Denize Düştük ‘Şangay Beşlisi’ne Sarılalım

Türkiye’nin dış ilişkileri açısından oldukça ilginç bir dönem geçiriyoruz. Aslında son 14 yıldır, Türkiye’de cumhuriyet dönemi dış politikasının genel eğilimlerinden hayli farklı, hatta çoğu zaman bu genel eğilimlerle çatışacak nitelikte bir dış politika sürdürüldüğü Dağarcık Türkiye’de olduğu gibi, başka mecralarda da sıklıkla dile getirildi. Yaz aylarından bu yana, Türkiye’nin iç politika alanındaki yoğunluk, gündemimizi oldukça fazla meşgul etse de; dış politika alanında da, iç gelişmelerle yakından bağlantılı, hayli sıcak bir gündem var. Bu sıcak gündemin başlıklarına şöyle bir bakarsak, Suriye’de sürdürülen Fırat Kalkanı harekâtının; Musul’un kurtarılması operasyonlarına Türkiye’nin katılımının istenmemesi kapsamında Irak ile yaşanan sorunların; ABD ile Fethullah Gülen’in iadesi konusunda yaşanan gerilimin; AB ile Türkiye’deki OHAL koşulları nedeniyle su yüzüne çıkan anlaşmazlıkların ön plana çıktığını söyleyebiliriz. Özetle, Türkiye komşuları tarafından işgalci bir devlet olarak, yarım asırlık sözde müttefikleri açısından da her zamankinden daha fazla baskıcı, anti-demokratik ayrıca da tahmin edilemez bir diktatörlük olarak görülüyor. Yani tablonun pek de hoş olmadığını söylemek için âlim olmaya hiç gerek yok.

Kasım ayının sonlarında, yukarıda özetlemeye çalıştığımız tabloya tuz biber ekecek bazı gelişmeler yaşandı: Türkiye cumhurbaşkanı, “Türkiye’nin Şangay Beşlisi içinde yer alması, çok rahat hareket etmesini sağlar.” açıklamasında bulundu. Bu bağlamda Rusya ve Çin’den gelen orta şekerli açıklamaların ardından, Şangay İşbirliği Örgütü’nde (ŞİÖ) diyalog partneri statüsünde bulunduğu halde, ŞİÖ Enerji Kulübü’nün 2017 dönem başkanlığına, oybirliği ile Türkiye seçildi. Bu gelişmenin hemen sonrasında ise, Avrupa Birliği Parlamentosu, Türkiye-AB müzakerelerinin “geçici olarak” durdurulması yönünde, hukuki bağlayıcılığı “şimdilik” olmayan bir karar aldı. Bu son iki gelişme, Türkiye’nin, bağımsızlık, kendine yeterlilik, üretim ekonomisi olma hedefleri açısından dünyadaki yerinin Avrasya olduğunu düşünenler tarafından büyük bir sevinçle karşılandı. Türkiye’nin, Batı emperyalizminden, NATO’dan kurtulması gerektiği, bağımsız Atatürk Türkiyesinin en yakın müttefiklerinin Avrasya ülkeleri olması gerektiğini düşünen birisi olduğum halde, bu son gelişmelere ihtiyatlı yaklaşmak gerektiği düşüncesindeyim. Bu uzun girizgâhtan sonra, bu düşüncemi temellendirmeye çalışacağım.

Bugünkü Türkiye Atatürk Türkiyesi değildir

Türkiye’nin dış politikada yüzünü Avrasya’ya çevirdiği ve bunun çok olumlu bir gelişme olduğu savına ihtiyatlı yaklaşmak gerektiği konusundaki düşüncemin temelini oluşturan unsur Türkiye’nin bugün Atatürk Türkiyesi olmadığı gerçeğine dayanıyor. Bu gerçeği anlamak için ufacık bir tarih bilincine sahip olmak yeterli aslında. 1920’de kurulan ve 1923’te kurulduğu ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti elbette bağımsızlıkçıydı. Ancak 1920’ler ve 1930’ların Türkiyesinde iklim bugünkünden o kadar farklıydı ki… Bağımsızlığın “anlamlı” olacağı bir gelişme, kalkınma, ilerleme iklimi hâkimdi tüm ülkede. O günün gelişmiş ülkelerindekinden geri kalmayacak bir medeni kanun yürürlüğe konulmuş; kadınlar, pek çok Batı ülkesindeki kadınlardan daha önce seçme ve seçilme hakkı kazanmıştı. Eğitim öğretim seferberliği ile bilgi toplumsallaşıyor; okullarda, tam anlamıyla bilimsel, çağdaş, laik bir eğitim veriliyor; öğrencilerin yalnızca bilgiyle değil, bilinç ve beceri ile de donanmasını sağlayacak bir eğitim veriliyordu. Anadolu’nun kentlerinde fabrikalar kuruluyor, üretim yapılıyor, toplumun hemen her kesimi, bir türden üretimin parçası kılınıyordu.

Evet, Atatürk “bağımsızlık karakterimdir” diyebilecek kadar bağlıydı bağımsızlık ülküsüne, ülkesini de bu ilke çerçevesinde kalkındırmaya baş koymuştu. Yurtta ve dünyada barışın sağlanması, tarihsel bir amaç olarak ortaya koyuluyordu. O günlerde Türkiye, önder bir ülkeydi. Batı emperyalizmi altında ezilmiş ülkelerin bağımsızlık savaşlarına yol gösterecek bir ulusal kurtuluş savaşında galip gelmişti Türkiye. Halifenin cübbesi, ulemanın sarığı, fesi altında ezilmiş bir halkı ortaçağ taassubundan kurtarmaya önderlik etmiş, bütün Doğu halklarına örnek olmuştu Türkiye. Ortadoğu ve Asya’da modernleşmenin öncüsü olarak dikkate alınır bir ülke haline gelmişti.

Yaklaşık on yıl önce savaştığımız Yunanistan’ın lideri Venizelos 1934 yılında Mustafa Kemal Paşa’yı Yakındoğu’da barışın tesis edilmesine sunduğu katkı gerekçesiyle Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterebiliyordu. Türkiye, uluslararası silahsızlanma konferanslarına katılıyor, uluslararası bilimsel kongrelere ev sahipliği yapabiliyordu. Türkiye önderliğinde, İran, Irak ve Türkiye arasında, daha sonra Afganistan’ın da dâhil olacağı Sadabat Paktı imzalanabiliyordu. Anlayacağınız, o günlerde Türkiye, Batı’da da Doğu’da da saygın bir ülkeydi, dünyanın saygı duyduğu bir önder ile temsil ediliyordu.

Bağımsızlık, mevcudiyetin Batı’ya da Doğu’ya da göbekten bağlı olmadığı bir koşulda değerlidir. O günlerde değerliydi bağımsızlık Türkiye’de… Bugün ise her şey ne kadar farklı…

Bugüne bir göz atalım. Türkiye’de medeni kanunun fiiliyatta hiçbir geçerliliği kalmamıştır bugün. Neredeyse her gün ya bir kadın cinayeti haberi ile ya da tecavüz, taciz ve fiziksel-sözlü şiddet haberi ile gündem sallanıyor. Çocuk tacizcilerini aklamak için yasalar önerilebiliyor bugün bu ülkede. Laik, bilimsel eğitimden eser kalmadı. Bilim yuvası olması gereken okullar, bugün, seri ümmet üretim tesislerine dönüştürüldü.

İşsizliğin alıp başını gittiği, üretim yapmayan asalak bir ülke bugün Türkiye. Parasının dolar karşısındaki değerinin, iki dudak arasından çıkacak sözlere bağlı olduğu zavallı bir ülke ne yazık ki. Komşuları Suriye, Irak ve İran, Türkiye’yi işgalci bir düşman devlet olarak görüyor.

Yedi düvele karşı kazandığımız bir savaşın sonunda imzalanan, kuruluş ve bağımsızlığımızın teminatı olan Lozan Anlaşmasını “zafer” olarak görmeyen birinin yönetimi altında bugün Türkiye. Ne kadar acıdır ki, bugün Lozan’ı savunmak, Avrupa politikacılarına, Yunanistan’ın başbakanı Çipras’a kaldı. Venizelos’un, önderini barış kurucu olarak gördüğü bir ülkeden, kendi kurucu anlaşmasını aşağılayan ve aynı kurucu anlaşmayı, seneler önce savaş verdiği bir ülkenin başbakanın savunmak zorunda kaldığı bir ülkeye…

Ne bağımsızlığı Allah aşkına!

Şangay Beşlisi “in” Şangay İşbirliği Örgütü “out”

Türkiye cumhurbaşkanı, “Türkiye’nin Şangay Beşlisi içinde yer alması, çok rahat hareket etmesini sağlar.” açıklamasında bulundu. Bu basit cümlenin analizini yapmak konunun anlaşılması için iyi olabilir. Öncelikle Türkiye cumhurbaşkanının, içinde yer almak istediği örgütün adını bilmediğini söyleyerek başlamak istiyorum. 1996 yılında kurulan Şangay Beşlisi, örgüte 2001’de Özbekistan’ın katılmasıyla Şangay İşbirliği Örgütü adını almıştır. Yani, bugün Şangay Beşlisi diye bir örgüt yoktur. Cumhurbaşkanının kastettiği örgüt, Şangay İşbirliği Örgütü’dür. Cumhurbaşkanı, ya bu durumun farkında değildir ya da “ne fark eder ikisi de aynı kapıya çıkar” zihniyetindedir. Ben, bildiğimiz mizacın, ikinci seçeneği ön plana çıkarttığı düşüncesindeyim. Bu ise en sade ifade ile ciddiyetsizliğin göstergesidir ve bizi de hiç şaşırtmamıştır.

Üzerinde durmak istediğim ikinci nokta “çok rahat etmesini sağlar” ifadesi. Bu ifade, bu ŞİÖ hamlesinin, bir kaçış stratejisi olarak görüldüğünün adeta ilanıdır. Dört bir yanı düşmanla çevrili, yarım asırlık sözde müttefiklerin sırtını çevirdiği bir ülke, öyle gözüküyor ki biraz nefes alıp rahat hareket etmek için, “onurlu yalnızlık”tan kurtulmak istemiş olacak. Üzülerek söylüyorum ama bu hamle bir yamanma hamlesinden başka bir şey değildir. Bunu, bu hamlenin sonuçları açısından söylemek için henüz erken olsa da, amaçları açısından söylemek için âlim olmaya hiç gerek yok.

Türkiye’nin ŞİÖ’deki yeri?

Bu hamleye, bir de maddi koşullar açısından bakılması gerektiği düşüncesindeyim. Dünya ekonomisinin ağırlık merkezi Asya’ya kayıyor, doğru. Türkiye’nin Rusya ve Çin ile gelişkin denilebilecek ekonomik ilişkileri var, doğru. ŞİÖ’nün üyelerinden Orta Asya devletlerinin Türkiye ile kültürel ve uzak da olsa tarihsel ortaklıkları var, doğru. ŞİÖ, ne AB gibi bir “bütünleşme” örgütü ne de NATO gibi bir emperyalist yayılma örgütü, doğru. ŞİÖ’nün, üye devletlerinin egemenliklerini doğrudan sınırlandırmayan daha gevşek bir işbirliği örgütü olduğu; AB’nin çözülmeye başlayabileceği; Batı’nın senelerdir Türkiye’nin iliğini kemiğini kuruttuğu, bugünkü trajik halinde önemli bir payı olduğu; bunların hepsi doğru.

Peki, Türkiye’nin ŞİÖ içinde gerçekten bir yeri olabilir mi? Yani, Enerji Kulübü başkanlığı gibi taktiksel bir adımın ötesine geçebilir mi ilişkiler?

Bu, bence dikkatle yanıtlanması gereken bir soru. Ben, Türkiye bugün olduğundan daha farklı bir koşulda olsaydı, bu soruya olumlu yanıt verilebileceği düşüncesindeyim. Yani Türkiye ŞİÖ’ye “denize düştüm, sarılayım” zihniyetiyle sarılmasıydı, ŞİÖ’ye girme hedefi, planlanmış ve uzun vadeli sonuçları göze alınmış bir hedef olsaydı, Türkiye laik bir ülke olsaydı, üretseydi ve elbette, NATO’dan ayrılmayı ve bunun sonuçlarını, kendisini koruyacak şekilde üstlenmeyi göze almış ya da alabilecek olsaydı, Türkiye’nin ŞİÖ içinde bir yeri olabileceğini söyleyebilirdim. Ayrıca elbette, bunu büyük memnuniyetle karşılardım.

Ancak Türkiye’nin şu an içerisinde bulunduğu maddi koşullar açısından çok büyük açmazları var. Daha bir yıl önce düşürmüş olduğumuz Rus uçağı nedeniyle Rusya ve Türkiye ilişkilerinin kısa sürede onarılmayacak kadar zedelendiğini unutmuş gibiyiz. Kuşkusuz ki aynı şey Türkiye’ye yapılmış olsaydı, yolumuza kolaylıkla devam eder, bu olay hiç olmamış gibi davranır hatta kraldan çok kralcı olurduk. Ancak, Rusya gibi ülkelerde bu işler böyle yürümüyor belli ki. Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın, Putin-Erdoğan görüşmesi, ŞİÖ hamlesi gibi adımlardan sonra bile yaptığı “ilişkilerin onarılması için zaman gerek” açıklamasını hiç dikkate almıyoruz gibi.

Üzerinde durulabilecek diğer önemli konu ise Türkiye’nin Ortadoğu politikası ile ilgili. Bu, mevcut koşullarda Türkiye’nin ŞİÖ ya da Rusya ve Çin ile ilişkilerini geliştirmesi açısından çok büyük bir açmazdır. ŞİÖ’nün iki lokomotifi olan Rusya ve Çin’in Suriye konusundaki tutumu oldukça net. Bu iki devlet, Suriye’de Esad’ın ÖSO, IŞİD, El Nusra ya da ılımlı muhalefet denilen zevat tarafından devrilmesini istemiyor, özellikle Rusya bu konuya bir hayli çaba da harcadı ve harcıyor. Yani Esad’ın Suriye’de kaybetmesinin bedeli Çin ve özellikle de Rusya için giderek ağırlaşıyor. Türkiye’de ise durum tam tersi. Erdoğan yönetiminin bekası, Esad’ın Suriye’den çıkarılmasına neredeyse göbekten bağlı. Rusya, Suriye’deki varlığını arttırdıkça, Türkiye’nin Suriye politikası çıkmaza giriyor. Hatta şimdi TSK’nın Suriye’de olduğu göz önünde bulundurulursa Rusya ve Türkiye’nin Suriye’de karşı karşıya gelmeleri olasılığının da yüksek olduğunu unutmamalıyız. Ayrıca, Türkiye’nin kırmızı noktası olan PYD’nin haritadaki konumu meselesi Rusya ve Çin açısından bir şey ifade etmemekte, Özellikle Rusya gerektiğinde Kürtleri kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etmekten geri kalmamaktadır.

ŞİÖ ve Türkiye ilişkilerinin geleceğini karartan diğer bir mevcut koşul ise, Türkiye’nin radikal İslam’a verdiği destek. ŞİÖ ülkeleri kurulduğu andan itibaren, kendi demografik yapıları ve jeopolitik hassasiyetleri nedeniyle radikal İslamcılığa karşı konumlanan devletler. IŞİD gibi canavar örgütlerin etkinliğini arttırması ve Taliban’ın yeniden kendisini göstermesi göz önüne alınırsa, ŞİÖ’nün bu konudaki hassasiyetinin arttığını da pekâlâ varsayabiliriz. Oysa Türkiye’deki hükümet, kendisi İslamcı olmanın yanı sıra, radikal İslamcılığın çeşitli formlarını da hayli destekleyegeldi. Bu konuda da ne Türkiye ne de ŞİÖ ülkeleri geri atabilir.

Türkiye ŞİÖ ilişkileri açısından üzerinde durulabilecek daha pek çok konu olduğu halde, ben burada son olarak, Türkiye sermayesinden bahsetmek istiyorum. Türkiye’de özellikle TUSİAD sermayesi, Batı sermayesine bağımlıdır. Türkiye’nin Batı emperyalizminin sınırlarında geçirdiği yarım asırdan fazla sürede, Türkiye Batı sermayesi tarafından deyim yerindeyse esir alınmıştır. Bu bağımlılığın kırılmasının tek yolu, bu bağımlılığı aşacak nitelik ve nicelikte üretim ekonomisine geçilmesidir. Aksi takdirde, Türkiye’nin ŞİÖ saflarında boy göstermesinin Türkiye’nin bağımsızlığına katkısı olması şöyle dursun, Türk ekonomisinin kırılganlığını arttıracağını söylemek mümkündür. Daha önce de belirttiğim gibi, ne NATO ne de zaten kan kaybetmekte olan Batı sermayesi Türkiye’yi kaybetmeyi göze alacaktır.

Ne yazık ki Türkiye ise, üretim ekonomisine geçecek bir kararlılık ve vizyondan hayli uzak gözüküyor. Mevcut vizyon, “dolar almış başını gitmişken, ekonomi değirmenini biraz da Avrasya sıcak parası ile döndürelim”den daha başka bir şey değilmiş gibi gözüküyor.

Çizdiğim bu karanlık tablo, uzun vadede değişir mi bilmiyorum. Umarım değişir. Ya da umarım yanılıyorumdur. Ama öyle gözüküyor ki Türkiye çaresizlikten ŞİÖ’ye yamanmaya çalışıyor. Denize düştü, günü kurtarmak için ŞİÖ’ye sarılıyor.

Bunları da sevebilirsiniz