8 Mart Dolayısıyla TÜRKLERDE KADIN, TÜRKİYE’DE KADIN

Mart ayının önemli günlerinden biri “Kadınlar Günü”dür (8 Mart). Bu vesileyle tarihimizde kadının toplumsal ve siyasal rolünün durumu ve bunun değişimi üzerinde durmak, kadınlara verilmesi gereken değer açısından anlamlı olacaktır. Ancak bu önemli ve o ölçüde kapsamlı ve ağır olanı konuyu, hakkını vererek değil, bir minyatür deneme olarak görülmesi düşüncesi ve beklentisiyle ele alıyor ve konu üzerinde böyle sınırları olan bir çerçevede duralım diyoruz.

Türklerin 8. ve 9. yüzyıllara kadarki Orta Asya döneminde ve arkasından yaşanan zamanlarda, kadınlara saldırı, taciz, tecavüz gibi olaylar hiç görülmezmiş. Olduğunda da cezalar oldukça ağır olurmuş. Prof.Dr. Afet İnan’a göre “kadına tecavüzün cezası idamdı”.1 Bu, başka kaynaklarca da teyit edilmektedir.2

Tek-eşlilik (monogami), esastı. Çocuk sahibi olamama durumlarında üst düzeyde olan erkeklerin ikinci bir “hatun” alma imkanı olurdu. Bunun dışında başka bir yol yoktu. “Türklerde nikaha dayanan bir aile sistemi ta tarihten evvelki devirlerde [‘Ön Türkler’ olarak adlandırılan dönem] kurulmuştu.”3

Kadın, saygı görmek yanında toplumsal ve siyasal roller de üstlenmiş durumdadır. “Türk Toplumlarında kadınlar, kocalarının vesayeti altında ezilmiş bir zümre olmaktan uzak idiler. Kadın ailenin hukuk sahibi bir üyesi sayılırdı.”4 Kocasının ölümü halinde veraset ve çocuklar üzerinde velayet hakları vardı. “Kadınlar mala tasarruf ettikleri gibi, dirliklere, zeametlere, haslara, malikanelere de sahip olabilirlerdi.”5 Dahası, yerleşik Türk toplumlarında kadın, iktidar ve yönetsel işlevlerin dışında değildi. Bunun sonucu olarak kadın karar mekanizmalarında yer alırdı. Hatta, kadın hükümdarlar vardı. Kadınların yönetici olabilmeleri yolu açıktı.

Kurumlaşmış ve kentli bir şekilde devletleşmiş yapılarda görülen bu olumlu rol ve statü, kurumlaşmış devletleşmeyi sağlamamış ve henüz o aşamaya gelmemiş göçebe Türk toplumlarında aynı ölçüde ve aynı şekilde geçerli değildi. Bu özellikteki kabilelerde kadın, gene el üstünde tutulmakla birlikte, “oba”nın mal varlığı içinde değerlendirilen meta durumundaydı. Hatta aşiret reisi, obanın mal varlığını sayarken kalemler arasında “kadın sayısı”nı da belirtiyordu, örneğin, 10 bin koyun, 5 bin keçi, 3 bin çocuk, 8 bin “kadın” vb. gibi. Buna rağmen kadınlar, Dede Korkut Hikayeleri’nde görüldüğü üzere, “erkek gibi”ydi, dövüşçüydü, savaşçıydı, düşmanla da savaşırdı.

Tarihsel süreçlerdeki farklılıklar açısından baktığımızda Türklerde kadının toplumsal statüsündeki en büyük değişme esas olarak İslamiyet öncesi ve sonrası arasındadır.6

Türklerin İslama geçmesi sonrasında kadınların geleneksel toplumsal ve siyasal rolü, önemli ölçüde değişim geçirmekle birlikte tamamen de ortadan kalkmadı. Örneğin, Arap gelenek ve uygulamalarında kadınların hükümdar olmaları yolu kapalıyken, Türk-İslam devletlerinde kadınlar hükümdar olabiliyordu. Bu, Selçuk-Osmanlı devletleşmelerine gelinceye kadar çeşitli Türk-İslam devletlerinde görülecek ve devam edecektir.



ARAPLARDA VE ARAP İSLAMINDA KADIN

Bin yıllar öncesinin anaerkil dönemlerinin sonrası olan İslam öncesinde Arap yarımadasında geri toplumsal ilişkilerin sonucu olarak doğacak çocuğun kız olması istenmezdi ve bazan, doğan kız çocuklar öldürülürdü. Bu aynı zamanda, çöl imkansızlıklarında göçebe kabileler olarak yaşayan Bedevilerde çocuk (daha doğrusu bir fazla can) besleme zorlukları yüzündendi. Bunun dışında kadın, erkekler için köle durumundaydı. Ancak ailenin etkisi, girişim yapabilme ve zenginlik içinde olma durumlarıyla kadınlar itibarlı olabilirler, kabul edilirlerdi.

4. ve 5. yüzyıllardan sonra Arap yarımadasında gelişen ticaret sayesinde yaşanan sınıflaşma, üst sınıflarda kızların ve kadınların önem kazanmasına yol açtı. Yönetici sınıflara ve zengin ailelere mensup olduklarında kadınlar haliyle daha saygın ve bunun sonucunda daha insiyatifli oluyorlardı. Hz. Muhammed’in ilk karısı Hatice bu duruma en bilinen örnektir.

Ataerkil özelliklerin toplumsal hayattan henüz tam silinmediği, bunun da topluma yansıdığı, kadınların görece önde olduğu yerlerde kadın zaten saygı görür durumdaydı. Hatta önceleri küçük siyasal birimlerde kadının yöneticiliği, bir üst düzeydeki örgütlenmelerde de „hükümdarlığı“ sözkonusuydu. Adı Kuran’da bile geçen, Arap antikitesinin („Cahiliye“ döneminin ve hatta daha „öncesinin“) bir kişiliği olan Saba Melikesi Belkıs bunun örneklerinden biridir.7 Daha başka örnekler de vardır.

Ancak İslamlık, kadına toplum hayatını, toplumsal ilişkileri, siyaseti yasaklamış gibidir. Yeni din erkeklere göre düzenlenmiştir. Arap dilinde iktidarın iki kavramı, „imam“ ve „halife“ sözcüklerinin dişil karşılıkları bulunmamaktadır (oysa „melik“, „emir“, „seyid“ ve „sultan“ sözcüklerinin dişilleri vardır). Bundan, kadınlar imam ve halife olamazlar (daha doğrusu “olmamalıdırlar”) sonucu çıkar, ama cinsiyetler arasındaki ayrımcılık bununla sınırlı da değildir. Kadınlar hiç bir kamu görevinde yer alamazlar, hiç devlet görevinde çalışamazlar, dolayısıyla amme kadınlara kapalıdır. Ve Arap İslamının kendi tarihinde halife ve iktidar olmuş veya bir kamu işinde görevlendirilmiş tek bir kadın bulunmamaktadır. Askerlikten söz etmek gereksiz olacaktır.8

Aile içinde önemli değillerdir, hukuken erkeğin yarısıdırlar. Sonuçta kadınlar ikinci sınıf vatandaştırlar.



ARAP-İSLAM TARİHİNDE SIRADIŞI KADINLAR


Burada istisnai bir durum olan „Fatımi Kadın Sultanlar“ ile „Yemen’in Melikeleri“nden bazı yerlerde söz edilmiştir. Ancak bunlar “İslam tarihi”nde yer almazlar. Örneğin, Mısır’daki Fatimi Hanedanından, 970 yılında halife El-Aziz’in kız çocuğu olarak Kahire’de doğan Sitt-ül Mülk („sit“, „hanım“ demektir ama aynı zamanda saygınlık da içerir), fiili olarak hükümdar ve halife olmuştu. Ancak, adına hiç hutbe okunmamış olması dolayısıyla Arap-İslam tarihi Sitt-ül Mülk’ü yok saydı ve bu yüzden onu „tarihe“ geçirmedi. Oysa dört yıllık iktidarı ve fiili halifeliği döneminde son derece başarılıydı ve halk tarafından kabul edilmiş ve sevilmişti.

Bazı kaynaklar başka hanım sultanlardan da söz etmektedir, ancak bunlar belirsizlikler içindedir.

Yemen hükümdarı Ali’nin karısı Esma Bint Şihap as-Süleyhiye ile onun gelini Ürve, kocalarının iktidarını paylaştılar ve toplumlarının benimsediği bir geleneği başlattılar. Yemen’in başkenti Sana’ya komşu kent Zübeyd’in melikesi el-Hürre Alem, onların iyi bir izleyicisi oldu. Resmi unvanı olan „el-Hürre“, „bir üst otoriteye boyun eğmeyen kadın hükümdar“ anlamına geliyordu. Kocası olan Zübeyd kralı Mansur ibn Nacah’ın ölümünden sonra el-Hürre Zübeyd’i yönetmeye devam etti.


Esma, iktidarı kocasından tam olarak devraldıktan sonra 1087-1138 yılları arasında Yemen devletinin başkanı olarak askeri seferlere komutanlık yaptı, İslam tarihinin en önemli hükümdarlarından biri oldu.

Esma ve Ürve’nin, tek başlarına hükümdar olduklarından değil ama kocaları hükümdarken adlarına „eşler olarak“ hutbe okunmaktaydı. İktidar ortağı olarak öyle benimsendiler ki, devlet başsız kaldığında hükümdar olarak onlara seçenek yoktu. Yemenliler melikelerine Belkis es-Suğra dediler, yani „Genç Saba Melikeleri“.9


Kadınların hükümdar olduğu bu örneklerde iktidarların ve toplumlarının Şii olması, bunların „tarihin“ dışında tutulmalarının ikinci ve yan bir nedeni olmalıdır (Fatimiler ve Yemen yönetimleri Şii idiler).

Bunlar dışında, örneğin, Endülüs’te ve Mağrip’te (ve belki başka yerlerde de) iktidar sahibi gözükmemekle birlikte fiilen hükümdarlık yapan Arap kadınlar olmuştur. Akdeniz’in iki yakasında da kendine güvenli birçok kadın, “hükümdar rolü” oynayacaktır. En ünlüsü, Endülüs’teki „Buabdil’in Valide Sultanı“ anlamına gelen Sultan Madre de Boabdil („Buabdil“, oğlu Abu Abdullah’ın adının bozulmuş halidir) diye bilinen ve Arap kaynaklarında adı hiç anılmayan Ayşe al-Hurra’dır. Ayşe al-Hurra’nın siyasete girmesi, Gırnata’daki (yerel adıyla Granada) Banu Nasr hanedanının hükümdarı olan kocasının bir İspanyol gözde tarafından baştan çıkarılması sonucu dünyayla ilişkiyi kesmesi yüzünden olmuştur. Dirayetsiz ve çekingen oğlundan onun da rızasıyla iktidarı aldı. Çok dirayetli kararlar verdi, ancak yıl 1492 idi ve Elhamra Sarayını terkederek Fas’a geçti.10 Endülüsle ilgili yazında Ayşe, yaşadıkları kentten ayrılacakları gün Gırnata’ya son defa bakarken oğluna ağlaması yüzünden söylediği şu sözlerle yer almıştır ve bu sözler Batıda çok ünlüdür: „Bir kral ve bir erkek olarak koruyamadığın ülkene şimdi bir kadın gibi ağlıyorsun.“ Abu Abdullah’ın ağladığı ve annesinin ona bu sözleri söylediği yere Kastilyalılar sonradan „Arabın Ağladığı Tepe“, „Arabın Son İç çektiği Tepe“ adını vermişler.11

Frank kökenli Aurora, kuzeye yapılan bir seferde Kurtuba’ya köle olarak getirilmişti, başını kitaplardan kaldırmak istemeyen bibliofil (kitapsever) hükümdar kocası el-Hakim’e (961-976) her bakımdan yardımcı olduğundan onun karısı olmuş, güzelliğinden dolayı kendisine „Sabah“ adı verilmişti. Ama öylesine girgin, çalışkan, birikimli, becerikli ve zekiydi ki, bir süre sonra kocasını ve sarayı idare etmekle yetinmemiş, yirmi yıl boyunca ülkeyi de yönetmiş, bütün önemli kararlar onun tarafından alınmıştı.

Fas’tan örnek ise, Hakimat- Tetvan diye anılan ve „As-Sayide al-Hurra“ unvanını almış olan kadın korsandır. „Kadın korsan“ Banu Raşidler, otuz yıl bölgede denizlerin hakimiydi. Müttefiklerinden biri Barbaros Hayreddin olan Banu, kocası al-Mandri’nin ölümü üzerine Fas Sultanı Ahmet al-Vattasi ile evlendi.12



TÜRK-İSLAM DEVLETLERİNDE VE DOĞUDAKİ İSLAMDA KADIN


Islam dünyasında „kadın“ doğuya doğru gidildikçe çok başka toplumsal ve siyasal özellikler gösterdi. İslamın doğuya doğru yayılma sürecinde Arap İslamındaki kadının durumu yeni İslam ülkelerinde aynı özelliklerde olmadı, hatta bazılarında tamamen değişti. Henüz anaerkil ilişki ve alışkanlıkların sürdüğü toplumlara varıldığında ise çok farklı şeylerle karşılaşıldı.

Hele Türkler İslam dünyasında etkin olduktan sonra kadın, iktidar için yadırganmaz bile olacaktı.

Orta Asya Müslümanlığı İslamiyete toplumsal ilişkiler bakımdan da yenilikler getirdi. Kadınların İslamın pratiğinden çok farklı olan roller üstlenmeleri bu yenilikler içindeki bir unsurdur. Köleci düzeni bilmeyen, anaerkil dönemin özelliklerini içinde barındıran, kadının her alanda önde olduğu bir alışkanlığı ve geleneği sürdüren Türkler, İslamiyette, sınıflar arasında değilse bile cinsiyetler arasında eşitliğe yakın geleneklerin ortaya çıkmasını sağladılar. Böylece İslama kadın dinamiğini kattılar. Asya Türk toplumlarında kadın hükümdarlar, saraylarda söz sahibi eş ya da analar, kadınların İslamdaki toplumsal rolünü yükselttiler. Ailenin en önemli unsuru kadınlar, düşüncelerini, isteklerini, geleceklerini, varlıklarını, bedenlerini, cinselliklerini savunabilen insiyatifli bireyler olarak ortaya çıktılar. „Dersleri büyük alaka uyandıran din alimi kadınlar[ın] ve vaizeler[in]… kadının kadı da olabileceği kanaatini izhar eden fakihler“in ortaya çıkması13 Türklerin etkisiyle oldu. İslamlaşmalarından sonra Türklerin yönetimindeki İslam ülkelerinde birçok kadın hükümdarlık yaptı. O zamana kadar Arap İslamında hiç bir kadın, resmen hükümdar, yönetici, memur olmamıştı veya aile çevresinin dışında resmen kamusal etkinliği olan bir kadın görülmemişti.

1072-1092 arasında saltanat süren Melik Şah’ın eşi Türkan Hatun, kocası öldüğünde halifeden hükümranlığının tanınmasını istedi. Pazarlık yapıldı, karşılıklı şartlar kabul edildi. İki taraf da birbirine mecburdu. Halifenin korunmaya, Türkan Hatun’nın kabul edilmeye ihtiyacı vardı.

„Memlûk hanım sultanları“, İslam tarihindeki en önemli ve en tanınmış kadın hükümdarlardır. Raziyye ve Şeceret üd-Dür, ikisi de Türk asıllıydı, Türkçe konuşurlardı. Raziyye iktidarı 1236’da Delhi’de, Şeceret üd-Dür 1250’de Mısır’da ele geçirdi. Raziyye bin-Şemsüddin İltutmuş, babası Delhi Sultanı Elam Hanın tahtına çıktı. Babası onu varis seçmişti ama sultan öldüğünde üvey erkek kardeşleriyle çatışması gerekti ve üstün geldi. Dirayetli bir hükümdar oldu, peçeden çıktı, halkla birleşti, savaşlara katıldı, ancak kendisine karşı kurulan komplolardan kurtulamadı. Buna rağmen, 14. yüzyılda, gezginliğini bölgede de sürdüren ünlü Magribli gezgin İbn Battuta (1304-1368/69), Raziyye’nin hala dillerde olduğunu kaydetmişti, ki bunun anlamı hanım sultanın kolay silinmeyecek izler bırakmış olduğudur.

Kölelikten azad edilme Şeceret üd-Dür (anlamı „Cevahir Ağacı“), iktidarı, Eyyubi hanedanının son hükümdarı olan kocası el-Melik es-Salih’ten (İngiliz kral ve kraliçesinin torunları olur ve çocukları olan Aslan Yürekli Rişar’ın da yeğenidir) aldı. Halifeye dayattığı Melikat el Müslimin (Müslümanların Melikesi) unvanını kabul ettiremedi. Kendisine başka iki unvan seçti: „Raziyyet üd-Dünya v’ed-Din“ (Dünya ve Dinin Kutsanması) ve „Belkıs Cihan“. Çok okuyor, çok da yazıyordu. Haçlı Seferlerinde Batı Frankların Mısır’a yaptığı çıkarmadan sonra onlara saldırıda bulunmuş, zafer kazanmış (1249) ve kralı (IX. Louis) esir almıştı. Sonradan evlendiği ve yedi yıl birlikte ülkeyi yönettiği ikinci kocasının yeniden evleneceğini duyunca kıskançlıktan onu öldürdü. Bu onun da sonu olmuştu.14

Hanım sultanlar arasında Türk saraylarına köle olarak gelen de vardır, sultan kızı olan da. Örnekler sonraları sayıca artacaktır.

„Moğol hatunlar“: Kutluk Han hanedanından Kutluk Hatun (ya da Türkan Hatun) ile kızı Padişah Hatun (ya da Saffeddin Hatun), 13. yüzyılda hüküm sürdüler. Kirman devletinin hükümdarı olan Kutluk Hatun, kızını Hülagü’nun oğluyla evlendirdi ve kendisine „İsmeddünyadin“ unvanı verildi. Camilerde adına hutbe okundu. 1282’de ölen Kutluk Hatun döneminde ülkesi zenginleşti.

Kutluk Hatun’un damadı ölünce onun yerine geçen kardeşi, Moğollar arasında İslamı ilk kabul eden oldu. Dul kalan Padişah Hatun 1291’de ölen kocasının oğullarından biri olan İlhanlı hükümdarıyla evlendi. Kendisine Kirman hükümdarlığının verilmesini istedi, aldı ve annesinin yerine geçti. „Saffet üd-Dünya ve’d-Din“ (veya Safiyeddin; “Dünya ve Din Temizi”) unvanını alan Padişah Hatun, bastırdığı sikkede dinsel bir ifade kullanmamıştır. Yalnız bu dünyayla ilgilendiğini gösteren bu tutum, alışılmışın dışına çıkmaktı ve dikkatleri çekmişti.

Moğollarda diğer hükümdar kadınlar, Hürdücin, Ebeş Hatun, Devlet Hatun, Satı Bek, Tendü (Döndü) ve Fatma Begüm’dür.15

Güneydoğu Asya’da „adaların eceleri“, diğer kadın sultan örnekleridir. Adalarda yedi kadın hükümdar oldu, üçü Maldivlerde, dördü Endonezya’da. Maldivler kadın saltanatı, üç nesil ve kırk yıl sürdü.

Endonezya’da 1641’den 1699 yılına kadar dört prenses üst üste iktidara geçecekti (Tacelalem Safiyeddin, Nurelalem Nakiyeddin, İnayet Şah Zekiyeddin ve Kamalat Şah). İktidar savaşında karşıtları Mekke’den, „Müslüman bir kadının devleti yönetmesinin caiz olamayacağı ve yasaca yasaklandığını“ belirten bir fetva getirdikleri halde yine de saltanat sürdüler.16

13. ve 17. yüzyıllar arasında Müslüman ülkelerde halifelerin karşı çıkmalarına, fetvalara, siyasal oyunlara karşın on beş kadın hükümdar, hükümranlığın bütün resmi belirtilerine sahip olarak tahta çıkabilmişti.

Türk ya da Moğol kadın hükümdarlar, „bu kültürlerin kamu alanında kadına verdikleri önemin“ göstergeleridir.

Timur döneminde kadınlarda Müslüman Araplarda hiç olmayan bir özgürlük vardı. Timur‘un pek sevdiği şölenlere kadınlar da katılırlar, erkeklerle beraber yer içerlerdi, üstelik örtünme de yoktu. Ata binerler, avlanırlar ve hatta Timur’un ordusunda bile yer alırlardı. Genelde iyi eğitimliydiler. Babür’ün kızlarından biri değerli bir tarihçi ve kronikçidir örneğin. Müslüman din adamları bu geleneği yok edebilmek için çok uğraşmışlardı.

Sonuçta İslam, kadınların toplumsal hayattaki rolleri ve ağırlıkları karşısında Asya bozkırlarının ve Doğunun geleneklerine boyun eğdi.



SELÇUKLAR

Kadına değer veren bu Asyaik özellikler, Selçuklu toplumunda ve –Arap etkisinin tekrar kendini göstereceği zamana kadar– özellikle ilk dönemlerinde Osmanlılarda da belirgin bir şekilde görülecekti.

Anadolu Selçukluları zamanında, Bâcıyân-ı Rûm adı verilen kadın silahlı güçleri vardı (Bâcıyân, “bacılar” demektir). Hayatın her alanında nasıl kadın önderler varsa, ilk Müslüman-Türk unsurların Anadolu’ya girişinde de kadın önderler ve savaşçılar bulunmaktaydı. İlk olarak Âşık Paşazâde’nin (~1400-1484) “Bâciyân-ı Rûm” olarak isimlendirdiği bu teşkilât üzerinde Alman oryantalist Franz Taeschner (1888-1967) durmuştur, ancak o günün toplumsal yapısında kadınların böyle bir teşkilât kurmuş olabileceklerine ihtimal vermediği için, Âşık Paşazâde’nin yanıldığını ya da bir yazım hatası yaparak başka bir sözcük yerine “bacıyan” yazmış olduğunu düşünmüştür. Sonuçta kadınların Selçuklularda ve Osmanlılarda savaşçı olamayacaklarına hükmetmiştir. Tarihçi Fuad Köprülü (1890-1966), Âşık Paşazâde’nin “Bâciyân-ı Rûm” olarak adlandırdığı kadın teşkilâtı hakkında olabildiğince kapsamlı bir çalışma yapmış, bu çalışmanın sonunda Franz Taeschner’in öne sürdüğü iddianın geçerli olamayacağında karar kılmıştır. Ancak Köprülü bu teşkilâtın mahiyeti ve çalışmaları hakkında çok açık bilgiler vermemektedir.

Orhan Gazi zamanında Anadolu’nun birçok yöresinde Türkmenler arasında bulunup gözlem yapmış, özellikle de Türkmen kadınların çeşitli alanlardaki faaliyetlerine tanık olmuş olan İbn Battuta ise, “tarikat” çerçeveli askeri kadın oluşumlarından söz etmektedir. Ayrıca Niğdeli Kadı Ahmed 1340 yılında tamamladığı “el-Veledü’ş-Şefik” adlı eserinde Niğde dolaylarında Taptuklu Türkmen dervişlerin hanımlarının silah kullandıklarını kaydetmektedir. Süryani tarihçi Malatyalı Ebu’l-Ferec (Gregory) de bir vesileyle bu “Bâciyân-ı Rûm”dan bahsetmiştir. Mevlevî yazar Ahmed Eflâkî de, eserinin bir yerinde Konya’daki bir kadınlar cemaatinden bahsetmektedir. Bacılar Teşkilâtı’nın faaliyetlerine dair başka bir bilgi “Menâkıb-ı Evhadü’d-din-i Kirmânî”de bulunmaktadır. Bu esere göre, hanımlararası bu teşkilât, önceleri “Fakiregân” diye de anılıyordu. Ancak teşkilâta mensup olan genç kız ve kadınlar birbirine “Bacı” diye hitap ettikleri için, kadın ve kızların meydana getirdikleri teşkilâta daha yaygın olarak “Bâciyân” denilmeye başlanmıştır.

Türkmen kadınlarının, erkeklerin yanı sıra örgütlendiklerini, hattâ “Bey Ana”, “Bacı Bey”, “Gazi Ana” gibi unvanlarla (rütbelerle) komutanlık yaptıkları da bilinmektedir.17

“Anadolu kadınının, gelecekteki Osmanlı devletinde varlığını hiç duyuramayacak hale geçişinin süreci ilkin Selçuklularda başlamıştır.”18 Kadınlara yasakların da o dönemde akla geldiğini söyleyebiliriz.

İslamî Türk devletlerinde kadınlar için türbe-mezar geleneği bulunmaktadır. Bu, dünyadaki başka hiç bir İslam ülkesinde 20. yüzyıla kadar görülemeyecektir.



OSMANLI TOPLUMUNDA KADIN

Osmanlı toplumunda kadın, yerleşik Türklerin usul ve geleneklerinin dışında bir rol verilerek yaşatılmıştır. Türklüğün bir yana itilmesi yanında, Türk yaşama tarzı da önemli ölçüde değişim geçirmiştir. Toplumsal gruplar içinde kadınlar bu değişimin en önde gelen unsurudur. Bir yabancının gözlemi olarak, “esirlerin kaderinden çok daha acısı, Türklerin zayıf cins üzerindeki maddi hakimiyetlerinin büyüklüğü yüzünden” kadınların “durumu” ve yaşadıklarıdır. Kadınlar, kadınlardan başka hiç bir kimseyle temas edememektedirler.19 Bunun nedeni, Osmanlı toplum yapısının, devletin kuruluşundan bir süre sonra, kadını toplumsal olarak aşağı bir düzeyde ve durumda tutan İslamî-Arabî bir çizgiye girmiş olmasıdır. Özellikle Fetih’ten sonra20 kadın, köle durumuna gelmiştir. Saraylar, konaklar Doğu Roma geleneklerinin etkisi altında kadınların hapishanelerine dönüşmüştür. İslamî hakim sınıfların gericiliğinin etkisiyle “harem”, toplumumuza yapıştırılmış, “kaç-göç” Arap yobazlığından ithal edilmiştir. Bugün kadınlarımızın yaşadıkları olumsuz deneyler, her gün karşılaşılan “adli” olaylarla cinayetler ve kadınların ve kızların içine sokulmaya çalışıldıkları toplumsal cendere, ilk kez o dönemde başlamış olan bu olumsuzlaşmaların sonucudur. 17. yüzyılın başından itibaren kadınların tek olarak sokağa çıkmasının yasaklanması ve tam bir toplumsal ayrışmaya uğraması tarihimizin olguları arasındadır.

Osmanlı’da, kuruluşunun ilk dönemlerinde komutanlık yapan kadınlar da vardır. Bu kadınlara 15. yüzyıldan sonra hiç rastlanamayacaktır. 14. ve 15. yüzyıllarda kadın şairler varken (Zeynep Hatun, Ayşe Hubba Kadın gibi), sonraki dönemlerde bunların da sonu gelecek, “şiir yazarak ünlenen kadınlar” ancak 18. yüzyıldan sonra tekrar ortaya çıkabilecektir.21

19. yüzyıl Osmanlı devleti ve toplumunun değişme yüzyılıdır. Olumlu değişmeler de vardır, olumsuz olanlar da. Batı etkisi iki şekilde ortaya çıkmaktadır. Kendisine tabi kılmak isteyen sömürgeci-saldırgan Batı ile, siyasal, kültürel ve teknolojik gelişmelerin özendirdiği Batı; sömüren ve bağımlılaştıran Batı ile özgürlüklerin ve bilimin kaynağı Batı. Devrimlerin Batısına duyulan ilgi mücadelelere yol açtığında bunların içinde kadınların hakları, varlığı ve rolü ortaya çıkmaya başlar. Kadınların henüz siyasal hayatta görünmedikleri dönemde Jön Türkler 19. yüzyılın ortasından sonra kadın eşitliği anlayışına yaklaşırlar. Ancak kadınların siyasal ve sosyal hayatta yer almaları konusunda fazla bir başarı kazanamazlar, ama o dönemlerde de hedeflerinden bir tanesi kadınlarla birlikte mücadele etmektir. Özlem olmaktan öteye gidemeyeceği bellidir ama gene de tüzüklerinde kadınlara yer veriyorlar, örgütlenmede onlara yer ayırıyorlardı.22 “Kadına yakışır” kısıtlamaları, insana yakışır cesaret ve girişkenliğe çevirmeye ve onlarla eşitleşmeye çalışıyorlardı. Kadınlar “kendileri gibi” olmalıydı. “Kadına müstehak görülen durum” değişmeliydi. Başta Şinasi, Namık Kemal, Ahmed Mithad ve Şemseddin Sami gibileri olmak üzere Jön Türkler, çok kadınla evliliğe karşı çıkmışlardı.23 Kadına gösterilen saygıda çarpıcı örnek, Şinasi’nin Şair Evlenmesi’dir, bu tiyatro eserinde yazar geleneksel evlilik yolu olan görücü usulünü eleştirerek, alay ederek sergilemişti.

Bu çabaların kadınlarda bir karşılığı da vardı; II. Abdülhamid döneminin baskı ve sansürüne direnen kadın dergileri ve yayınları çıkıyordu, İnsaniyet, Hanımlara Mahsus Gazete, İnci, Hanımlar, Hanımlara Mahsus Malumat vb. Fatma Aliye, Emine Semiye, Nigar Hanım, Makbule Leman, Fahrünnisa Hanım, Hamiyet Zehra, Keçecizade İkbal Hanım gibi aydın kadınlar yazıyorlar, belki siyasal haklardan söz etmiyorlar ama kendilerini de gizlemiyorlardı.24

Tükiye 20. yüzyıla, “Jön Türk Devrimi”, “Hürriyet İhtilali” de denilen Meşrutiyet Devrimiyle girdi.

Meşrutiyet Devrimi, hem Jön Türklerin Avrupa’da yürüttükleri mücadeleyi sonlandırdı, hem de Türkiye’de büyük değişikliklere yol açtı. O tarihten sonra yurt dışındaki her yerdeki Jön Türklerin hepsi İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kadroları olarak Türkiye’de olacaklardı.

19. yüzyıl sonunda onlarca yıl içinde Türkiye’de yüzlerce gazete ve dergiden oluşmuş bir “Jön Türk basını”ndan söz edilebilirdi, ama Türkiye’de 1891 yılında sadece altı Türk gazetesi vardı. Bu sayı iki yıl içinde üçe düşmüştü. Sansür aman vermiyordu. Bu yüzden, Meşrutiyet’le birlikte basın açısından inanılması zor bir durum yaşanacaktı. “24 Temmuzdan sonraki ilk bir buçuk ayda 200’ün üzerinde yayın için imtiyaz alınmış”tı ve bu sayı gün geçtikçe daha da artmıştı. Çoğunluğu Jön Türkler tarafından çıkarılmış olan yüzlerce gazete ve dergi ortalığı kapladı. “Meşrutiyet’in ilk yedi ayında İstanbul’da 377, tüm ülkede 730 imtiyaz başvurusunda bulunulmuştu.” Gazete ve dergiler yalnız İstanbul’da değil her yerde çıkmaktaydı. “Gazete çıkmayan tek kent kalmamış gibiydi.” Üstelik başkentte çıkan gazetelerin tirajları 50 binlere (örneğin, İkdam) kadar yükseliyordu (yüksek tirajlı gazeteler yedi taneydi; Tanin, Sabah, Yeni Gazete, Sada-yı Millet, Tercüman-ı Hakikat). Bunlara ek olarak, bütün önemli Avrupa dillerinde ve onların yanında Bulgarca, Arnavutça, Çerkezce, Kürtçe yayınlar da vardı.25

Dahası, bu dönemde en başta Halide Salih (sonra Edip ve Adıvar) olmak üzere kadınlar da gazete yazarlığına başlayacaklar, neredeyse bütün gazete ve dergilerde boy göstereceklerdir. Ayrıca, birçok kadın gazete ve dergisi çıkmıştır. Kadın dernekleri ise yirminin üstündedir.26

Kadınların toplumsal görünümü bunlardan ibaret değildir. Jön Türkler on yaşından sonra onları bir cendereye sokan ve toplumdan koparan kara çarşafı çıkarmaya çalışmışlar, ama o günlerde bunu başaramamışlardı. Dinci ve bağnaz kesimlerin bu girişimi tepkiyle ve düşmanca karşılamasını Jön Türkler göğüsleyememiş ve “Türk kadınlarından bunu bir süreliğine ertelemelerini istemişlerdi”.27 Gene de “Meşrutiyet’in ilanıyla kentli kadının yaşamında yeni bir dönem başlamıştır”. Hatta Halide Hanım, “eğer Meşrutiyet ilan edilmeseydi biz hepimiz mahvolmuştuk” diyecektir.28

Jön Türkler kadınların eşitliği konusundaki amaçlarına ancak 20. yüzyılda ve yüzyılın onlu yıllarında ancak belirli ölçüde ulaşacaklardı. Devrimle birlikte kadınlar da artık sorumluluk sahibiydi. 1908 Devriminin kitleselliği kendini aynı zamanda kadınların katılmasına borçludur. Kadınlar devreye girmişlerdi ama Jön Türkler onlar için yapabilecekleri her şeyi de yapmaya çalışmışlardı. Çünkü Jön Türklerin hepsi, “kadınların Türkiye’deki durumunun halkın gelişimini durduran en zararlı frenlerden biri olduğunu” düşünüyordu.29 Bu anlayışların sonucu olarak Jön Türk iktidarları döneminde ise kız okulları açıldığı30 ve kadınların toplumsal ve siyasal hayata girişinin şartları yaratıldığı gibi, kadın hareketleri de ortaya çıkmıştı. Kadınlar sanat ve edebiyat dünyasında kendi kimlikleriyle varolmaya ve önem kazanmaya başlamışlar, çeşitli mesleklerde çalışma hayatına girmişlerdi.31 “Semiye Hanım (Emine Semiye Önasya), Fatma Aliye Hanım, Ahmet Rıza beyin kızkardeşi Selma Hanım” gibileri Türkiye’deki kadın özgürleşmesinin öncüleriydiler. İstanbul’da yayımlanan Rusça haftalık gazete Stambulskie Novosti, “bu yeni kadın tipini ‘Jön Türk Kadınları’ olarak” adlandırmıştı.32 Peçesiz dolaşmaktan memurluk yapmaya kadar insiyatif kazanmışlar, siyasal partilere katılmaktan ayaklanmalarda yer almaya kadar oldukça geniş bir alanda öne çıkmışlardır. Çanakkale Savaşı yılları, kadınların sağlık hiizmetlerinde görev yaptıkları ve böylece vatan savunmasına gönüllü olarak katıldıkları yıllardır. Kadınlar, büyük savaş sonrasında ise adeta patlamışlardı. Cumhuriyet buna hız verdi.



CUMHURİYET, “68” VE “GEZİ”

Cumhuriyet’le birlikte kadının kaderi tamamen değişecek, kadınlar toplumsal hayatın içinde yer alacaklardır. Cumhuriyet kadını kutsamış ve yüceltmiştir.

“1923 Seçim Kanunu karşısında kadın vatandaş ayrıca düşünülmemişti”r,33 ama 1924’ten başlayarak birbiri peşi sıra yeni çıkarılan yasalar kadınların durumunu modern bir devletteki gibi yapacaktır. 3 Nisan 1930’daki kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı verilmesi dünya çapında bir dönüm noktasıdır. 5 Aralık 1934 tarihli milletvekili seçme ve seçilme hakkı sağlayan yasa ise, kadınlara “eşit yurttaş” olma hakkını tanıyarak, onlara “pek çok Batı ülkesindeki kadınların durumundan daha üstün bir durum kazandırmış”tır.34

Uzatmayalım, Cumhuriyet kadınlar için çok yönlüdür, her şeydir, Cumhuriyet kadınlar içindir. Kaderleri değişmiştir kadınların, yalnız eşit olmamışlar, insan ve vatandaş olmuşlardır. Sonuçlar, Cumhuriyet düşmanlarının amaçlarından ve yaptıklarından bellidir. Kadınlar her alanda yaşamaktadır, etkilidir, başarılıdır, vazgeçilmezdir.

1968 gençlik mücadelesi kadınlara yeni alanlar ve dünyalar açmıştır.

Gezi Parkı ve onu takibeden zincirleme toplantı ve gösterilerde ise kadınlar, Türkiye tarihinde hiç bir eylem döneminde olmadığı kadar işin içindeydiler. Her şeye başka türlü bir canlılık ve güzellik kattılar. Gösterilere genç kızların, kadınların, anaların katılımlarının yüksek oranı ve olağanüstü etkinlikleriyle katkıları, 2012’den başlayan ve “Haziran”la devam eden mücadelenin, çapını, düzeyini ve güzelliğini aynı zamanda onlara borçlu olduğunu göstermektedir.

Türkiye tarihinde kadınların öne çıkması ve çıkarılması Jön Türklerle ve Meşrutiyet’le başlamış, mücadelelere kadınların katılımı ise 2012-13 döneminde doruğa çıkmıştır.

Bugüne geldiğimizde kadınların tekrar birey, insan ve vatandaş olma mücadelesi vermelerini gerektiren bir durumda olduğumuzu görüyoruz. Kadınlar tekrar ikinci sınıf olmaya itilmiştir. Kadın cinayetleri, toplumumuzun en önündeki sorunlardan biri haline gelmiştir. Kadınlara karşı işlenen suçlarda akıl almaz ve inanılmaz bir artış vardır. Saldırganlık tavan yapmış, pervasızlık, şımarıklık, yozlaşma teşvik görmüştür. Karşıdevrime göre kadın karanlıkta kalmalıdır.

Kadınların özgürlük ve eşitlik hakkı, yalnız kadınların sorunu değil, toplumumuzun sorunudur. Kadınların aşağılanması, yalnız kadınları değil, toplumumuzu geriye götürmektedir. Kadınların başına gelenler Cumhuriyet düşmanlığındandır.

Kadınlara yapılan saldırılar, kadınları desteklemekten ve örgütlü mücadelelerden fazlasını istiyor, yeniden Cumhuriyet.

Cumhuriyet Orta Çağı, geriliği, gericiliği süpürmüştü, yeniden süpürecektir.

KAYNAKLAR



S.G. Agacanov, Oğuzlar, Selenge Yayınları, İstanbul 2002.


Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2013.


A. Altındal, Türkiye’de Kadın (Marksist Bir Yaklaşım), Havass, İstanbul 1977.


Necla Arat, Kadın Sorunu, Say Yayınları, İstanbul 1986.


İlhan Arsel, Şeriat ve Kadın, İstanbul 1989.


Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi / Birinci Kitap, Tekin Yayınevi, İstanbul 1985.



Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, Üçüncü Kitap, „İslamiyet ve Türkler“, Tekin Yayınevi, İstanbul 1985.

Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, Dördüncü Kitap, „Anadolu’da ve Orta Asya’da Türk İslam Devletleri“, Tekin Yayınevi, İstanbul 1986.

Erdoğan Aydın, Türklerin Müslanlaştırılmasının Resmi Olmayan Tarihi / Nasıl Müslüman Olduk?, Başak Yayınları, Ankara 1994.


Claude Cahen, İslamiyet / Doğuşundan Osmanlı Devletinin Kuruluşuna Kadar, Bilgi Yayınevi, Ankara 1990.


Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, E Yayınları, İstanbul 1979.


Demirtaş Ceyhun, Ah, Şu Biz “Kara Bıyıklı” Türkler [1], e Yayınları, İstanbul 1992.


Demirtaş Ceyhun, Ah, Şu Biz Göçebeler / Ah, Şu Biz “Kara Bıyıklı” Türkler – 2, Sis Çanı Yayınları, İstanbul 1994.


Dede Korkut Kitabı / Metin-Sözlük, haz. Muharrem Ergin, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1964.


Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, Ankara 1976.


L.N.Gumilëv, Hunlar, Selenge Yayınları, İstanbul 2002.


Kâmuran Gürün, Türkler ve Türk Devletleri Tarihi, Bilgi Yayınevi, Ankara 1984.


Ümit Hassan, Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler, Kaynak Yayınları, İstanbul 1985.


Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye / Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar – 1 / Klasik Dönem (1302-1606): Siyasal, Kurumsal ve Ekonomik Gelişim, Türkiye İş Bankası yayınları, İstanbul 2014.


Fatima Mernissi, Hanım Sultanlar (İslâm Devletlerinde Kadın Hükümdarlar), Cep Kitapları, İstanbul 1991.


Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, M.E.B. Yayınları, Ankara 1992.


Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, Hayat Yayınları, İstanbul 1970.


Doğu Perinçek, Bozkurt Efsaneleri ve Gerçek / Turancılığa ve Irkçılığa Karşı Mücadele, Kaynak Yayınları, İstanbul 1978.


Doğu Perinçek, Osmanlı’dan Bugüne Toplum ve Devlet, Kaynak Yayınları, İstanbul 1986.


Muzaffer Sencer, Dinin Türk Toplumuna Etkileri, İstanbul 1968.


Seyfettin Aziz, Türklerin Müslümanlığa Geçişi / Satuk Buğra Han, Kaynak Yayınları, İstanbul 2000.


Taner Timur, Kuruluş ve Yükseliş Döneminde Osmanlı Toplumsal Düzeni, Turhan Kitabevi, Ankara 1979.


Türk Tarihi – 1 / Osmanlı Devletine Kadar Türkler (der. Sina Akşin), Milliyet, İstanbul (?).

Türk Tarihinin Ana Hatları / Kemalist Yönetimin Resmi Tarih Tezi, Kaynak Yayınları, İstanbul 1999.

Türk Toplumunda Kadın (der. Nermin Abadan-Unat), Araştırma, Eğitim, Ekin Yayınları, Ankara 1982

Bilge Umar, Türkiye Halkının Ortaçağ Tarihi / Türkiye Türkleri Ulusunun Oluşması, İnkılap Kitaebevi, İstanbul 1998.

Ernst Werner, Büyük Bir Devletin Doğuşu / Osmanlı Feodalizminin Oluşma Süreci, Alan Yayıncılık, İstanbul 1986.

Paul Wittek, Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu, Kaynak Yayınları, İstanbul 1985.

Nesimi Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, TDV Yayınları, Ankara 2008.

Çetin Yetkin, Türk Halk Hareketleri ve Devrimler, Say Kitap-Pazarlama, İstanbul 1984.

1

Atatürk ve Türk Kadın Haklarının Kazanılması / Tarih Boyunca Türk Kadınının Hak ve Görevleri, MEB Yayınları, Ankara 1968; akt. Altındal, s. 51.

2

Örneğin, Öztuna, 1970, s. 21; “Evli bir kadına tecavüz etmenin tek cezası idamdır. Genç kıza tecavüzse, genç kız o erkekle evlenmeyi kabul etmediği takdirde, aynı cezayı görmektedir.”

3

Türk Tarihinin Ana Hatları, s. 347.

4

Aynı yerde.

5

Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Kültür Yayınları, İstanbul 1972, s. 166; akt. Arat, s. 75.

6

“İslamdan önce Türk kadını” ile “İslam sonrası Türk kadını” arasındaki farklar konusunda bkz. Nermin Abadan-Unat, “Toplumsal Değişme ve Türk Kadını”, (der.) Abadan-Unat, s. 7 vd.

7

Saba Melikesi, Kuran’da, iktidarını kaybettiği için geçtiğinden, „taht“ın kadından erkeğe devrolmasının, erkek hükümdarlar devrinin başlamasının, yani bir dönemsel anın simgesidir. En-Neml Suresi, bkz. Kuran-ı Kerim ve İzahlı Meâli Âlisi, İstanbul 1973, s. 380 vd.

8

Bu konuda geniş bilgi için bkz. Arsel, s. 45 vd.

9

Bu konuda geniş bilgi için bkz. Dr. Bahriye Üçok, İslam Devletlerinde Türk Naibeler ve Kadın Hükümdarlar; Fatima Mernissi, Herrscherinnen unter dem Halbmond. Die verdrängte Macht der Frauen im Islam, Herder Spekturm, Freiburg 2004 (Mernissi’nin bu eserinin iyi çevrilmiş ama özensiz bir baskısı Türkçede de bulunmaktadır, bkz. Hanım Sultanlar).

Bu yazarlara göre, „kadın hükümdarlığın“ ölçütü, „kendi adına para bastırmak“ ve „kendi adına hutbe okutmak“tır.

10

Baobdil/Baubdil ve dönemi konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Amin Maalouf, Afrikalı Leo, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1996, s. 26 vd. Ancak burada Ayşe, Fatma olarak geçmektedir.

11

André Clot, Al andalus / Das maurische Spanien, Artemis&Winkler, Düsseldorf-Zürich 2002, s. 46; Voltaire, Müslümanlar, Türkler, Ötekiler, İgus Yayınları, İstanbul 2009, s. 61; Ahmet Raif, Endülüs / Yok Edilişin Öyküsü, Araştırma Yayınları, İstanbul 1993, s. 333 vd; Maalouf, s. 61.

12

Üçok ve Mernissi.

13

Adam Mez, Onuncu Yüzyılda İslâm Medeniyeti / İslâm’ın Rönesansı, İnsan Yayınları, İstanbul 2000, s. 412.

14

Üçok ve Mernissi.

15

Aynı eserler.

16

Aynı eserler.

17

Yavuz Bahadıroğlu, Merhaba Söğüt, Nesil Yayınları, İstanbul 2009.

18

Altındal, s. 85.

19

Feldmareşal H. von Moltke, Türkiye Mektupları, Remzi Kitabevi, İstanbul 1959, s. 37-38.

20

“Fetih’ten sonra”nın anlamı, ”merkeziyetçi feodal devleti Fatih Mehmet”in kurmuş olmasıdır (geniş bilgi için bkz. Avcıoğlu, Birinci Kitap, s. 186 vd.).

21

Altındal, s. 116-17.

22

Gerek Terakki ve İttihad’ın 1895 (1902), gerekse İttihad ve Terakki’nin 1906 Nizamnamelerinde yazılıdır. (“Madde 6: Cemiyete, cins ve mezhep ayırdetmeksizin kadın ve erkek bilcümle Osmanlılardan herkes aza olabilecektir.”) Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt I, İkinci Meşrutiyet Dönemi, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul 1984, s. 45; Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İmge Kitabevi, Ankara 2011, s. 57 ve 101. Ayrıca, “apayrı bir maddeyle” (Madde 37) kadınların erkeklerle “aynı hak ve görevlere sahip bulunacakları [da] özenle belirtilmiştir”, Akşin, s. 57. Bu ifade, bugünün okuruna, özellikle Osmanlı toplumunda kadınlara karşı olan anlayış ve davranışları ayrıntılı olarak bilmeyenlere çok anlamlı gelmeyebilir, ancak o dönemlerde “ihtilalci bir gizli örgüte kadın üyelerin alınacağından söz etmek, gerçekten pek cüretli ve çağdaş bir tavır olmaktadır” (Akşin, s. 57). Kadınlar örgüte o dönemlerde üye yapılamamışlarsa da, tüzüklerdeki bu ifadeler bir isteği ve yönelimi göstermekte, bu, Osmanlı toplumu için cesur bir öncü çıkış olmaktadır.

23

M. Şehmuz Güzel, Kadın Aşk İktidar, Alan Yayıncılık, İstanbul 1996, s. 21; François Georgeon, Sultan Abdülhamid, İletişim Yayınları, İstanbul 2012, s. 450.

24

Arat, s. 104.

25

Orhan Koloğlu, Osmanlı’dan 21. Yüzyıla Basın Tarihi, Pozitif yayınları, İstanbul 2006, s. 87; akt. Mehmet Perinçek – Arda Odabaşı, Stanbulskie Novosti’de Jön Türk Devrimi / Türkiye’de Çıkan İlk Rusça Gazete, Kaynak Yayınları, İstanbul 2013, s. 407-8 ve 408 not 174 ve 177.

26

Demet, Kadın Mecmuası, Mehasin, Millet Gazetesi, Kadınlar Dünyası, Mefharet adlı dergiler uzun süre yayınlarını sürdürdüler (Güzel, s. 26).

Tunaya 12 (s. 480), Sibel Özbudun 24 (Niçin Feminizm Değil?, İstanbul 1984) adet dernekten söz etmektedir.

27

Aslında bu konuda değerlendirmeler çelişiktir. Bazı kaynaklar İttihatçıların bunlara karşı direndiğini belirtmektedir, “bu konuda sonuna kadar tutarlı, cesur ve dirayetliydiler” (Clarence K. Streit, Bilinmeyen Türkler, Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2012, s. 125). Bkz. M. Perinçek – A. Odabaşı, s. 304 ve not 46.

28

M. Perinçek – A. Odabaşı, s. 500.

29

Aynı eser, s. 503.

30

“Kızlar da okuyacak”tı. 1912’den sonra ise ilkokul düzeyindeki kız çocuklarının başları da açık olacaktı. Anlatan Muazzez İlmiye Çığ, bkz. “Kızların Başı 1912’de Bile Açıktı”, (dört AKP’li kadın milletvekilinin TBBM’ye türbanla girmesi üzerine) Füsun İkikardeş’in söyleşisi, Aydınlık, 4 Kasım 2013, s. 8.

1913-14 yıllarında İstanbul’daki iptidaiyelerde (ilkokullarda) Müslüman öğrenci sayısı 50-60 bin kadardır ve bunların yüzde 40’I kızdır.

31

Bu konuya açıklık getiren bir yazı, Halide Salih Hanımın “Mehasin’i Okuyan Kardeşlerime” başlıklı yazısıdır, bkz. Mehasin, no. 6, Şubat 1324, s. 418-21; akt. M. Perinçek – A. Odabaşı, s. 329-31.

32

Aynı eser, s. 355.

33

Arat, s. 118.

34

Perihan Naci Eldeniz, “Atatürk ve Türk Kadını”, Belleten, c. XX, sayı 80, s. 741; akt. Arat, s. 128.

Bunları da sevebilirsiniz