Bir Kedi Bir Martı Bir İstanbul

Sevda sende değil, sevdiğinde olurmuş.
İstanbul bir sevdaydı bende.
İstanbul vazgeçti kendinden…

Sabah aklıma geliverdi Can Yücel’in “Sevgi Duvarı.” Sonra bu şiirle tanışmama neden olan o güzel şarkıyı mırıldanmaya başladım. Ezgi’nin Günlüğü’nden… Bir hüzün kapladı içimi. İstanbul sokaklarında dolanır gibi…

“Saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi. Yalnızlığım benim çoğul türkülerim. Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi…”

İstanbul şiirlerinden değildir oysa “Sevgi Duvarı”. Ama bana İstanbul’u hatırlattı bu sabah. Belki bugün yazacağım yazının konusunu “çarpık kentleşmenin geri dönülmez sonuçları” olarak planladığımdan…

Açtım boş, beyaz sayfayı. Parmaklarım basamadı, eleştirmekten yılmayan düşüncelerimin tuşlarına. Yazıverdi ellerim: “Sevda sende değil sevdiğinde olurmuş. İstanbul bir sevdaydı bende. İstanbul vazgeçti kendinden…”

Neresinden tutup yazılır İstanbul? Perasından mı, Modasından mı, Adalarından mı? Dün olsa, Göksu’daki kayıktan, Kapalıçarşı’dan… Bugünü yazacaksan kalabalığından, trafiğinden, kirliliğinden… Oysa benim hiç tanımadan özlediğim, büyürken hikâyelerini dinlediğim o İstanbul’a “Örtün evet, ey felaket sahnesi… Örtün artık ey şehir; Örtün ve sonsuz uyu ey dünyanın koca kahpesi!” dememiş miydi Tevfik Fikret?

Ne yani, hep mi böyleydi İstanbul? Hep mi karanlık, hep mi sefil?

Böyle değildi kuşkusuz. Belki “felaket sahnesiydi” o zaman da. Yani ölmekte olan koca deccal çırpınırken kök saldığı saraylarda. Vatan bir ülküyken, şairlerin kaleminde… Kurtuluş umudu, Anadolu’yken, İstanbul “felaket sahnesiydi”. Ama böyle mi? Görmesem de biliyorum. Değildi.

Yaşayan bir şeyler vardı. Tarih yaşıyordu mesela. Tarih nasıl yaşar? O tarihi yapanların izleriyle. Ayasofya’yla, Sultan Ahmet’le… Bu izler, dört başı mamur salınırken zaman tünelinin sokaklarında, yaşar tarih. Şimdilerde boğuluyor her nefesinde. Biz Sirkeci’den Beyazıt’a her çıkışımızda ölüyor. Bab-ı Ali’nin kaldırımlarında yalın ayak kağıt mendil satan çocukların her adımında; Kapalıçarşı’nın yerlerini süpüren kara çarşafın altında; çember sakalların, lastik çarıkların homurdanan seslerinde; çürüyen üniversite kütüphanelerinde; Eminönü’ndeki ter kokusunda; eserlerin duvarlarına yazılmış her adın baş harfinde ölüyor tarih.

Yeşil yaşıyordu, mavi yaşıyordu mesela. Görmeden bildiğim İstanbul’da… Gülhane’deki ceviz ağacı kim bilir kaç ceviz verdi biz farkında olmadan? Boğaz sırtlarında kaç defa açtı erguvanlar? Boğaz’ın mavi boncuklu suları nasıl da kavuşurdu Karadeniz’e, nasıl da karışırdı Marmara’ya. Şimdilerde yeşil de mavi de soldu. Şimdilerde köprüler… Köprülerin namlusu, eli baltalı hainler… Gökdelenler, gökyüzünün çuvaldızı. Deniz, geri istiyor sahillerini, her yağmurda caddeleri döverek. Temmuz ortasında, asırların çınarları devriliyor, el yapımı yıldırımlardan. Daha fazla beton, daha fazla bina, daha fazla insan, daha fazla düşman doğaya…

Kültür yaşıyordu mesela. Sergiler, bianeller, turist kazıklamalık kalitesiz atölyeler değil kültür dediğim. Kapı komşun Eleni’nin Paskalya’sı, Efraim’in Yom Kippur’u yaşıyordu. Anuş’un topiği, üçüncü sınıf meyhanelerde erkek muhabbetine meze olmuyordu. Baylan’da şairler şiir yazıyordu. Vapura binenler, sabahları “günaydın” diyordu birbirine. “Düzgün” Türkçesi’yle meşhurdu İstanbul’un beyefendisi, hanımefendisi. Kanlıca’ya fotoğraf çekmek için değil yoğurt yemek için gidiyordu insanlar. Çiçek Pasajı’nda kadını erkeği ağzıyla rakı içiyordu. Haykırmıyor, mırıldanıyordu: “Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık…”

Şimdilerde İstanbul’un kültürü, metrobüse sağ salim binip inebilmek, köprü trafiğinde 1 saat kontak kapatmak. Film izlemeye Emek’e değil, Zorlu’ya gitmek. Gitmek zorunda kalmak…

İstanbul’u İstanbul yapan, insanıydı en çok. İnsan olan. İnsanı yaşıyordu İstanbul’un. Varsılı yoksulu aynı Boğaz’a bakıp, aynı denize olta atıyordu.

Bir kediler kaldı dünden bugüne, bir de martılar.

Saymıyor ölüp ölüp dirilttiklerini İstanbul.

Vazgeçti kendinden.

İstanbul, ben vazgeçtim senden.

Bunları da sevebilirsiniz