ÇÜRÜMÜŞ ZİHNİYETLE GERÇEĞE ULAŞILAMAZ

Zamanın içinde yaşanmadan tarihsel gerçekleri görmek ve anlamak asla olası değildir. Tarihsel olarak Orta-Doğu’ya baktığımızda; İslamiyet’in doğuş günleri sürecinde ümmet kavramı, önemli bir anlam ifade etmektedir. M.S. Dördüncü Yüzyılın sonunda Roma İmparatorluğu çökmüş, Avrupa’da kalan Batı Roma tarih sahnesinde etkisini yitirmiş ve Avrupa Orta çağın karanlığında boğulmaktadır… Diğer parçası Doğu Roma ise Bizans İmparatorluğu olarak Tüm Orta-Doğuyu egemenliği altında tutmaktadır. Bölgede bir tek devlet olarak o günkü İran vardır. Türkler henüz Anadolu’yu fethetmemiş ama Orta-Asya’da irili ufaklı devletler olarak yaşamaktadır…Aynı dönemde Sami Irkından olan Araplar ise Arabistan’da kabileler şeklinde yaşamaktadır. Hiçbir devlet geleneği olmayan bölge başta Hıristiyanlık olmak üzere Yahudilik, puta taparlık v.s. gibi dini inanış içerisinde bulunmaktadır.

Bölgede, özellikle Arap Yarım adasında, aşiretler arası savaşlar hüküm sürmektedir. Güçlü aileler genellikle puta tapmaktadır. Peygamberin mensup olduğu Haşimi ailesi de Mekke’de ticaretle uğraşmakta ve puta tapmaktadır. Şehrin zenginleri olan aileler hem inanç hem de bölge üzerindeki egemenlik hakları açısından anlaşmış, barış içinde yaşar görünmektedir. Kabileler birbirleri ile çatışsa da Mekke içerisinde ve çevresinde birbirlerinin varlıklarından çok rahatsız değildirler. Yani ne ümmet ne de millet kavramına sahiptirler. İslam’a göre insanlar Allah’ın yaratıklarıdır. Bu nedenle de herkes Allah’ın birer kuludur. Aynı zamanda kardeştirler. İşte bu nedenle Hz. Muhammet kabileler arası kavga ve savaşlara son vermek düşüncesiyle tüm bölge yaşayanlarını bir topluluk olarak görmekte ve bu bir arada yaşamanın adına ÜMMET demektedir. Zaten o dönemlerde “MİLLET” kavramı henüz yoktur. Bu nedenle de o günün koşulları ve anlayışı içerisinde Ümmet olumlu bir adımdır.

İslamiyet yaygınlaştıkça aralarındaki ilişkiyi belirlemek için bir takım kurallar gerekmektedir. Peygamber bu kuralları kendisine indirilen Vahiyler’le düzenlemektedir. Ümmet zihniyeti ile bir arada yaşamaya başlayan Müslüman topluluğu genişledikçe, kurallar da çoğalmakta böylece yavaş yavaş bir devlet anlayışına doğru yol alınmaktadır. İşte bu gelişmeler Mekke’nin büyük ailelerini ve ileri gelenlerini rahatsız etmiş ve çatışmalar başlamıştır. Her geçen gün artan bu çatışmalar sonucu Peygamber Mekke’de yaşayamaz konuma gelmiş, öldürülmekten korktuğu için bazı kendisine inanan yandaşları ile Medine’ye kaçmak zorunda kalmıştır. İlk İslam devlet temeli kanımca burada atılmıştır. Çünkü Medine Halkı çok dinli bir topluluktur. Bir arada yaşamak için yine bazı kurallar gerekmektedir. Bunu gerçekleştirmek için kendi aralarında bir sözleşme yapılır. Tarih bu sözleşmeyi “Medine Sözleşmesi” olarak isimlendirmektedir.

Her geçen gün büyüyen Müslüman topluluğu, başta Mekke’nin zenginlerinden Ebu Süfyan ailesi olmak üzere, ileri gelenleri rahatsız ederek savaşlara neden oldu. İslamiyet güçlenene kadar geri adım atan yeni din mensupları, güçlendikten sonra Mekke eşrafı ile anlaşarak adım adım Mekke’ye yerleşti. Süreç geliştikçe çaresiz kalan Mekke ileri gelenleri- başta Ebu Süfyan olmak üzere- İslamiyet’i kabul etti. Güçle yenemedikleri İslam anlayışını içten deforme etmeyi hedeflediler. Nitekim bu gelişmelerin ardından bölgede yaşayan dinler arası savaşlar da hiç eksik olmadı. Kısaca İslam Ümmet anlayışı içinde bir arada yaşarken, Yahudi ve Putperestler de yeni dinin egemenliği altına girdi.

İslam Peygamberi öldükten sonra da hilafet kavgası başladı.Dört Halifeden üçü suikastlerle öldürüldü. Dördüncü Halife Ali başa geçince de o günlerde Şam valisi olan Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye Ali’yi Halife olarak tanımadı. Sıffın Savaşı’nda Ali’yi hile ile yendikten sonra ilk İslam devleti olan Emevi Devleti’ni Şam’da ilan etti. Savaş bununla da kalmadı… Emevi Sultanı Yezid Kerbela’da Hz.Ali’nin çocuklarını katlederek iç savaşı kısmen bitirdi. Tüm bu gelişmeler olurken İslamiyet yeni yeni yorumlarla yozlaştırılarak, her egemenin hüküm sürdüğü bölgede, bir din anlayışı gelişti. Bu oluşumlar, hep söylentilerle gelişen Hadislere bağlanarak, yozlaşan Müslümanlık adeta egemenlerin dini oldu.

Zaman durmuyor, ilerliyordu. Avrupa’da Orta Çağ karanlığı aydınlanma ile gelişirken İslam adım adım karanlık günlerine doğru gidiyordu. Hem teknolojide hem de ekonomideki gelişmeler Avrupa’da feodaliteyi sıkıştırıyor, bazı ülkelerde evrimle, bazılarında da devrimle yeni gelişmeler yaşanıyordu. Nihayet 1789 da Fransa’da egemenlik feodallerden burjuvazinin eline geçti. Böylece serflikten kurtulan halk milli bir nitelik kazanarak çağımıza “MİLLİYETÇİLİK” olarak damgasını vurdu. Bu dönemde Osmanlı, ilk olarak 1827 de Mora yarım adasında kurulan milli Yunan devleti ile karşılaştı. Gerisi Osmanlı’nın hakim olduğu Avrupa topraklarında çorap söküğü gibi geldi. Nihayet Osmanlı Birinci Dünya Savaşı ile, Anadolu hariç tüm topraklarında hakimiyetini yitirdi. Artık Orta-Doğu bölgesi İngiliz ve Fransızların sömürgesi olmuştu.

Birinci Dünya paylaşım savaşından sonra çağımız milli ve ulusal devletler çağı olmuştu. Bu anlayış Orta-doğu’da bir çok devletin oluşmasına sebep oldu. İslamiyet’in ümmet anlayışı varlığını yitirmiş, yerine milli devletler gelmişti. Bu devletler etnik kimlik yerine bölgesel kimliklerle varlıklarını sürdürmektedir.

Ülkemize gelince 1923’de CUMHURİYET’in ilanı ile yıllardır kimliksiz olan Türkiye laik ve ulusal kimliğine kavuşarak aydınlanma çağına adımını atmış bulunmaktadır. Ama çağı anlamayan çürümüş, tarihin çöplüğünde kalmış ümmet anlayışı, bazı çıkar gurupları tarafından demokrasiden yararlanarak alttan alta örgütlenip iktidarı ele geçirdi. Bu anlayış İçin için ulus devleti kemirerek ülke ümmetleştirilmek istenmektedir. Bu çürük zihniyet ümmetten millete geçilebileceğini ama milletten ümmete dönüşülemeyeceğini anlamamaktadır. İktidarları sayesinde eğitimi kullanarak bir takım gelişmeler sağlayabilirler ama asla ulus devleti ümmetleştiremezler.

Bütün bu bilgilerin ışığında şunu sorabiliriz: Günümüzde bile halen aşiretler ittifakı ile yönetilen Suudi Arabistan’a özenmek ve onların yönetimine benzemeye çalışmak ne tür bir beynin ürünüdür? Ümmet zihniyeti ile yaşayan Suudiler dünyanın en gerici ve en cahil devletidir. İnsan hakları ve hukukun olmadığı bir devlet…Petrol geliri olmasa, sürünmekten gayri yapacakları hiç bir şey düşünülemez. Cumhuriyetin eğitim sistemini beğenmeyen günümüz AKP İktidarı, çocuklarını neden laik ABD’de okutup bilimsel eğitim aldırıyorlar da, Suudi Arabistan’da okutmuyorlar? Çünkü bunlar dini siyasete alet yaparak halkı Yaşar Nuri Öztürk’ün deyimi ile “Allah ile aldatmaktadır” lar ve ülkenin zenginliklerini dünyaya peşkeş çekerek kendi kasalarını doldurmaktadırlar.

Çürümüş zihniyetleri tarih bilincinden yoksun olduğundan, maddi çıkarları ve kariyer ihtirasları ülkeyi FELAKETE SÜRÜKLEMEKTEN ÇEKİNMEMEKTEDİR. Unuttukları şu ki; yalan bir süre insanları oyalaya bilir,ama gerçek, günü geldiğinde intikamını alır.

Bunları da sevebilirsiniz