Atomaltı Dünyada Yaşar Gibiyiz

Siyasetin alabildiğine hırçınlaştığı, sevimsizleştiği ve daha da korkuncu öldürücü hale geldiği bu gibi günlerde artık belleğimizin en uzak köşelerinde bile kırıntısı kalmayan “kültür-sanat”, alaycı deyişle “çiçek-böcek” yazıları yazmak pek hoş olmuyor. Ama şunu da unutmamak gerek: Puşkin zamanında da, Zweig, Hemingway, Zola, Stendhal, Asturias zamanlarında da durum, bizim şimdi olduğumuzdan farklı değildi ve sanat dünyası dev isimler yetiştirmeyi bildi. Picasso’nun “Guernica” tablosu eğlence panayırını göstermiyor, Da Vinci’nin “İsa’nın son yemeği” tablosu da öyle… O halde sanatçı olabilmenin, benim özelimde “yazar” olabilmenin asıl zorluğu burada. Hem siyaseti içerecek yazınız hem de Hemingway’in “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” eserini akıllara düşürecek. Charles Dickens’in Fransız Devrimi’ni anlattığı “İki Şehrin Hikâyesi” bir edebiyat eseridir sapına kadar, ama anlattığı olaylar bütünüyle siyasidir ve siyasi tablonun ortasından çıkan bir “kaktüsü” andırır. Zehirli ama güzel bir kaktüsü. Sinirler alabildiğine gergin olmadıkça, kültür ve sanat hareketlerinde de ne yazık ki bir “hamle” olmuyor. İnsan beyni uyanık ve tetikte olmalı ki, olayları irdeleyip sentezleyebilsin ve bunu da yaratısına yansıtabilsin. Öteki türlü kimlik hemen açığa çıkıyor: Güruh… Yaşamı ve yaşamla ilgili her şeyi “semaya” bağlayan ve oradan aldığı gücü bahane göstererek kendisine “semanın izdüşümü” tarafından verildiğini sandığı emirleri yerine getirmek yalnızca şiddeti doğruyor, haberi bile yok. Ancak bu gibi durumlarda, yani kaosa yatkın ortamlarda “muktedirler” çok akıllı bir yöntem kullanmayı da bilirler. Bunun için Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok, zira bu yöntem tarih boyunca hiç değişmemiştir. “Tecrit” dünyanın en büyük işkence yöntemlerinden biridir, biliyorsunuz. Tecritin vahşiliği kişiyi insandan uzak tutarak, insani özelliklerini yok etmektir. Bir zamanlar “mankurtlar” yetiştirilir ve insanlıktan çıkmış bu yaratıklara her türlü şeyi yaptırırdı “muktedirler”. Şimdi bunu yapma olanakları yok, bu yüzden de “böl yönet” taktiğini, “hücreselleştir”e çevirmiş durumdalar. Bölmek, bir bütünü parçalara ayırmak anlamına geliyor elbette, ama hücreselleştirmek kişiyi tamamen yalnız bırakmakla açıklanabilir. Bunun fizikteki karşılığı (ukalalık etmeyeyim, bilimsel bir karşılık değildir bu, sezgisel bir karşılıktır), kuantum ile açıklanır. Atom altı parçacıkların birbirinden bağımsız ama birlikte yaşadığı bir dünyadır atom altı dünyası ve bu dünyada bir tek kuarklar yalnız yaşayamazlar. Demem o ki, kültür ve sanat toplum için yapılan bir üretim biçimidir. Biz öyle yetiştik. Sanat için sanat veya toplum için sanat arasında tercihimiz sorulduğunda, her çiçeği burnundaki “sosyalist” gibi, toplum için sanat diye çığırdık. Oysa dönüp sorsalar “nedir bu toplum için sanat,” diye en azından benim yanıtım sınırlıydı. Örnek ver, dense vereceğim örnek de eski Sovyet tüfeklerinden bir kaç ismin ötesine geçmezdi. Ama yine de benim gençliğimde gerek Türkiye’de gerekse dünyada müthiş sanatsal ilerlemeler ve üretimler oluyordu. Şimdi bakıyorum, 1980 darbesinden sonra ülkemde yaprak kıpırdamamış. “Açılım” sürecinde Orhan Pamuk’a Nobel, Sertab Erener’e Eurovision, Milli Futbol takımımıza dünya 3.lüğü, Avrupa Birliği müktesabatlarında kolaylıklar, Socrates ve benzeri burslarla öğrenci değişimi vb. yapıldı. Bunlar zorlamaydı ve zaten de hak edip etmedikleri sorgulandı. Ama sadece Türkiye değil, tüm dünya büyük bir kısırlık içinde. Çünkü tüm dünya büyük bir yalnızlığa doğru itiliyor. Yeniden “kent devletler” dönemi başlayacak yakında. Bu sanatı ve kültürü ne kadar kurtarır, bilinmez. Ama insanlığı yalnızlıktan kurtarmasını bekleyeceğiz, tek beklenti bu. Burada kocaman felsefi bir soru çıkıyor karşımıza elbette: İnsanların yalnız olmaması insanlığı kurtarır mı? Varoluşçlara göre bu mümkün değil. Zira yalnız olmayan insanların “güruh” damgasından kurtulabilmesinin tek yolu örgütlenmek. Bu da yeni ve daha başka sorunları beraberinde getiriyor. Zenon paradoksu gibi bir şey bu. Kötü diye nitelediğiniz bir olgunun tam tersi mutlaka “iyi” olmuyor. Yine de bizler, yani ağacın en tepe dallarında kalmış meyveler, bir süre da kenetlenerek yürümek durumundayız. O yüzden durmaksızın çalışıyor ve Dağarcık, Kıyı, Odatv, Çarşı gibi noktalara sığınıp, yalnızlığımızı atomaltında bırakıp, Newton dünyasında yaşamaya çalışıyoruz.

Bunları da sevebilirsiniz