Paspas

Geçen ay, yazımda Türkiye’nin karışık gündeminin kafa bulandıran yoğunluğu arasında nasıl nefes almaya çalıştığımı sizlere aktarmıştım. Geçtiğimiz bir ay içerisinde bu karışık gündem daha da karmaşıklaştı ve olaylara dışarıdan bakmaya çalışan gözlemciler için anlaşılması her geçen gün daha da zor bir hal alıyor. Ülke içerisindeki sorunlara ek olarak bölgenin yükselen tansiyon da hem bu karmaşaya tuz biber ekiyor hem de iç politik alanla dış politik alanın birbirlerine ne denli bağlı olduğunu bizlere bir kez daha hatırlatıyor. Bu ay, Türkiye ve özellikle bölge gündemine baktıkça herkesin kafasında oluştuğunu düşündüğüm bazı soruları sorup, gözlemlerime ve sağduyuma dayanarak bu sorulara verdiğim yanıtları sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Öncelikle Türkiye toprakları üzerinde olup bitenlerle başlamak isterim. Türkiye’nin başı terörle dertte. PKK terörüyle 30 yıldır uğraşan Türkiye’nin kitlesel ölümlere neden olan tek terörist örgütü artık yalnızca PKK değil. IŞİD terörü senelerdir onlarca masum canı aldı. Geçtiğimiz bir ayda hem PKK’nın hem de IŞİD’in Türkiye’yi kana bulama çabalarının hız kesmeden devam ettiğini üzülerek görüyoruz. Endişe ve öfkeyle izliyoruz olanları. Attığımız her adımı sevdiklerimiz ve kendimiz için korkuyla atıyoruz. Memleketlilerimiz, askerimiz, sivilimiz can veriyor, terörize olmuş biz kalanlar kahroluyoruz. Fethullahçı yapılanma ile PKK arasında ilişki var mı? Varsa bu ilişkinin boyutları nedir? Kanımca siyasi çözümlemeler yaparken mutlaka kaçınılması gereken şeyler, beylik laflar etmek, güç unsurunu göz ardı etmek, devletler ve özellikle devlet olmayan aktörler içerisinde farklı eğilimleri olan siyasal damarlar bulunduğunu bu damarların konjonktürel olarak güçlenip zayıflayabileceğini unutmak ya da bunun farkında olmamak ve bu aktörleri yekpare güç yapıları olarak algılamak. Demem o ki, PKK ile Fethullahçı yapılanmanın ne alakası olabilir ki deyip kestirip atmak yapılabilecek önemli hatalardan birisi. Öyle gözüküyor ki, elimizdeki veriler bu iki örgüt arasında doğrudan ve komuta kademesinde bir bağlantı olduğunu savunmak için yeterli değil. Ancak bildiklerimiz üzerinden kimi çıkarımlar yapmak olanaklı. Öncelikle, bu iki örgütün ortaya çıkışları, güçlenmeleri, oryantasyonları ve hedefleri arasında bazı benzerlikler olduğunu belirtebiliriz. Bu çerçevede “ılımlı” İslam’ın ve etnik milliyetçiliklerin yükselişini akıllara getirmek yararlı olabilir. Yeşil kuşak doktrini ile başlayan “ılımlı” İslamcılıklar, halkı Müslüman olan ülkelerde Batı (ABD) yanlısı bir İslamcılık geliştirerek hem İslamcılıkları denetim altında tutmayı hem de bu ülkelerdeki komünist ya da sosyalizan ve üçüncü dünya milliyetçisi hareketlerin güçlenmesini engellemeyi hedeflemekteydi. Etnik milliyetçiliklerin yükselişi de, “ılımlı” İslamcılıklarla benzer zamanlarda empoze edilmeye başlamasıyla olmuştur. Bu iki post-modern hastalık komünist ya da burjuva devrimcisi aidiyetleri yani sınıf ve ulus aidiyetlerini ortadan kaldırır. Post-modern ve açıkça geri olan bu aidiyet biçimleri, özellikle ABD tarafından pompalanmış, Soğuk Savaş sonrasında, komünist rejimlerin yıkılmasıyla, ulus devletler dinsel ve etnik yıkıcılığın tehdidi altında kalmıştır. Fethullahçılar’ın da içinde olduğu İslami hareketler ve PKK bu resmin iki ayağını oluşturmaktadır. Elbette bu resim sadece bu iki ayaktan oluşmamaktadır. Bu “ılımlı” İslamcılar ve PKK gibi ayrılıkçı terör örgütlerinin ABD ile kuvvetli bağları olduğu ve kimi zaman (ya da çoğu zaman mı demeli) ABD tarafından yönlendirildikleri aşikârdır. Kuşkusuz ki bu hareketler arasında önemli farklar vardır. Bunlardan birisi Türkiye devletini ele geçirmek isteyen bir kadro hareketi iken; diğerinin ise genellemek zor olsa da kendi bağımsızlığını (ya da yumuşatılmış ifade ile) öz yönetimini amaçlayan, içerisinde sosyalizan bir damar da bulunan ve Kürt halkı içerisinde önemli bağları olan bir hareket olduğu söylenebilir. Bu hareketlerden her ikisinin de Mustafa Kemal’in Türkiyesi ile sorunları olduğu kolaylıkla iddia edilebilir. Belki de en önemlisi ise bu hareketlerden herhangi birinin olası başarısı herkesten çok ABD’ye ve küresel sermayeye yarayacak olmasıdır. Mustafa Kemal Türkiyesi’ne düşmanlık ve ABD ile kuvvetli bağlar, Türkiye’nin güçsüzleşmesinde çıkarları olması gibi nedenlerle PKK ve FETÖ arasında konjonktürel bazı ilişkiler olması ya da kurulması muhtemeldir. Bu ilişkilerin bir evlilikle sonuçlanması imkânsız olsa da, Türkiye’yi daha da istikrarsızlaştırmak açısından önemli bir rol oynayabileceği de söylenebilir. IŞİD Türkiye ve bölgenin güç dengeleri açısından nereye oturtulabilir? IŞİD muhtemelen, yakın çağın en vahşi örgütleri arasında başı çekenlerden. IŞİD’in kurucularının ABD’nin suç kamplarından çıktıkları oldukça bilinen bir gerçek. Ancak, IŞİD gibi gevşek yapıdaki örgütlerin tek bir merkezinin olabileceğini söylemek doğru olmayacaktır. IŞİD’i, farklı zamanlarda farklı güç odakları tarafından kullanılan bir paravan örgüt olarak görmek daha doğru olacaktır. Bölgenin istihbarat teşkilatları da, kendi amaçları için kullanışlı olabilecek şekillerde bu örgütü kullanma çabasındadır. Kuşkusuz bu durum, örgütü daha ön görülemez ve tehlikeli kılmaktadır. IŞİD’i kullananların bir şekilde Esad’ın devrilmesinde, ortak bir çıkarı olduğu iddia edilebilir. Ancak görünen o ki, IŞİD’i kontrol etme çabasında olan farklı güç odaklarının Esad’ın devrilmesinden başka ve daha özerk bazı farklı amaçları daha bulunuyor. Dolayısıyla IŞİD, neredeyse Ortadoğu’da, Kuzey Afrika ve Arap Körfezi’nde ve hatta Avrupa’da tek bir amaca yönelik gibi gözükmeyen oldukça dağınık eylemlere girişiyor. Bölge ülkelerinin birleşmeleri durumunda bu soysuz örgütü alaşağı etmelerinin önünde hiçbir engel olmadığı kanaatindeyim. Ancak bu birleşmenin sağlanması önünde çok temel ve yapısal sorunlar bulunuyor. Çatı ilkeler, egemen eşitliği ve içişlerine karışmama gibi ilkeler olsaydı, kuşkusuz ki bu örgüt bu kadar güç kazanmadan yok olacaktı. Ancak bölgede çıkarları olan ve Türkiye’nin de aralarında olduğu devletlerin IŞİD’i yararlı bir enstrüman olarak görmesi, bu örgütün beklenmedik bir özerklik kazanarak Ortadoğu’yu talan etmesine zemin hazırladı ne yazık ki. Aslında bu hesap o kadar kalleş bir hesap ki, ABD ile şu ya da bu ölçüde bağı olan iki örgüt PYD ve IŞİD birbirinin en büyük düşmanı oldu. Bana öyle geliyor ki, IŞİD terörünün Türkiye’yi esir almasının en önemli sebeplerinden birisi de kan davasına dönen IŞİD-PYD/PKK savaşının sürdürülmesi için Türkiye’nin uygun bir zemin teşkil etmesi. Türkiye’nin Ortadoğu ve Suriye politikası Türkiye’yi ne yazık ki topraklarının bu kanlı savaşın cephesi olmasına müsait duruma getirdi. Türkiye’nin Suriye’de sürdürdüğü operasyonun PYD ve IŞİD’e karşı olduğu kadar Esad’a da karşı olduğu pekâlâ iddia edilebilir. Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde yaptığı eylemler Suriye krizinin başından beri Esad’a karşı olan “ılımlı” Islamcı örgütün bölgenin kontrolünü ele geçirmesine neden olmaktadır. Bu örgütün Suriye’nin kuzeyine yerleşmesi, “Ilımlı” olması nedeniyle daha uzun ömürlü olmasını da beraberinde getirebilir. Türkiye dış politik yönelimini değiştirdi mi? Aslında bu soru yeni bir soru sayılmaz. AKP iktidara geldikten sonra zaman zaman ortaya atılan, hararetle tartışılan ve sonunda Türkiye’nin Atlantikçi dış politik yönelimini değiştirmediğinin olaylarla sabitlendiği bir soru olmuştur. Geçmişte bu soru çoğunlukla Batı yanlılarının, olumsuzlayarak sordukları bir soru olmuştu. Türkiye’nin dış politik ekseninin kaydığı yönündeki soruların kaynağı, Türkiye’nin Körfez Arap ülkeleriyle işbirliğine girişmesi, İran ve Suriye gibi Ortadoğulu komşularıyla yakınlaşması, Çin ile askeri anlaşmaya yönelmesi, Rusya ile nükleer enerji anlaşması yapması gibi adımlardı. Batıcılar, bu adımlardan temelde iki gerekçeyle rahatsız olduklarından eksen kayması tartışmasını gündeme getiriyorlardı: 1. Türkiye doğudaki bu “otoriter” gördükleri devletlerle işbirliği sonucunda otoriterleşir mi? 2. Türkiye NATO, ABD ve AB’den dolayısıyla neoliberal dünyadan uzaklaşır mı? Sanırım bu iki soru da şimdilerde anlamsız gözüküyor. Çünkü Türkiye, son bir iki yıl hariç Batı’nın açık krediyle desteklediği iktidar “sayesinde” yakın tarihinde görmediği, tanımlanamayan ancak yine de asla “demokratik” olarak tanımlanamayacak bir yönetimin tahakkümü altına girmiştir. Türkiye’nin şimdilerde NATO, ABD ve AB ile sorunları olsa da neoliberal dünyaya göbekten bağlıdır. Şimdilerde ise, Türkiye’nin dış politik yöneliminin değiştiğini iddia edenler arasında, kendilerini Avrasyacı olarak niteleyen ve Türkiye’nin çıkarlarının Avrasya’da olduğunu savunanların başı çektiği görülüyor. Bu kesim -fikrimce safça- Türkiye’nin, Rusya ile “barışmasından”, Suriye ile diyalog geliştirmesinden ve ABD’ye “acemi” postalar koymasından ümitleniyor ve Türkiye’nin NATO batağından kurtulacağı hayallerini kuruyor. Bu hayaller elbet güzel, ancak hayaldirler. Neden hayal olduğunu düşünüyorum açıklayayım. Öncelikle bu hayallerin, yanlış bir nedenselliğe dayandığı fikrindeyim. Bu yanlış nedensellik, Türkiye’nin yüzünü Doğu’ya dönmesi sonucunda ve bunun bir gereği olarak “bağımsızlıkçı” davrandığı çıkarımına dayanmaktadır. Oysa durum tam tersidir. Türkiye, Atlantik’ten istediği ve beklediği desteği alamadığı için pek çok konuda, daha önce pek çok defa yaptığı gibi, tükürdüğünü yalamak zorunda kalmış, bazı adımlarının yönünü değiştirmek zorunda kalmıştır. Bu zorunluluk tartışmasız olarak çaresizliğin göstergesidir. Türkiye’nin bölgede izlediği politikalar bir güç odağına sığınmadan sürdürülebilecek olmayı çoktan aşmıştır. Burada önemli olan, Batı’nın Doğu ile Atlantik’in Avrasya ile ikame edilmeye çalışılmasıdır. Avrasya ikamedir. Asıl olan Atlantik’tir. Türkiye’nin ABD’ye posta koymasından, Rusya ve Suriye ile arayı düzeltme çabasından umutlanmanın, boş bir hayal olduğunu düşünmemin ikinci nedeni, tarihe güvenmemdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1945 sonrası yakın tarihi, Atlantik’in Avrasya ile ikame edilmeye çalışılmasının örnekleri ile doludur. Hatta bazı siyaset bilimciler, Türkiye’nin bu ikameci politikalarını “dengeleme” olarak nitelendirerek tarihini Osmanlı İmparatorluğu’na kadar da geri götürmektedir. Bunun Türkçesi şudur: Türkiye Batı’dan istediğini koparmak için ya Doğu’ya göz kırpar ya da Doğu’nun tehdidi altında olduğunu sayıklar. Batı, Türkiye’yi Doğu’ya “kaptırmamak” için Türkiye’nin taleplerinin küçük bir kısmını karşılar gibi yaparak onu kendine göbekten bağlar. Yazık ki Türkiye NATO’ya böyle üye olmuştur. NATO Türkiye tarihinin en büyük hatalarından birisidir. Türkiye’nin Doğu’ya göz kırptığı zamanlarda attığı Avrasyacı adımların bile bir kazanım olduğu pekâlâ düşünülebilir. Ancak denklemin, Türkiye’nin Atlantik’e daha da göbekten bağlanmakla sonuçlandığını unutmayalım. Bunun Türkçesi ise şudur: Biz Atlantik’i bıraksak, Atlantik bizi bırakmaz. Atlantik’in silahları renklidir, göz alıcıdır, zengin ve parlaktır. Elbette tarih tekerrürden ibaret değildir. Tarihte esas olan değişimdir. Değişim ise kararlılık, sebat ve irade gerektirir. Türkiye’deki iktidarların ise kararlı olduğu tek konu iktidarda kalmaktır. İktidarını nerede güçlendirirse orada konaklar. Sonra döner dolaşır kürkçü dükkânına gider. O dükkânın kapısında paspas olur. Umarım tarih bu kez beni yanıltır.

Bunları da sevebilirsiniz