Son yıllarda, özellikle de son gelişmeler ışığında; Türkiye’nin uluslararası ilişkiler ve dış politika konularında aldığı yanlış kararların, gerçekleştirdiği hesapsız eylemlerin, ülkemiz ulusal birliği ve ekonomisini çok ama çok olumsuz etkilediğine, ulusal onurumuzun ve ulusal güvenilirliğimizinse neredeyse dibe vurduğuna endişeyle tanık olmaktayız.
Dış politikanın şakaya gelmediğini, yaşananlardan öğrenmiş olmamız gerekir.
Dış politikadaki yanlışlarımızla sâdece ülkemizi değil, tüm dünyayı risk altında bıraktığımızı anlamamız gerekir:
1. Dış politikada bütünlük ön koşuldur. Örneğin Rusya ile ilişkilerinizi, Azerbaycan veya Türkmenistan veya Kazakistan ile ilişkilerinizden ayrı tutarsanız, hayâl kırıklığına uğrarsınız. İran ile ilgili siyâsetinizi Suriye’den ayrı tasarlarsanız, her ikisini de kaybedersiniz. Suudî Arabistan, Katar veya diğer Arap Şeyhlikleri ile siyâsetinizi, Mısır ile diplomatik ilişkilerinizi ayrı ayrı oluşturursanız; bir gün hepsini berâberce karşınızda bulabilirsiniz…
Örnekleri çoğaltabiliriz: Çin ile ilişkilerinizi Rusya’nın Akdeniz’deki ilişkilerinden ayırırsanız veya ABD’nin vesâyeti altındaki Japonya, Almanya ve Fransa’yı, ABD’nin stratejik çıkarlarının dışında yorumlarsanız, yanıldığınızı anladığınızda çok geç olabilir.
Her şeyden önce Şangay İşbirliği Örgütü ve BRICS ülkelerinin, Rusya’nın stratejik çıkarlarının yanında yer alabileceğini bilmemiz gerekiyordu. Örneğin son gelen haberlere göre Hindistan Başbakanı Modi, Putin’le yaptığı anlaşma ile Rusya’nın Suriye politikasının yanında kesin olarak yer aldığını ifâde etti.
Ayrıca Arap Birliği de, Irak politikasında Irak’ın yanında yer aldığını ve Türk Askeri’nin bölgeyi derhâl terk etmesinin gerekliliğini vurguladı. Böylece ve ne yazık ki, tamamen yalnız bırakıldık. Üstelik, yıllardır katılmayı düşlediğimiz AB de, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’daki harekâtlarını durdurması gerektiğini bildirerek karşı cephede yerini aldı. Böylece; NATO Askerî Birliği ve bir de devletliği tartışmalı, aşîret lideri Barzâni dışında dostumuz kalmadı.
Uluslararası ilişkiler, bütünsellik ister…
Bu konuda yararlanabileceğiniz en güzel örnek, Atatürk dönemi Türkiyesi’nin dış politika sürecidir ki, Türkiye’nin dünyada îtibârının en yükseğe ulaştığı dönemdir.
2. Şu “Osmanlıcılık” saplantısından bir an önce kurtulun; devlet yönetiminde “Paralel Yapı” ne ise, Osmanlıcılık da
Cumhuriyetimiz’in paralel düşüncesidir ve asla kabûl edilemez.
Tarih bize gösteriyor ki, daha önce de imparatorluk heveslileri oldu -Roma İmparatorluğu hayâlini kuran Mussolini’nin acı sonunu hatırlayınız. Hattâ iki bin yıl evvelki krallığın adına bile tahammül edemeyen Yunanistan, hâlen Makedonya’yı bağımsız bir ülke olarak tanımayı reddediyor. Yüz sene evvel Osmanlı’yla savaşarak bağımsızlıklarını îlân eden Balkan ve Arap ülkelerini de dikkate aldığımızda görüyoruz ki; hem bizim, hem de dünyanın geri kalanı için Osmanlı İmparatorluğu, tarih sayfalarındaki yerini çoktan almıştır. Eğer hakkını lâyıkıyla teslim etmek istiyorsak, Sevr’le nokta koyulan bu büyük ülkeden sonra, başka bir büyük harfle başlamalı ve Türkiye Cumhuriyeti Devletimiz’e sâhip çıkmalıyız. Bu konudaki başarımızıysa, alacağımız derslerle tekrarlamayacağımız hatâların oranı belirleyecektir.
3. Türkiye; iktidar ve muhalefeti ile, lâik bir cumhuriyet olduğunu tüm dünyaya îlân etmelidir.
4. Bölünme, parçalanma paranoyasından da kurtulmanın zamanı gelmiştir. Ülkemiz pasta olmadığı gibi, devir de tek kutup devri değildir. Rusya’nın, İran’ın hattâ Çin’in dâhil olduğu çok kutuplu dünyada BOP’lara yer yoktur, küresel güçlerin bugünkü tercihleri bütünlükten yanadır.
Büyük ölçüde enerji ve umut tüketen bu saplantınınsa, faydadan çok zarara sebep olduğu su götürmez gerçektir. Türkiye Cumhuriyeti, üniter bir devlettir; bunu dünyaya tartışmasız kabûl ettirmenin yolu da, ilk önce bizim kendimize inanmamızdan geçmektedir. Gün; safsatalarla vakit kaybetme değil, üretme günüdür ki, politik akıl ve öngörü bunların başında gelmektedir.
Unutmayınız; yanlıştan dönmek erdemdir, özellikle de Türk Ulusu’nun geleceği mevzûbahis ise…