülkesi Irak’ın statüsünü, nüfus, coğrafya, hidrokarbon zenginliği ve su kaynakları açısından düşürebilir. Bağımsız bir Irak Kürdistanı, Batı’ya, Türkiye’ye, İsrail’e ve muhtemelen Körfez ülkelerine, İran’dan daha yakın olacaktır.

Kürtlerin devlet kurması, İran için önemli iç sorunlara da neden olabilir. İran’ın Kürt nüfusunun ve partilerinin Irak Kürdü akrabalarıyla olan bağları, Türkiye Kürtleriyle olan bağlarından daha sağlam. PKK’nın İran kolu olan PJAK dışındaki tüm Kürt örgütleri, Irak Kürt partileri ile derin tarihsel bağlara sahip. Aslında, İran Kürt partilerinin, KDP-I ve sol kanat Komala’nın-liderleri Irak Kürdistanında yaşıyor.

Farklılaşan çıkarlar

Yine de, bu paylaşılan endişeler, İran ve Türkiye ilişkilerinde paylaşılan çıkarların olduğu anlamına gelmez. Her iki ülke de Kürtler’in devlet kurmasından endişelense de, çıkarı PKK-PYD tehdidini en aza indirmekte olan Türkiye için, KDP’nin siyasal hedefleri daha katlanılabilir.(Her ne kadar Ankara, son bağımsızlık çıkışına karşı olsa da, kuzey Suriye’de PKK yanlısı bir özerk bölgeye göre, [KDP] çok daha az tehlikeli.)

İran içinse tam tersi geçerli: Irak Kürdistanının kopmasının, İran’ın Irak politikaları için kötü sonuçları olur ve [İran] bunu önlemek için ne gerekiyorsa yapar. PKK ve PYD’nin Suriye’deki mevcudiyeti ise, bir baş ağrısından başka bir şey değildir.

Türkiye, Mesud Barzani’nin KDP’sinin başını çektiği muhafazakâr milliyetçi Kürt akımı ile ittifak kurmuş iken; Marksist milliyetçi PKK’nın, İran ve İran’ın Irak merkezi hükümeti gibi müttefikleri ile bağları olmuştur.

İran’ın, ABD ile olan ortaklığı ve bölgedeki kontrolünden rahatsız olmasına rağmen PYD ile soğuk barışı sürdürmesinin nedeni budur. Bu politikanın yansıması sonucunda ise, İran ve PKK’nın İran kolu olan PJAK, 2011’de ilan ettikleri ateşkesi sürdürmektedir.

İran ve Türkiye’nin, Irak’taki Kürt sorununun dışında da çelişen çıkarları var. Ankara, Irak’ın merkezileşmesi ve mezhepleştirilmesi sürecinden rahatsız olmuştur. Aslında Ankara, Irak Kürdistanının yayılmacı hedeflerine karşı Irak merkezi hükümetinin güçlendirilmesini destekliyor. Ancak bu aynı zamanda, daha fazla devlet gücüne sahip olan Şii grupların güçlenmesi ve mezhep politikalarını domine etmesi anlamına da gelebilir. Nitekim bu durum, ülkenin güvenlik yapısında hâlihazırda mevcut olan bir eğilim…

Bu süreç, 2006 ve 2014 yılları arasında iktidarda olan, İran yanlısı, politikaları muhtemelen İran tarafından desteklenen Nuri el Maliki döneminde tam anlamıyla gerçekleşmekteydi. Tahran şimdilerde de, Irak merkezi hükümetinin mezhepçi politikalarını ve IŞİD’den temizlenen bölgelerde Şii militanların kullanılmasını destekliyor. Bu durum, Türkiye’nin Irak’taki müttefikleri olan Iraklı Sünniler ve KDP’nin kışkırtılması riskini de beraberinde getiriyor.

Ankara ve Tahran’ın Suriye’deki çıkarları da çelişiyor. Türkiye Şam’da rejim değişikliği çağrısı yapmayı bırakmış olsa da, muhalefetin topyekûn ortadan kaldırılması noktasında değil. Rejim gibi İran da, muhalefete olabildiğinde fazla zarar verilmesi taraftarı… Aynı zamanda, Kürt yayılmasını kullanarak, Türkiye’yi rejim ile bir kanal açması konusunda ikna etmek de hayli zor.



Bunları da sevebilirsiniz

Bir cevap yazın