Duyguların Sözcükleri

Duygularımız, duyarlılığımızla paralel olarak, neredeyse sınırsız. Ancak, bunları ifade edecek sözcüklerimiz o denli sınırsız değil. Bu sözcükler kullandığımız dil veya dillerin dağarcığı ile sınırlı. Dilimizde o duyguyu açıklayacak bir sözcüğün olmaması ise elbette o duyguyu yaşamadığımız anlamına gelmiyor. Sorun da zaten burada başlıyor; duygularımızı ifade edemediğimiz zamanlarda nasıl iletişim kuracağız? Kuşkusuz her dilde çoğu duyguyu ifade edecek bol sözcük var, fakat bazı diller bu açıdan daha zengin. Bu zenginliğin bazı Anglo-Sakson araştırmacıların dikkatini çekmesi üzerine bunlar İngilizcede olmayan duygu ifade eden sözcükleri araştırmaya karar vermiş. Bu araştırmacılardan biri Doğu Londra Üniversitesinden Tim Lomas. Lomas geliştirdiği “Pozitif Leksigografi Projesi” ile dünyanın çeşitli yörelerinden olumlu duyguları ifade eden sözcükleri bulup bunların gündelik hayatta kullanılmasını sağlamaya çalışıyor. Bulduğu bazı ilginç sözcükler şunlar: Desbundar (Portekizce) eğlenirken utangaçlığı atma hali, gigil (Takalog) birisini severken sıkma isteği, dadirri (Avustralya yerlileri) saygılı, dikkatli ve mütefekkir bir şekilde dinleme, shinrin-yoku (Japonca) ormanda yıkanmanın verdiği rahatlama duygusu.

Diğer araştırmacılar ise Douglas Adams ve John Lloyd. Bu ikili 1983 yılında Liff’in Anlamı: Henüz Herhangi bir Sözcükle İfade Edilmeyen Şeyler sözlüğünü yayınlıyor. Bu kitaptaki bazı ilgi çekici sözcükler de şunlar: Tingo (Paskalya Adası) komşunun evinden bazı eşyaları ödünç alıp geri vermemek yoluyla tüm malını iç etmek, iktsuarpok (Eskimo dili) biri gelsin diye beklerken duyulan öfke, Backpfeifengesicht (Almanca) yumruklanmayı hak eden bir surat. Bu birkaç örnek de gösteriyor ki her kültür doğayı ve sosyal ortamı farklı şekillerde algılayıp bunlara yine aynı farklılıkta önemler atfediyor. Bu atfetme de o dildeki sözcükler olarak karşımıza çıkıyor. Duygular konusundaki bu kültürel çeşitlilik davranışlar konusunda da geçerli. Çok basit olarak algılandığı için dikkati çekmeyen ve bu nedenle sözcüklendirilmeyen birçok davranış, dağarcığı geniş dillerde kendisine bir karşılık bulabiliyor. İngilizce ve Almanca bu konuda en önde gelen diller. Gramatik olarak çok güçlü ancak sözcük dağarcığı açısından o denli iddialı olmayan Türkçe ise bu açıdan zayıf doğal olarak. Dilimizde dadirri, shinrin-yoku tingo sözcüklerinin olmaması bu duyguları yaşamadığımız anlamına da gelmiyor. Bunları yaşıyor ancak sözcükle ifade edemiyoruz. Diğer yandan, bazı yaşamsal önemdeki sözcükler ise Türkçe’de büsbütün yok. Bu yazının amacı söz konusu bazı sözcükleri tanıtmak ve tartışmak.

İlk sözcük Almancadan gelme schadenfreude . “Başkalarının üzüntüsünden sevinç duymak” anlamını taşıyor. Birçok Batı dilinde böyle bir kelime yok. Bu nedenle sözünü ettiğimiz sözcük Batı dillerine olduğu gibi geçmiş, özellikle İngilizcede kullanımı çok yaygın. Birçok dilin aslında çok yaygın olan bu duyguya bir sözcükle karşılık vermemesi çok ilginç. Bunun nedeni bu olumsuz, hatta çok kötü duygunun, kültürel ve sosyal olarak inkâr edilmesinde yatıyor olabilir. Elbette böyle bir inkâr bu duygunun o toplumda hiç yaşanmadığı anlamına gelmemekte. Tam tersine çok yaygın olarak yaşandığı şeklinde bile yorumlanabilir. İkinci sözcük İngilizceden; tantalise . Bu sözcük Grek mitolojisindeki Tantalus’un öyküsünden alıyor kaynağını. Tantalus başlangıçta Zeus’un masasının sürekli konuklarından biridir Olympos dağında. Ancak bir gün Zeus’un konukseverliğine ihanet eder ve masadan, halkına götürmek üzere, ambrosia ve nektar çalar. Tanrıların kızgınlığı üzerine cezalandırılmaktan korkan Tantalus, oğlu Pelops’u kurban etmeye karar verir. Bir gün Pelops’u öldürüp parçalara ayırdıktan sonra kazanda pişirir ve tanrılara verdiği bir ziyafette oğlunu ikram eder. O sıralarda dalgın olan Demeter dışındaki tanrılar durumu fark ederek ziyafetten ayrılır. Ardından tanrılar büyük bir kızgınlıkla Tantalus’u-Sisyphus ve Prometheus’a yaptıkları gibi-sonsuz bir işkenceye mahkûm eder. Tantalus, yarı beline kadar üzerinde meyve ağacı olan bir göl kıyısına zincirlenir. Fakat her susadığında gölün suları çekilir, acıkıp uzandığı zamanlarda da meyve ağacının dalları kendisinden uzaklaşır. Tantalus’un öyküsünden esinlenen tantalise sözcüğü de zamanla İngilizcede ümit işkencesini ifade etmeye başlar.

Dilimizde olmayan üçüncü sözcük ise sarcasm . Batı görmüş insanlarımız arasında da “sarkastik davranmak” olarak kullanılmaya başlandı bir süredir. Redhouse bu sözcüğün karşılığını “iğneleyici ve küçümseyici söz, acı söz, istihza” olarak veriyor. Sözcüğün etimolojisine bakıldığında ise daha derin bir anlamla karşılaşılıyor. Sözcüğün kökeni antik Grekçedeki sarkophágos . Latinceye ise sarcophagus olarak geçmiş. Oradan da Latince kökenli diğer Batı dillerine yayılmış. Dilimizde de bu sözcük, özellikle arkeologlar arasında, “sarkofagus” olarak yaygın bir kullanıma sahip. Sarkofagus, Grek uygarlığında lahitler için kullanılan bir bileşik sözcük. Sárx “et” phágos ise “yemek” anlamına gelmektedir. Tam anlamı da “et yiyen” olmakta. Sözünü ettiğimiz uygarlık, lahitlerinde ölülerin et ve diğer sıvılarını yavaşça emerek dışarı atan kireç taşları kullandığı için onları böyle adlandırmayı uygun görmüş. Bu nedenle sarcasm ’ın veya sarkastik davranmanın gerçek anlamı da “bir insanla etlerini yırtarcasına, tırmalarcasına alay etmek” olmaktadır.

Bu üç duygu ve sözcük de doğrudan veya dolaylı olarak bir dördüncüsü ile ilgili. O duygu da kıskançlık. Kıskançlık ve olası toplumsal sonuçları konusunda elimizde yeterli ve erişilebilir sosyolojik araştırmalar yok. Erişim engelinin başlıca nedeni, geri kalmış, ya da bizim kullanmamız gereken doğru deyimle geri bıraktırılmış toplumlar (Batının riyakârlığından başka bir şey olmayan bilim dışı “gelişmekte olan ülkeler ve/veya toplumlar” deyimini özellikle kullanmıyorum), hakkındaki sosyolojik çalışmaların yoğunlukla Batılı istihbarat kurumlarının koordinasyonunda o ülkelerin önde gelen üniversiteleri tarafından yapılması ve sonuçlarının kamuya açıklanmaması. Bu konudaki ilginç çalışmalardan biri Amerikalı siyaset bilimci Edward C. Banfield tarafından gerçekleştirilmiş. Banfield muhafazakâr ve oldukça tartışmalı bir siyasi kişiliğe sahip. Banfield geri kalmış toplumların sosyal yapılarını incelemek için 1955 yılında Güney İtalya’daki Chiaromonte köyüne giderek orada ailesi ile birlikte uzun süre yaşıyor. Bulgu, gözlem ve analizlerini de 1958 yılında yayınladığı The Moral Basis of a Backward Society isimli kitabına döküyor. Banfield bu çalışmasında toplumsal geri kalma ve fakirliğin büyük ölçüde “sadece kendi çıkarını düşünen, aile merkezli, sosyal çıkarları aile çıkarı için feda etmeye hazır ve ortak çıkarlar etrafında buluşamayan insanlar” nedeniyle ortaya çıktığını savunuyor. Bir diğer gözlemi de geri bıraktırılmış toplumlarda kıskançlığın bir sosyal davranış örüntüsü olarak yadırganmaması, hatta insanların davranışlarını buna göre ayarlamaya çalışmaları.

Günümüzde geri bıraktırılmış toplumların üzerinde gezen toplumsal mahşerin bu dört atlısını-schadenfreude, tantalising, sarcasm ve kıskançlık-günlük yaşamın her aşamasında görmek mümkün. Bu dört atlıyı elbette Banfield’ın düşündüğü gibi geri kalmışlığın temel nedenleri olarak kabul etmek mümkün değil. Ancak, cehalet ile birlikte geri kalmışlığın kaçınılmaz sonuçları oldukları kuşku götürmez. Geri kalmışlık veya geri kalmaya zorlanmak ise 19. yüzyıl emperyal politikalarının doğal ve acımasız sonucu. Öte yandan, artık ülkemizin de içinde olduğu, bugünün Orta Doğu coğrafyasına sadece şöyle bir göz atmak bile sözünü ettiğimiz yıkıcı duyguların toplumları nasıl çürüttüğünü, hatta geri kalmalarına neden olan emperyal politikaların bu rolünü unutturmaya kadar gidebildiğini gösteriyor. Peki, geri kalmış ülkelerin elleri bu kadar temiz mi? Emperyal ülkelerden bu denli baskı gelirken onlar ne yaptılar? Elbette elleri temiz değil. Bu baskıların ortasında onlar da aydınlarını yok ederek sürece katkıda bulundu. Bu nedenle son iki yüz yıllık süreç, kısaca söylemek gerekirse, eğitimsiz toplulukların eğitilmesi mümkün olmayan toplumlara dönüşme evrimidir.

Tekrar duygulara ve sözcüklere dönelim. Bunların toplumsal açılımlarını bir yana bırakıp bireysel sonuçlarına bakarsak farklı bir durum görebilir miyiz? Yani, sözcük dağarcığı son derece geniş ve belki de bu nedenle duygularını kontrol edebilen bir insan bu dağarcığı kısıtlı bir başka insan ile iletişim kurabilir mi? Böyle bir iletişim kurulabilse bile sürdürülebilir mi? Ya da sözcük dağarcığı göreli olarak daha zayıf olan taraf yaşadığı ancak anlamlandıramadığı duygularla karşı tarafa ve karşılıklı iletişime ne denli zarar verebilir veya, belki de, ne denli olumlu katkıda bulunabilir? Sözcüğe kavuşamayan duygularımız elbette sadece olumsuzlardan ibaret değil. Bu soruların yanıtları Modernitede aranmalı. Modernite mümkün olduğu kadar fazla insanı önce Aydınlanma platformunda toplayıp sonra yurttaşlara dönüştürerek birbirini anlayan bireylerden oluşan toplumlar yarattı. Aydınlanma ve Modernite ile birlikte sözlük ve ansiklopedi çalışmalarının paralel gitmesi de bu nedenle tesadüfi olmaktan uzak. Bu çağa Voltaire ve Samuel Johnson sözlükleriyle Diderot ise ansiklopedisi ile damgalarını vurarak bilginin geniş kitlelere ulaşmasını sağladı. Üniversitelerin katkısını ise bu yazının alanı anlatmaya yetmez.

Birbirlerini anlamayan, ve dolayısıyla yurttaş da olamayan, insanlardan oluşan toplumlar bugünün Pre-Modern coğrafyasını oluşturmakta. Sorunun yanıtı çözümü de beraberinde getiriyor: Eğitimi yalnız bilgi transferi olarak görmeyi bırakarak “İnsan” yetiştirmeye odaklanmak ve Moderniteyi bıraktığımız yerden tekrar yakalamak. Osmanlı İmparatorluğunda ilk üniversitenin (Darülfünun-bugünün İstanbul Üniversitesi) 1900 yılında kurulduğunu düşünürsek Rönesans, Reformasyon, Aydınlanma ve Modernitenin doğuşunu yüksek öğretim kurumları olmadan geçiştiren bir devletin batışına veya Batılıların elinde oyuncak oluşuna bırakın şaşırmayı öykünmeyi bile hemen bırakmamız gerekiyor. Üniversitesi olmayan bir ülkenin dilini Arapça ve Farsça sözcüklerle doldurmasını da aynı nedenle yadırgamamak gerekir. Bu bakış açısı, Cumhuriyet döneminde dilimizde arzulanan gelişmelerin sağlanamamasının sorumluluğunu da ilgili kurumlardan çok üniversitelerimizin ve kendi deyimlerini üretemeyen mesleki kuruluşlarımızın karnesine kötü not olarak bırakıyor. Üniversitelerimizin niçin insan odaklı eğitim veremediği sorusunun yanıtı ise başka bir incelemeye kalıyor.

Bunları da sevebilirsiniz