Barış Çubuğundan Tüfek Yapmak

Günümüzde Suriyeli mülteciler için Avrupalıların ağ paylaşımlarında “zenginliğimizi paylaşmaya geliyorlar” , “geri kafalı çarşaflılar yakında” yaygarası yapmalarından önce, gazetecilerin kaçan mültecilere tekme ve çelme atmasından öncesini bir hatırlayalım. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’daki yıkım ve bunalım ortamından kaçan insanların diğer ülkelere mülteciliğini… 28 Temmuz 1951 yılında imzalanan Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi’ne 29 Ağustos 1961 yılında çıkarılan kanunla Türkiye katılmıştı. Mülteci tanımı “1951 yılından önce ve Avrupa’da meydana gelen olaylar” şartıyla sınırlanmış; ancak, bu sınır Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Protokol ile 1967’de kaldırılmıştı. Türkiye bu değişikliği 1 Temmuz 1968’de “coğrafi sınır” şartıyla onayladı ve Avrupalı ve Avrupalı olmayan mülteciler arasında bu ayrımı yapmaya devam etti[1]. Bunun anlamı şudur; eğer bir insan veya insan topluluğu kökeni, dini, mezhebi, milliyeti ve politik düşüncesi nedeniyle işkenceye maruz kalması veya yaşam hakkına tecavüz durumundan dolayı başka bir ülkede bulunuyor ve vatandaşı olduğu ülkenin yardımını reddediyorsa mültecidir ve bu neredeyse Türkiye dışında tüm dünyada geçerlidir. Ülkemizdeki mülteci hukukunda sadece Avrupa Konseyi üyesi ülkelerden yukarıdaki sebepler nedeniyle gelenler mülteci sıfatına uymaktadır. Dolayısıyla Avrupa dışından bir ülkeden Türkiye’ye bu sebeplerle gelenler mülteci değil geçici sığınmacı olarak kabul edilmektedirler. Türkiye şimdiye kadar 27’si Yunanistan, 6’sı Bulgaristan, 6’sı Sırbistan-Karadağ, 3’ü Azerbaycan ve 1 de Arnavutluk vatandaşı olan toplam 43 kişiyi mülteci olarak kabul etmiştir. Irak, İran, Afganistan, Suriye ve Somali başta olmak üzere Avrupa Komisyonu üyesi olmayan birçok ülkeden her yıl binlerce kişi Türkiye’ye sığınmaktadır. Bu kişilerin Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği aracılığıyla mülteci kabul eden ABD, Kanada, Avusturya gibi ülkelere yerleştirilmesine çalışmaktadır. İşin bir diğer ilginç yanı ise 2644 sayılı Tapu Kanunu’nun 35. Maddesi, 18 Mayıs 2012 tarihinde yürürlüğe giren 6302 sayılı Kanun ile değişen, yabancı uyruklu gerçek kişilerin ülkemizde taşınmaz edinmesinde karşılıklılık şartı kaldırılmasıdır. Bu doğrultuda Bakanlar Kurulu’nun belirlediği ülkelerin vatandaşları ülkemizden belirli şartlar dâhilinde taşınmaz mal edinebilmektedir. Özellikle bu maddenin Suriye vatandaşlarını kapsamadığı belirtilmektedir ancak, güney sınırlarımızı kevgire çeviren Suriyeli kılığındaki paralıların menşei farklıdır. Büyük planın küçük söküğü buradan başlamaktadır. Hukuki açıdan mülteci öznesi sayılmayan Suriyelilerin ülkemizi bir gün terk etmesi uluslararası sözleşmeler ölçeğinde beklenen bir durum değildir. Tam bu noktada Avrupa bir yandan üretimi Çin’den Batı Asya’ya kaydırmaya çalışırken ve ülkemizde işsizlik rakamları, ‘yüksek’ ücretler tartışılırken ve doğru düzgün kayıtlandırılmamış 2 milyondan fazla olduğu tahmin edilen, her türlü amaçta kullanılması olası ucuz işgücünün sınırlarımız içinde el kol sallaması ne kadar sağlıklı bir ekonomiye sahip olacağımızın göstergelerinden birisidir. İşin alacakaranlık tarafı, terör yapılanmaları ve ülkemiz sınırlarında eğitilen bu mülteci sayılmayan grupların uluslararası alanda, PKK’ya saldırarak ve ona yardım edilmesini sağlayarak PKK’yı meşrulaştırma hareketleri aslında ayağımıza bir taşın takılmadığı, dahası taşın bağlandığı izlenimi uyandırmaktadır. Başka bir şüpheci gerçekçilik ise aklını kullanabilen her bireye şunu da önermektedir, Emile Durkheim’ın da dediği gibi, bir toplumda sosyal birliktelikleri ayrıştırıcı, toplum gerçekliğinden soyutlayıcı, azınlıkta bırakıcı ve yok edici unsurlar arttıkça o toplumda kriz kaçınılmazdır. Hadi oluşan bu yeni ‘mülteci olmayan’ kalabalığın toplumumuza yakıştırılmasından sonra bazı ümmedi çevrelerin beklediği ‘açan güller senaryosu’ yerine karşımıza çıkacaklara bir bakalım… Dil yapısı benzer olmayan böylesi bir kitlenin ev sahibi kültüre entegrasyonu ve o kültüre uyumlanarak yaşamını sürdürmesine olanak sağlanmış mı? Hayır, ama bakın artık ilköğretimden başlayarak Arapça konuşacağız! İçten patlamalı pan- İslamizm politikası bu duruma güzel bir başlıktır. Peki yerli mevsimlik işçiler ve kayıt dışı çalışırken bile zorla doyabilen yoksul Türk toplumu kesimlerinin şehirlerdeki hali ileride iyileşecek mi? Hayır, daha geçen yaz Karadeniz’e fındık işçisi olarak götürülen Suriyeliler hastanelerin acil kapılarında tedavi görmek için izdiham çıkarıp dertlerini anlatamadıktan sonra hastaneyi basmaya çalışmadılar mı? Üstüne, içerideki doktorlar can ve mal güvenliklerini koruyabilmek için hastaneyi kendi üzerlerine kilitlemek zorunda kalmadılar mı? Dahası ülkemizin doğusundaki tarla arazilerinde sulama işçisi olarak çalışan binlerce Suriyeli daha ucuza çalışabiliyor diye nice başka binlerce vatandaş mevsimsel işsiz oldu mu? Daha şimdiden 10 ildeki Suriyeli sayısının il nüfusunu aştığı biliniyor mu? Bizim özümüz milliyetçilik diyen bugünkü troller, 1945’lerde ve sonralarında Suriye’nin bazen bir Batı esintisine kapılıp Hatay ve başka birkaç vilayetimizi de içine katan haritalar yayınladığını ve bizimkilerin de boyuna nota verdiğini duymuşlar mıydı? Şimdi kim o toprakları ‘mülteci olmayanlarla’ iskan ederek teslim etti ?
***
Tarihi daha da ileri taşıdığımızı ve ülkemizdeki bu ‘mülteci olmayanların’ hala özgürce ikamet ettiklerini düşünelim. Türk toplumu olarak özgürce seçtiğimiz dini ilmimiz ve daha birçoğunun sökmekte çok (!) başarılı olduğu Türkçemizin yanına bir de Arapçayı söktüğünü ve ulus devlet durumundaki, devrimci geçinen ve aforizma tarihine kralcılardan çok çanak tutup sulu gözlülük eden içimizdekilerin nasıl Araplaşacağını izleyelim. Kuma getirmeler, ucuz hasta bakıcılar, hayat kadınlığı, yoksulluk, yeni toplumsal infialler, bölgesel dillenme ayrımlarının yoğunlaşması biçimindeki nice durumlar sonucu, yağlı kalantorların kullanmayı sevdiği laflardan biri olan bir ‘Türkiye mozaiği’ düşünün. Hani daha bugünden çözemediğimiz işsizlik, terör, üretimsizlik, sosyal kopukluk, eğitimsizlik, kaçakçılık ve etnik ayrımcılık sorununun gelecekte sanki çözülebileceğini…
***
Bu akıl yürütmelerini Jüpiter’de yaşam bulmaya eşdeğer olarak gören zihinlerin ise kendilerine öncelikle şu soruyu yöneltmeleri gerekmektedir: 1988 Halepçe olayları sonrası sığınmacı Kürtlere açılan Türkiye kamplarındaki kişiler bugün hangi noktalardadır? [1] http://www.binfikir.be/news/155/ARTICLE/6683/2011-04-21.html

Bunları da sevebilirsiniz