Yaşamın Kıyısında Beklerken

Bir zamanlar Anadolu’da dünyanın en büyük üç kütüphanesinden ikisi bulunmaktaydı. Bergama ve Efes Celsus kütüphaneleri. Üçüncüsü de ünlü İskenderiye kütüphanesiydi. Bergama kütüphanesi MÖ 197-159 yılları arasında kurulmuş. Günümüzde kullanılan parşömen (charta pergamena ) sözcüğünün de Bergama’dan kaynaklandığına inanılıyor. Celsus Kütüphanesi ise MS 100-110 yılları arasında Gaius Iulius Aquila tarafından babası Senatör Tiberius Iulius Celsus adına yaptırılmıştır. Aquila’nın kütüphanenin görkemli olması için hiçbir masraftan kaçınmadığı Roma’dan ustalar getirmiş olmasıyla anlaşılmakta. Dışarıdan iki katlı görünen kütüphanenin doğu yüzünde dört tanrıça heykeli yer almaktadır. Bunlar sırasıyla Sophia (bilgelik), Episteme (bilgi), Ennoia (kader) ve Arete’dir (erdem). Bu dört heykelden ikisi kulağa tanıdık gelir. Sophia, philosophia (filozofi) sözcüğünün içinde adı geçen tanrıçadır. Episteme ise adını epistomolojiye yani bilgiyi araştırma disiplinine vermiştir. Episteme’nin, dolayısıyla epistomolojinin, sonradan ortaya çıkan iki kardeşi daha vardır. İlki, St. Thomas de Aquinas’ın ortaya attığı ontoloji (varlık bilim), ikincisi ise metodolojidir (yöntem bilim). Ontoloji Aquinas’ın ortaya attığı biçimde uzun ömürlü olmamıştır. Uzun süre metafizikte varlığını sürdürmüş, günümüzde ise bir konu hakkında kullandığımız kavramların araştırılması, eleştirilmesi ve yaratılması şeklinde önemli bir yere sahip olmuştur. Metodoloji tartışmaları ise Descartes’ın “Discourse on Method” (1637) isimli kitabından bu yana canlılığını korumaktadır. Türü ne olursa olsun her türlü bilimsel araştırma ve gelişme bu üç disiplinin ölçütleri içinde çalışmak zorundadır.

Ancak, bu üç disiplinin sadece filozoflar veya bilim adamları tarafından kullanıldığını veya kullanılması gerektiğini düşünmek yanıltıcıdır. Bu kavramlar insan yaşamının en kritik anlarında veya dönemlerinde kurtarıcı olabilecek denli öneme sahiptir. Bireylerin pek çoğunun yaşamında birşeylerin bittiği anlar vardır ve bu anlar kimi zaman çok uzun sürerek an olmaktan çıkar. Adeta uzun süren bir yolculuğun sonunda kıyıya ulaşılmış ve yapacak başka birşey kalmamıştır. Neyin veya nelerin bittiği de açıklanamaz çoğu kez. Ortada sadece bir bitmişlik duygusu hakimdir. Bir savaşın, mücadelenin kazanılıp kazanılmadığına veya bir amacın gerçekleşip gerçekleşmediğine bile karar verilemeyen anlardır bunlar. Aslında savaş kazanılmıştır ancak galipte bir zafer sevinci de yoktur. Kazanılan savaşın istenmeyen bir savaş veya bin bir güçlükle tırmanılan duvarın aslında yanlış duvar olduğunun anlaşılması bu paradoksun nedenleri arasında sayılabilir. Bu noktada insanın söz konusu açmazını en iyi açıklayan iki yazar; William Morris (1834-1896) ve Oscar Wilde’a (1854-1900) değinmek gerekiyor. Morris şöyle açıklıyor bu açmazı: “Bütün bunları düşündüm; insanlar bir şey uğruna savaşıyor ve mücadeleyi kaybediyor, buna rağmen uğruna savaştıkları şey gerçekleşiyor, ve gerçekleştiğinde onların istediği şey olmadığı anlaşılıyor, ve sonra başka insanlar başka isimler altında onların istediği şey için mücadele etmek zorunda kalıyor.” Wilde da konuya benzer bir karamsarlıkla yaklaşıyor: “İnsan yaşamında sadece iki trajedi vardır: ilki insanların istedikleri şeylerin gerçekleşmemesi, diğeri ise gerçekleşmesidir.” Konunun ironik yanı hem başarı hem de başarısızlık durumlarında insan yaşamının açıklanamayan bir durgunlukla karşı karşıya kalması. Bu durgunluk eninde sonunda insanı yaşamın içinde mi dışında mı olduğunu kestiremediği bir nihilizme de sürükleyebilir. Bu noktada önemli olan olgu nihilizmin bir neden değil sonuç olmasıdır.

Kendini artık yaşamın kıyısında hisseden insanın bir çok şeyi sorgulaması kadar sorgulamaması da olağandır. Hangi yöne gidileceği çoğu kez raslantılara veya aniden akılda oluşan kıvılcımlara bağlıdır. Bu ikincisi özellikle önemlidir. Aniden aklımızda çakan şimşekler aslında o anın değil, bilinç altının uzun süredir analizini yaptığı sorunların sentezidir ve bu nedenle raslantılardan daha önemlidir çünkü kişiyi daha akılcı bir yöne sürükleyebilirler. Yaşamın sorgulanmasındaki en önemli aşama nereden başlanacağı sorusunun yanıtındadır. Bu aşama ise öncelikle doğru sorunun sorulması ile başlar. Yanlış sorulara doğru yanıtlar alınamaz. Örneğin, niçin bir savaşın gereksiz olduğu ancak bittikten sonra anlaşılabiliyor? Veya, niçin yanlış duvar ancak üzerine çıkıldıktan sonra fark edilebiliyor? Akılcı bir insanın bunları ilk aşamalarda sorgulaması gerekmez mi? Bu sorgulamaların zamanında yapılamamasının en önemli nedeni hemen hemen tüm kararlarımızın kişisel ve toplumsal ön yargıların etkisinde olması. İkinci, ve daha önemli, neden ise yaşamımızı ve yaşadığımız olguları zamanında epistemolojik ve ontolojik analizlere tabi tutamamamız. Bu analizlerin yokluğu yaşadığımız anı, olguları veya insanları zamanında değerlendirmemizi önleyen en önemli nedenler. Bu yazının amacı hiç kimseye epistemolog veya ontolog olmasını önermek değil. Elbette bu alanları okumaktan kimseye zarar gelmez, ancak söz konusu kavramların günlük yaşamımızdaki amatörce kullanımı bile çok yararlı olabilir. Diğer yandan, elimizde bu üç alanı günlük yaşamlarında bol miktarda kullanan filozof ve bilim adamlarının diğer insanlardan daha mutlu olduğuna ilişkin hiçbir bulgu yok. Hatta tam tersini iddia etmek de mümkün.

Yaşamı gerektiği gibi sorgulayan ve sorgulamayan insanların benzer kıyılarda buluşması açıklanması güç bir paradoks oluşturur. Paradoksların çoğunun kaynağı algılama hatalarıdır. Bu nedenle yaşamı sorgulayan ve sorgulamayan insanların aynı kıyıda olma olasılığının düşük olması gerektiği düşünülmeli. Büyük ihtimalle her iki grup da kendi öznel ve yalnız kıyılarında yaşamaktadır. Diğer bir paradoks da günlük yaşamlarındaki ön yargılar ve tutarsızlıklar konusunda filozoflar, sanatçılar ve sıradan insanlar arasında büyük farklar bulunmamasıdır. Bunlara insani sorunlar açısından Doğu ve Batı farkının incelmesini de ekleyebiliriz. Her şeyden önce sorunlarımız ağırlaştığında bunları epistomolojik, ontolojik ve metodolojik açılardan incelememiz gereği kaçınılmaz. Bu inceleme için filozof olmamız da gerekmez; doğru soruların peşinde olmak ve sorularımızı sorgulamak yeterlidir. Bizleri yaşamın kıyısına iten en önemli nedenlerden biri de kişileri, kurumları, kavram ve inançlarımızı gerçekte olduklarından daha önemli bir yere koymamızdır. İçimizdeki aidiyet ve bir yerlere, birilerine tutunma duygusu bu kişi ve kurumları yüceltmemize yol açar. Gerçekten öyle olmadıklarını anladığımızda ise yaşamdan elimiz çekeriz bir süreliğine. Sonra araştırma başlar.

Araştırma ile birlikte sorunlar da başlar. Sorun yalnız neyi ve nasıl araştıracağımız değildir. Nerede araştıracağımız daha önemlidir. Batı ve Doğu arasındaki kültür farkı önemli ve görünenden daha derindir. Batıda araştırma yapacak bir insanın ilk durağı en yakınındaki kütüphanedir. Bu durakta da yapması gereken ilk iş kütüphaneciye ilgi veya sorgu alanını söylemektir. Bundan sonra kütüphaneci, başvuranın bilgi seviyesine göre, her türlü görsel ve işitsel malzemeyi kullanıma sunar. Bunu Ocak ayında bazı kongre ve konferanslara katılmak için bulunduğum Chicago’dan örnekleyebilirim. Kaldığım otel kent merkezindeydi ve Chicago Public Library’ye bir blok uzaklığındaydı. Chicago Public Library aslında bir kütüphane sistemi. Kent içine dağılmış 79 şubesi bulunuyor. Otelin yakınındaki kütüphanenin merkezi (Harold Washington Library Center) ve ABD ölçülerindeki bir bloğu kaplıyor. Chicago’da yanılmıyorsam otuzdan fazla üniversite ve üniversite kütüphanesi var. Kısacası Chicago’da ortalama her üç kilometrede bir kütüphaneye rastlamak mümkün. Ben her gün Harold Washington Library Center’a uğruyordum. Giriş katı “Popular Library” olarak düzenlenmiş. Vakit geçirecek bir kaç saatiniz varsa bu bölümde günlük gazete ve dergileri, polisiye romanları veya ansiklopedileri okuyabiliyor veya DVD seyredebiliyorsunuz.

Bunları ülkemizde yapabilir miyiz? Ülkemizde bir üniversite kütüphanesine girebilir miyiz? En son ne zaman bir kütüphaneye gittik? Daha da kötüsü, en son ne zaman bir kütüphaneye gitme gereksinimi duyduk? Kaçımızın evinde bir kütüphane var? Yanıtlar ne yazık ki çok cesaret verici olmayacak. Üstelik söz konusu ettiğim ülke bir zamanlar topraklarında dünyanın en büyük iki kütüphanesini barındırmış bir coğrafyada. Okuma istatistiklerimiz de daha iyi durumda değil. Kişi başına bir yılda okunan kitap sayısında gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler arasında en altlarda yer almaktayız. Bu konudaki sıkıntılar sadece kütüphanelerle de sınırlı değil. Örneğin belirli alanlarda uzmanlaşmış kitapçılar da az ülkemizde. Kitaplar, kütüphaneler ve okumanın önemi sadece bizim kişisel gelişimimizle veya bizi yaşamın kıyısında beklemekten kurtarmakla sınırlı değil. Toplum olarak, insanlık olarak geleceğimiz de buna bağlı. Harold Washington Library Center’ın birinci katındaki duvarda yazılı sözleriyle T. S. Eliot açıklamış bunun nedenini: “Kütüphanelerin varlığı insanlığın geleceği için hala ümit taşıyabilmemizin en iyi kanıtıdır.”

Bunları da sevebilirsiniz