SARAR İLKOKULU’NDAKİ “HAYALET” ve YURT DIŞINDA CUMHURİYET BAYRAMLARI

“29 Ekim Dolayısıyla”

SARAR İLKOKULU’NDAKİ “HAYALET”

 

“Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.”                                                               

                                         MUSTAFA KEMAL ATATÜRK[1]

 

KAYBEDİLMEKTE OLDUĞU BİLİNMİYORDU!

Babamın memuriyet görevi dolayısıyla Antalya’dan Ankara’ya ailecek taşındığımızda ilköğrenimdeki ikinci yılıma Sarar İlkokulu’nda[2] başladım.  İyi eğitim verilmediğini söyleyemem, ama okuldan ayrılana, yani 5. sınıfı da bitirene kadar, ne Cumhuriyetimizi öğrenebilmiş, ne de Atatürk’ü tanıyabilmiştim.  Cumhuriyetin kuruluş ve Kurtuluş Savaşı dönemindeki bıyıklı, sarışın ve yakışıklı adamla, 30’lu yıllar sonrasındaki bıyıksız ve saçları seyrelmiş Atatürk’ün aynı kişi olduğunu bilmiyor, hatta olmadıklarını sanıyordum, iki ayrı yılların resimlerinde bana göre birbirlerine çok fazla benzemiyorlardı, başka başka insanlar olduklarını düşünüyordum. 

Cumhuriyetin öğrenimi ile ilgili bir program ve anlatı olup olmadığını hatırlamıyorum, ama bütün sınıf ve okul arkadaşlarım da herhalde benim gibiydi, hepimiz benzer durumdaydık, bu konuda bilgisizlik hakimdi.  O dönemlerde (“20. yüzyılın 50’li yılları”nın başları) henüz aile içi pedagojik anlayışlar bugünkü gibi oluşmamış olduğundan evde çocuklara bunların öğretilmesi, bunlardan söz edilmesi pek akla gelmezdi!  Hatta çocuklarla pek konuşulmazdı.  Belki lise bitene kadar, fakat en azından ortaokul bitene kadar, “çocuktuk”!  (Ayrıca, şimdilerde olduğu gibi, şartlar da dayatmıyordu!  Bugün bu “dayatan şartlar”, üç-dört yaşındaki çocukların bile “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağırmalarını sağlamış durumdadır!)

Demek ki Cumhuriyet, kaybettiğimiz zaman değerini anlamaya başlayacağımız şeyler arasına girmeye başlamıştı, giriyordu.

 

OKULDA VE HER YERDE GÖRÜNMEDEN YAŞAMAYA DEVAM EDEN…

Okulda açılış-kapanış günleri merasimleri, İstiklal Marşının okunması, resmi bayramların tatilleri, 23 Nisanların müsamereleri vb., ihmal edilmeden hep yapılan bu şeyler, çocuklara, bizlere Cumhuriyet ve Devrim bilinci vermiyordu, ama daha önemlisi, vermeyi amaçlamış değildi galiba.  Öğretmenlerin yerine getirilmesi gereken ve “işleri”nin gereği olan başka görevleri vardı herhalde.  Öğretmenlerimiz Cumhuriyet öğretmenleriydi, moderndiler, aydındılar, çalışkandılar, çok şey öğretiyorlardı, iyi insandılar, ama Cumhuriyeti öğretmiyorlardı.  Sanıyorum karşı değillerdi Cumhuriyete, ama onu anlatmak gerektiğinin belki de farkına varmıyorlardı.  Ve Cumhuriyeti anlatmalıyım diye düşünmelerini sağlayacak bir heyecan atmosferinden de galiba eser yoktu. 

Ancak “Cumhuriyet” orada yaşamaktaydı!  Okulda, okulun kendisinde, bahçesinde, “müfredat” dışındaki okul hayatında, her şeye rağmen Cumhuriyet yaşıyordu.  Hayalet gibi değil ama, açıkca yaşıyordu.  Sanki ihmal edilen ve kenarda bırakılmaya çalışılan biri, siz ne yaparsanız yapın sessizce ‘ben gene burdayım’ der gibiydi.  Unutturulmak istenen, direniyor, gözden kaçırılmak istenen ve kaçan, her şeye rağmen ortadan kaybolmuyor, görüntüden de silinemiyordu.  Bizler orada Cumhuriyeti “yaşıyorduk”, ama balık misali, hani “derya içre, derya nedir bilmezler”in aynı.  Yerli Malı Haftası vardı, çok yararlı anlayışlar, düzen, disiplin güven vardı, temizlik, dürüstlük, çalışkanlık vardı, oyun vardı, geliştirici kurslar vardı, korolar vardı, geziler vardı, Atatürk büstü vardı, “Andımız” vardı, kız-erkek karışıktık, neşeli, ölçülü ve saygılı ilişkiler içindeydik vb.  Ancak bunların “adı” nedense Cumhuriyet değildi, böyle bir şeyi kimse söylemiyordu.  Karma okuyorduk, son derece doğalmış ve her zaman öyleymiş gibi.  Bu durumun Cumhuriyetin eseri olduğunu, 20-25 yıl öncesindeki her şey gibi, o (yakın-eski) zamanlarda bunun da başka türlü olduğunu bilmiyorduk.  Okuma-yazmayı öğrendiğimiz alfabemizin, ki kapağında bir kız çocuğuyla birlikte Atatürk’ün resmi vardı, Cumhuriyetin bize, bizlere bir armağanı olduğu bilgisi ortalarda dolaşmıyordu.  Modern ve iyi bir eğitim görüyorduk, ama bunun Cumhuriyetle bağını, ilişkisini kendi kendimize görmemiz mümkün değildi.  Daha geniş söyleyeyim, Ankara’da, düzgün, temiz, planlı, düzenli, bakımlı, sade, sakin, güvenli, çağdaş ve ağırbaşlı bir kentte yaşıyorduk, ama bunun Cumhuriyet olduğundan habersizdik.  Ankara başkentti, ama bunun devrimle başkent olduğunu, Ankara’nın Cumhuriyetin başkenti olduğunu öğrenmemiştik, bunu kendi kendimize hiç bir şekilde de anlayamazdık.  Bunlara karşın, bugün iyi biliyorum, o günlerde Ankara gene de Cumhuriyetin kalesiydi!

Sarar İlkokulu’ndaki Cumhuriyet neydi?  “Yerli Malı Haftaları”nda herkes evinden ya yenecek yerli bir şey, ya da gösterilecek yerli bir eşya getirirdi.  Fındıkfıstıklar yenir, yerli malı ürünler, üretimler ve yerli markalar sergilenirdi.  On yıllar sonra, çok uzun yıllar sonra öğrendiğim, ülkemizin dünyada kendine yeterli yedi ülke arasında olduğu gerçeğiyle daha o günlerde karşılaşmıştık aslında, karşılaşmış olmalıydık.  Farkında değildik, ama bu Cumhuriyetti.

Kurslar arasında Türk Hava Kurumu’nun uçak maketi kursları vardı.  Katılmış, bütün yıl boyunca kursa devam etmiş, üç-beş tane uçak maketi yapmıştım, her katılan gibi.  Sanıyorum “başarılı”lardandım.  Sonra yaptığımız maketler, daha doğrusu bunlar içinden seçilenler, uçabilecek durumda olanlar, nisan-mayıs aylarından birinde olmalıydı, yarıştırılmak üzere Etimesgut’a götürüldü, elbette bizlerle birlikte.  Uçaklarımızla birlikte içinde yerlerimize oturduğumuz otobüste ne yazık ki birçok maket zarar gördü, hatta parçalandı.  Çünkü onlar için ayrı bir yer yoktu.  Kolu kanadı kırılan maketlerin bir tanesi de benimkiydi, bu yüzden, uçamayacak durumda olduğundan yarışa girememişti.  Uçakların tiplerine göre yapılan bu okullararası maketlerin yarışları gün boyu sürmüştü.  Eğlenceli ve akıllandırıcı günlerdi, bu maket yapımı sayesinde herkes ellerini kullanmayı öğrendi, ortaya bir şey çıkarmayı yaşadık, modele bağlı da olsa bir şeyler yarattık, hepimiz beceriler kazandık, başarılı olduk.  Kendimiz dışında başka bir dünyayı, yer dışında ve üstünde havayı, göğü hissettik, başka okulların varlığını, başkan öğrencileri, başka insanları, başka ortamları gördük.  O yarışma gezisi günü, o güzel ve neşeli gün, o günlerde çok anlatılacak bir gündü, çok anlatmış olmalıyım.

Günlerden bir gün kız-erkek karışık ve belki de eşit sayıda olarak seçildik.  Seslerimizi dinlediler, değerlendirdiler, birbirlerini tamamlayan gruplara ayrılmış kalabalık bir koro oluşturdular.  Bir yıl boyunca birçok şarkı öğrendik, üç ya da dört olmalıydı.  Bu, düzenli ve sistemli yapılan bir müzik eğitimi çalışmasıydı, çoksesli müzikle karşılaşmıştım, ama içine girerek, içinde yer alarak.  Bana açıkca biraz “karışık” geliyordu.  Ama bunun ulaşılmak için büyük çaba sarfedilen ve zor ulaşılan bir şey olduğu ortadaydı, bunu anlamamak mümkün değildi.  Gene bir nisan-mayıs ayıydı, Gençlik Parkında okullararası büyük bir şenlik-gösteri yapıldı, koro olarak ona katıldık.  Halk oyunları, temsiller, şiiri okumaları ve başka şeyler de vardı.  Yarışma yoktu.  Gün boyu devam eden etkinlik sırasında zaman zaman açık hava tiyatrosu gibi olan gösterilerin yerinin çevresinde gruplar halinde dolaşıyor, geziniyorduk.  Aramızdaki herkesin bazı keşifler yaptığını düşünüyorum. 

O koroda Türkçe sözlerle öğrendiğimiz ve temsilde söylediğimiz çok güzel şarkılardan birinin yıllar sonra Bizet’nin “Arleziyen Suiti” olduğunu öğrenecektim.  Güzel günlerdi ve “sahne aldığımız” o gün, toplumsal ilişkiler içinde bir yerimiz olduğunu ve her zaman olacağını hissettiğimiz bir gündü.  O gün, kendimize güven duymayı öğrendiğimiz gündü.  Dinleyenler karşısında ilk sorumluluk duygusu edindiğimiz gündü.  Bir oyunun içindeydik, oynuyorduk, ve bu oyun sokakta-evde oynadığımız oyunlardan başkaydı.  Bugün anlıyorum, o Cumhuriyetti.

Bu koro çalışmaları ve büyük etkinlik projesinin sahiplerini ve yürütücülerini on yıllar sonra, kendimi birçok şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştığım dönemlerde merak etmeye başladım ve hep merak ettim.  Saygı ve vefa duygularım, öğrendiklerim yüzünden ortaya çıkıyor olmalıydı.  Gene 20. yüzyılın 70’li yıllarıydı, bir süre Ankara Emniyet “Sarayı”nın aynı bodrum hücresinde (bir hafta kadar süreyle) birlikte tutulduğumuz ve bu sayede arkadaş olduğumuz, gıyaben tanıdığım ama orada yakından tanımaktan kendimi orada olmaktan şanslı saydığım değerli büyüğüm, müzik dalında Türkiye’nin en önde gelen insanlarından Muammer Sun’a[3] da sormuştum onların kimler olduklarını, o projenin içinde olabileceğini de umarak.  İçinde değilmiş ve ayrıca onların kimler olduklarını da bilemedi, belki hatırlayamadı.  Oysa bilebilirdi, hatta bilmeliydi, onun özel alanının mensuplarıydı onlar, kanımca önemli insanlardı, yetenekli ve yetkin insanlardı, kendilerini bir şeye adamış eğitmenlerdi, bugün daha iyi anlıyorum, Cumhuriyetçi insanlardı.

Sarar İlkokulu’ndaki kursların ve koro çalışmalarının yeri bodrum katındaki odalardı.  Evet, başka yer yoktu belki, ama bu her zaman kullanılmayan odalar, çalışmaların adeta gizli yapıldığını düşündürecek gibiydi.  Evet, elbette amaçlanan “gizlilik” ve “gizlenme” değildi, ama Türkiye’de eğitime Cumhuriyetin getirdiği yenilikler, o dönemlerden başlayarak belirgin olmaktan çıkıyor, olağanmışcasına silikleşiyor, doğal ve kendiliğinden olduğu düşünülecek şekilde farkedilmez hale geliyor, adeta saklanıyordu.

 

EĞER ÖZLÜYORSAK, TEKRAR KURARIZ!

Okulda yaşanan bu durum, sanıyorum, toplumun başka birimlerinde de benzer bir şekildeydi.  Örneğin, kapıyı açıp evimize girelim!  Evde Cumhuriyetin sözünü etme gereği duyulmazdı, ama haftalık kurulan pazarda yapılan alışveriş dışında birçok gıda malzemesi Atatürk Orman Çiftliği’nin ve Et ve Balık Kurumu’nun ürünleri olurdu (hatta durum elverdiğinde onların kendi satış mağazalarından alışveriş tercih edilirdi).  Kızılay binasının önündeki madensuyu satış büfesinden susuzluk giderilirdi.  Oturduğumuz yere yakın Toprak Mahsulleri Ofisi’nin ekmek satış kulübesi açıldığında günlük ekmek alımı oradan yapılmaya başlanmıştı.  Kumaş ve giyimle ilgili ihtiyaçlar için ilkönce Sümerbank mağazalarına gidilir, ayakkabılar için önce “Beykoz kunduraları” düşünülürdü.  Bunlar seçimdi, nedeni ise, bütün bu devlet kurumlarının güvenilirliği ve ürünlerinin piyasaya göre daha ucuz olmasıydı.  Bu da Cumhuriyetti.

Sonuç olarak galiba her ortamda benzer durumlar sözkonusuydu.  Elden kaçırılacağı, yok edileceği ve onsuz kalacağımız hiç akla gelmiyordu ki, kaybetmemek için bir şey yapılması

 

düşünülsün, “tehlike” sözkonusu değildi ki, tedbir gerekli olsun.  Bu yüzden Cumhuriyetin kendisi de  o günlerde “savunmaya” geçmemiş olmalıydı! 

Böylece Cumhuriyetten söz etmeye gerek duyulmayan bir “sessizlik” ortamına girilmiş, Cumhuriyeti savunmaya gerek görülmeyen bir durum ortaya çıkmıştı, buna neredeyse kimse önem vermiyordu.  Ayrıca, bırakalım savunmayı, Cumhuriyeti anlatmak kimsenin görevi de değildi sanki!

Bugün gelinen noktada, okullara ait açık alanlar, öğrencilere ait okul bahçelerindeki top, basket ve voleybol sahaları, bugün paralı otoparklar haline getirilmiş, otomobillere tahsis edilmiştir (ne acı, ne inanılmaz, ne saçma ve ne komik!).[4]  Eğitim sistemini ele almaya gerek kalmadan, yalnızca bu, Cumhuriyetin okullarda nasıl bir yıkıma uğradığını göstermektedir.  Cumhuriyetin çocuğa, insana, hayata, eğitime, geleceğe verdiği değer, gösterdiği saygı törpülene törpülene yok edilmiştir.

Bu özetlediğim benim kendi hayatımdan olan ve Sarar İlkokulu’na ait bu özel kesit, ufak tefek farklarla kentlerin birçok ilkokuluna da özgüdür herhalde.  Bu kesit, Cumhuriyetin açık saldırıya henüz uğramadığı, ya da daha doğrusuyla, saldırıya uğramakla birlikte bu saldırıların[5] vahametinin tam olarak hissedilmediği ve nereye varacağının iyi anlaşılmadığı günlere aittir.  Bir sorun var gibiydi ama  Cumhuriyetin tehdit edildiği, tehlikede olduğu ve ortadan kaldırılacağı yolunda bir izlenim, toplumun hiç bir kesiminde ortak bir kaygı olarak herhalde bulunmuyordu.  Bu aktarılanlar, Cumhuriyetin canlılığını bir süredir kaybetmekte olduğu, belki canlılığını da kaybettiği ama daha canının çıkmadığı dönemdendir.[6]  Heyecanın durulduğu, atılımların durduğu, hareketin yavaşladığı, “motorun stop ettiği”, buna rağmen, tekerleklerin daha da yavaşlayarak dönmeye devam ettiği tarihtendir.  Önce “ekmekler bozulmuştur”, ve yeni bozulmuştur, Cumhuriyetse henüz katledilmemiştir, öldürülmemiştir, ama sızıntı şeklinde bile olsa kan kaybı yaşamaktadır.  O kan kaybına rağmen Cumhuriyet gene de farkedilmeden, kendini belli etmeden yaşamaktaydı.  Ve en önemlisi, planlanmamış da olsa Cumhuriyetçiler yetiştirmeye devam etmekteydi.  Doğanın öz-üretkenliği gibi!

Kaç kişinin hislerine tercüman oluyorum bilemem, ama önce iğdiş, sonra linç edilmiş Cumhuriyet bugün insanlarımızın gönüllerinde özlemle yaşamaktadır.  Hala yaşamaktadır.  Bu özlem, onu tekrar yaşatacağımızın, “yeniden Cumhuriyet” mücadelesini sonuca erdireceğimizin hem nedeni, hem temeli, hem de garantisidir.

NASIL BÖYLE OLDU, NEDEN BÖYLE OLDU?

Aslında Cumhuriyetle birlikte Türkiye, Batıya kapanmamıştı ama Atatürk’ün ölümünden sonra Batıya “açılmaya” başladı!  Bu açılım, Cumhuriyetimizin Büyük Fransız Devriminden esinlenenerek ona açılmasından farklıydı, Batıda yerleşmiş modern kurumları almak istememizden, Batılı görünüm ve anlayışa evrilmeye başlamamızdan, Batı bilim ve kültür hayatına kendimizi katmaya çalışmamızdan, “çağdaş uygarlık düzeyi”nin üstüne çıkmaya yönelmemizden başka, bambaşka bir şeydi.  Bu sefer emperyalist Batıya yakınlaşıyor, onu olumluyor, onunla bütünleşiyorduk!  Sömürücü Batıya direnme tutumunu terkediyor, o kötü Batıyla mücadeleyi etmeyi bir yana bırakıyor, niyeti bozuk Batıya teslim oluyorduk.  Kendisine karşı olduğumuz için savaştığımız o öbür Batıya, başarıya ulaştırdığımız Kurtuluş Savaşımızla da dize getirdiğimiz o öbür Batıya.  Kısacası, “Batılı”laşıyor ve Batıcı oluyorduk. 

Aynı zamanda bu “açılım”, bu yeni tutum, bir saf değiştirmeydi, bir doğrultu değiştirmeydi, devrimci Batıdan olduğu gibi, aynı zamanda Doğudan da uzaklaşma çabasıydı.  Asyalı olmaktan çıkıyorduk, Batılı olmaya yöneliyorduk, Amerika gibi olmaya heveslenmiştik, daha sonra (mümkün olsaydı) “küçük Amerika” da olacaktık! 

“Batıya yeni açılım”, savaş sonrasında kurumsal düzeye yükseltildi.  Çok-partili siyasal sisteme geçişle birlikte önce siyasal düzlemde görülen gerici ve karşıdevrimci kurumlaşma ve örgütlenme, bir yandan Cumhuriyeti kemirmeye, diğer yandan da bağımsızlığımızı gölgelemeye[7] başladı.  Bu şartlarda Cumhuriyetin ağırlık kaybetmesi, belleklerdeki ve ruhlarımızdaki sağlam yerini koruyamaması, bunların yanı sıra kişiliklerimizi bozması, benliğimizi lekelemesi, kimliklerimizi parçalaması kaçınılmazdı.

Cumhuriyet için önemli bir simge-olgudur; “o 50’li yıllar”da Ankara’da “Amerikan pazarları” açılıyordu.  ABD ordusunun asker postalları ile Amerikalıların kullanılmış “loafer”lerinin, giyim olarak da eskimiş “blucin”lerin ve “mont”larının[8] satıldığı.  Ankara’da görevli Amerikalı askerlerin giyilmiş eşyalarına alıcı oluyorduk.

Sürecin bütününe baktığımızda, bu bir restorasyondu.[9]  Projeye göre Devrim yıkıma uğrayacak, Cumhuriyet yok edilelcekti.  Atatürk’ün ölümüyle başlayan “restorasyon”, serbest düşmedeki hızlanma gibiydi.  Yavaşlatıcı etken olarak sürtünme serbest düşmede nasıl hızlanmayı önleyemiyorsa, yumuşak dirençler de restorasyonun hızlanmasını azaltamayacak, hızlanmanın ilerlemesini durduramayacaktı.  İvmesi artan “geriye dönüş” durdurulamaz oldu.  Ve bugünlere böyle gelindi.

Bugün devletin en yüksek mevkisi dahil vücudu ele geçirilmiştir.  Geride, tek bir kırıntı kalmamacasına Cumhuriyetin tamamının yok edilmesi kalmıştır.  Tabii bir de ele geçirilen mevzilerin kaybedilmesinin önlenmesi.

23 Nisan 1920’de “Meclis”le Cumhuriyet olmuştuk, “meclis” şimdi de var, ama yalnızca meclis olmasıyla, bir meclis var diye Cumhuriyet devam etmiş olmuyor.  O meclisin, devrimi sürdürmesi, milleti temsil etmesi, bağımsızlığı gözetmesi ve kurulduğu zamanki anlayışlarını üstlenmesi, özetle, Türkiye olması gerekiyor. 

EĞER GEREKLİYSE, TEKRAR YAPARIZ!

Bütün bunlar olurken, o “40’lı, 50’li yıllar”da başka neler oluyordu?  Her şeyi yerinden oynattığımız, yön değiştirmeye başladığımız, bağımsızlığımızın kutsallığını sarstığımız, Cumhuriyetin temel ilkelerini sulandırdığımız, irticanın yükselme yolunu döşediğimiz o dönemde, bir yandan da Cumhuriyet, halkçı anlayışlarla ürünler vermeye devam ediyordu.[10]  Yani ikili ve iki yönlü bir durum yaşanıyordu, birbirine karşıt iki ayrı süreç vardı.  İzlenimlerimin açıklaması da burada yatmaktadır.

Çocukluk anıları çerçevesinde ve geçmişteki ev-okul-Ankara izlenimleri ve gerçekliklerinde ele alınmış olan Cumhuriyet, daha geniş bir düzlemin, daha yüksek bir platformun, daha önemli bir alanın, dolayısıyla hayatımızın her şeyinin temelidir.  Devrimle birlikte Cumhuriyet, ilerlemedir, varolmadır.  Devrimin eseri Cumhuriyet, her şeyden önce istiklaldir, vatandır ve millettir.

Cumhuriyet bağımsızlıktır, bağımlı cumhuriyet olmaz.  Bağımlılık Cumhuriyeti yok eder, bir cumhuriyet bağımsız olmazsa cumhuriyet değildir, sahtedir, sadece adı cumhuriyettir.  Bağımlılık birliği de bozar, ortak geleceği yok eder.  Cumhuriyet yoksa millet yoktur, birlik yoktur.  Cumhuriyet yıkılırsa milli birlik kalmaz.  Dağılan cumhuriyet, cumhuriyet değildir.  Bugün yaşamakta olduğumuz da budur. 

Cumhuriyet birliktik, birleşmedir, birleştirmeyen Cumhuriyet olmaz.  Bütün devrimler ve cumhuriyetler birleştirmiş, ayrımları yok ederek milletleri ortaya çıkarmıştır.  Bizim Cumhuriyetimiz de  birleştirmiş, Türk milletini yaratmış, ülkemizi istiklaline kavuşturmuş, bağımsız Türkiye’yi kurmuştur.

Cumhuriyet gelecektir, Cumhuriyet yoksa gelecek yoktur!

Dört koldan Cumhuriyet yıkıcılığına girişenler, bütün Cumhuriyet değerlerini ayaklar altına almaya kalkışanlar, Cumhuriyet yıkıcılığında el ele verenler, terörü Cumhuriyet yıkıcılığının hizmetine koşanlar, birliğimizi yok etmekte, bütünlüğümüzü parçalamaktadır.  Türkiye’yi böyle parçalama hayalleri içinde olanlar, Türkiye’yi yüzyıllar öncesine geri götürmek isteyenler, Devrimlerimizi beğenmeyen ve kusurlarını arayan “İkinci Cumhuriyetçiler”, Batıcılar; bunların hepsi emperyalizme hizmet etmektedirler.  Çünkü Cumhuriyetimize onlardan önce emperyalizm karşıydı, onlardan daha fazla emperyalizm karşıdır.  Cumhuriyetin esas düşmanı emperyalizmdir.  Milli birliğimizi onlardan önce bozmak, Türkiye’yi onlardan önce parçalamak isteyen emperyalizmdir.  Onlarsa yalnızca emperyalizmin oyuncakları, aletleridir.

Cumhuriyetsiz bütünlüğümüzü sürdüremeyeceğimiz için, Cumhuriyetsiz yaşayamayacağımız için Cumhuriyet yeniden kurulacaktır!  Devlet ve toplum, Cumhuriyet temelinde yeniden örgütlenecek, Cumhuriyet yeniden inşa edilecektir!

Cumhuriyet kültürü yok edilemez!

  

YURT DIŞINDA CUMHURİYET BAYRAMLARI

 

MİLLİ BAYRAM İÇİN YAPILAN RESMİ KONUŞMA, CUMHURİYETİ SAVUNUR!

Cumhuriyet Bayramları sırasında yurt dışında Cumhuriyeti kutlama törenleri yapıldığında resmi konuşmacılar, yurdun düşman istilasından kurtarıldığından, modern bir cumhuriyet kurulduğundan, Atatürk’ün Cumhuriyet’in kurucusu olduğundan söz etmektedirler.  Eskiden hep yapıldığı gibi.  Elbette elçilik ve konsolosluk sözcüleri arasında bunu içtenlikle yapanlar da vardır.  Ama Türkiye’deki AKP iktidarı doğrultusunda düşünen yurt dışı resmi görevlileri de, hükümetin istediği şekilde konuşma yapmayı uygun bulanlar da, gene yukarıda değinildiği gibi konuşmaktadırlar.  Çünkü kendilerini buna mecbur hissederler.

Açıklaması çok kolaydır:  Bu törenler uluslararası bakımdan da anlamlı ve işlevlidir.  Medyaya ve basına yansıyacak şekilde açık yapılan kutlama ve törenlerde Cumhuriyet’i, dolayısıyla “kendini” küçük düşürücü konuşmalar pek uygun düşmez.  Birincisi, böyle konuşmalar diplomatik biçem açısından tuhaf kaçar ve ters olur, ülkenin kendisi ile ilgili olarak olumsuz şeyler söylenmesine belki tarihte bazı yerlerde rastlanmıştır, ama bu durum büyük bir olasılıkla o tür söylemlerin sahiplerinin düzeysizliğine ve densizliğine yorulmuştur.  Hiç zaman bir ülkenin resmi temsilcisi, kendi ülkesini olumsuzlayarak konuşamaz.  Ve ayrıca, ülke ve devlet adına konuşanların ülkelerinin ve toplumlarının kendi tarihlerini gizlemeye çalışarak, tersyüz ederek, kendi görüşlerine göre tanımlayarak ve özelliklerini inkar ederek konuşmaları her yerde ve her şart altında yadırgatıcıdır. 

İkincisi, resmi temsilcinin konuşma yaptığı yerde yabancılar da bulunmaktadır.  Onların olduğu yerde (özellikle Batı ülkelerinden olan davetlilerin çokca bulunduğu ortamlarda) Cumhuriyeti olumsuzlamak hiç olmaz, çünkü onlar neyin ne olduğunu çok iyi bilmektedirler.  Onlara böyle şeyler söylenmez, söylenemez, Kurtuluş Savaşımızı ve Cumhuriyetimizi Batılılardan iyi bilen zaten yoktur.

Buna Nihat abim de dikkat etmiş ve dikkat çekmişti.  “Başta Atatürk olmak üzere Kurtuluş Savaşı kahramanlarını halkın gözünde küçük düşürmek için her şeyi” yapan AKP, bunu “dış ülkelerde neden yapamıyor”du?[11] 

Yapamıyordu, çünkü yapamazdı.

Düşmanın bile kabul ettiği tarih, düşmanın bile razı olduğu gerçekliktir!

“Temsilci” ve “resmi görevli”, devletini, ülkesini, toplumunu, tarihini savunur ve savunmak zorundadır!  Çünkü “temsilci”, görevlidir ve devletini, ülkesini, toplumunu, tarihini temsil etmektedir.

 

MİLLİ BAYRAM İÇİN YAPILAN RESMİ KONUŞMA, MİLLİ DİLDE YAPILIR!

Yurt dışında bayram kutlamalarında rastlanabilen bir başka durum, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi elçiliğinin veya konsolosluğunun düzenlediği bir 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda en yetkili olan devlet temsilcimizin konuşmasını Türkçe dışında bir dilde yapmasıdır.  Belki birçok yerde böyle bir uygulama olmuştur, olmaktadır, bilemeyiz.  Ancak bildiğimiz bir örnek, Almanya’daki Frankfurt Konsolosluğumuzun düzenlediği bir resepsiyonda açış ve kutlama konuşmasının Alman dilinde, Almanca olarak yapılmasıydı.  Bu pek de kısa olmayan Almanca konuşmayı T.C. Frankfurt Konsolosluğumuzun resmi temsilcisi olan konsolosumuz yapmıştı.[12]  Oldukça kalabalık olan kutlamanın dili, Türkçe değildi!

Bunu doğru ve uygun bulmadığımız için önce T.C. Frankfurt Konsolosluğumuza, sonra Cumhuriyeti savunduğunu ve Cumhuriyetimizle ilgili hassasiyetleri olduğunu düşündüğümüz, dernek, kurum ve basın kuruluşlarına bir “açık mektup” gönderdik.  Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli bayramının kutlanması için yapılan resmi toplantıdaki tek konuşmanın Türkçeden başka bir dilde yapılmaması gerektiğini düşündüğümüzü yazdık.  Böylece uyarı görevimizi yerine getirmiştik.

Böyle düşünmemizin nedenleri şudur:  29 Ekim Cumhuriyet Bayramı, dünyada toplu olarak en çok Türkün birarada bulunduğu ülke olan Almanya’da kutlanmaktadır.  Bu kutlamaya, çeşitli alanlarda faaliyet gösteren Türk dernekleri ve kuruluşlarının mensupları, birçok alanda  ticari ve kültürel çalışmalar yapan, Alman siyasal mekanizmalarında yer alan Türkler ve o kentteki Türk vatandaşları davetlidir ve katılmaktadır.  Yurt dışı elçilik ve konsolosluklarımızın en önemli bayramımız olan Cumhuriyet Bayramı için düzenledikleri bu tür toplantılar, her şeyden önce kendi yurttaşlarımıza yöneliktir.  Bu törenlerde bizler, gerçek içeriğini ve tarihini bilerek Cumhuriyete bağlılığımızı hissetmekte ve milli duygularımızı tazelemekteyiz.  Böylece milli bayramımızı hep birlikte kutlamaktayız. 

Bu arada, resepsiyona, bulunulan yerdeki Alman resmi temsilcileri ile Türklerle teması olan Almanlar ve Alman dostlarımız da davet edilmiştir.  Uygulama genel olarak ve her zaman zaten böyledir, böyle yapılır.  Ancak bu, Türkiye’nin resmi bir bayramının açış ve kutlama konuşmasının Alman konuklarımız için veya davetli Alman konuklar da var diye Almanca yapılmasını gerektirmez.  Bu şartlarda devletin resmi konuşmacısının Türkçe konuşmamasını gerektiren hiç bir neden zaten yoktur.  Yüzlerce insanın bulunduğu o toplantıda Türk olmayan ve Türkçe bilmeyen davetliler yüzde 3-5’i ya bulur ya bulmazdı.  Bu bakımdan da Almanca, yararlı ve gerekli olmakla birlikte, öncelikli görülemezdi.  Türkiye’nin bir milli bayramı kutlamasının açış konuşmasının Alman davetliler de olduğu düşünülerek ve çevirisi yapılarak Almancası çok iyi olan bir görevli tarafından Almanca olarak da okunması, elbette yerinde olurdu.  Bu, bulunulan ülkeye ve Alman konuklara saygı göstermek olarak algılanacağı gibi, Türkçe bilmeyen davetlilerin konuşmanın içeriğini öğrenmesini de sağlardı.  Böyle bir uygulamaya gidilmeyerek tek resmi konuşmanın Almanca yapılması, yerinde olmadığı gibi, genel olarak doğru da değildir.

Devlet görevlilerimizin yurt dışı görevlerinde, bulundukları ülkenin dilini ya da uluslararası kabul gören bir yaygın dili çok iyi bildikleri durumlarda o dille temaslarda bulunmaları sakıncalı olmadığı gibi, yararlıdır da.  Tamamen doğrudur.  Yabancı kurum ve kişilerle yapacakları görüşmelerde kullanacakları dili duruma göre kendilerinin seçmesi kendilerinin takdir edeceği bir şeydir.  Kaldı ki, zorunluluk da olabilir.  Ancak devletin bir milli bayramının kutlandığı törenlerde “devleti temsil eden” kişinin, devletinin resmi dilini kullanması her zaman daha uygun ve gerekli görünmektedir. 

Yurt dışı temsilcilerimizin, davetli oldukları ve bulundukları ülkenin bir milli bayramında ya da bir dostluk toplantısında, bulundukları ülkenin dilinde konuşmaları, o dili bilmiyorlarsa, o dilde hazırlanan bir konuşmayı aksanları düzgün olmasa bile okumaları, uygun ve anlamlı olabilir.  Bu, yakınlaşmayı isteyen ve iyi niyeti gösteren onurlandırıcı bir jest olarak herkes tarafından elbette olumlu bulunur.

Ancak bir milli bayramın kutlanmasında yapılan konuşmaların bulunduğumuz ülkenin diliyle yapılması, bulunduğumuz ülkece normal karşılanabilir, hatta  bulunduğumuz ülke tarafından bekleniyor da olabilir.  Ancak bir milli bayramda devlet adına yapılan resmi bir konuşma devletin resmi dilinde yapılmalıdır.

Almanya’nın kendi milli bayramını, dünyanın çeşitli ülkelerindeki resmi temsilciliklerinde törenlerle kutlarken, Almancadan başka bir dili kullanması düşünülebilir mi?  Veya Fransa’nın dış ülke resmi temsilcilerinin 14 Temmuz Fransız Milli Bayramını kutlama törenlerinde Fransızcayı kullanmaması hiç sözkonusu olmuş mudur?

Cumhuriyet, Türkiye’ye, Batı ülkeleri dahil, bütün dünya ülkeleriyle eşit bir konum kazandırmıştır.  Cumhuriyet kurulduğundan bu yana Türkiye, dünya milletler topluluğunun eşit bir üyesidir; bunu bütün ülkeler tanımıştır ve tanımak zorundadır.

Yurt dışındaki resmi temsilciliklerimizin milli varlığımızı, dilimizi ve değerlerimizi gözetmesi konusundaki duyarlılıklarına güveniyoruz.  Türkiye bir sömürge ülke olmadığı gibi, hiç bir zaman da sömürge olmamıştır.  Bu kapsamda temsilciliklerimizin yurt dışındaki insanlarımıza sahip çıkmalarının yanı sıra, milli değerlerimize, bayramlarımıza, Cumhuriyetimizin temel ilkelerine ve Türkçemize de gereken önemi vermelerini beklemek hakkımızdır.

Türkiyemizi ve Türkçemizi savunmak, ülkemize ve dilimize sarılmak, yurt dışında da Türkiye’deki kadar gereklidir, hatta yurt dışında daha da anlamlı ve önemlidir!



[1] „Kültür Hakkında“, Atatürk’ün Bütün Eserleri / 1935-1936, cilt 28, Kaynak Yayınları, İstanbul 2011, s. 330.

[2] Ankara’da yetişmeyenler ve yaşamayanlar için belirtelim, „Sarar İlkokulu”, Ankara‘nın Demirtepe Semtinde, Maltepe Köprüsüne yakın bir yerde ve işlek bir yol olan Necatibey Caddesi üzerinde bulunmaktadır.  Okul, Atatürk’ün ölümünden sonra kurulmuş, TBMM Başkanı Aldülhalik Renda’nın bağışladığı arsa üzerine 1943 yılında yapılan binasına sonradan taşınmıştır.

[3] „TRT Müzik Dairesi“nin kurucusu 1932 doğumlu Muammer Sun’la sonraki yıllarda (aşağı yukarı 70’lerin sonlarına kadar) hep görüştüm.  Sun, halkçı ve devrimci özellikleriyle çok yararlı ve kalıcı çalışmalar yapmıştır.  “Ankara Radyosu Çoksesli Korusu” dışında, Türkiye’de 200’e yakın çocuk ve gençlik korosunun da kurucusu ve eğitmenidir.  90’lı yılların “Devlet Sanatçısı”dır.  Oda müziği ve piyano parçaları, yaylı ve nefesli sazlar için dörtlüler ve beşliler, koro şarkıları, marşlar ve film müzikleri besteledi, folklor araştırmaları ve türkü derlemeleri yaptı, müzik eğitimi ve müzik dünyasının sorunları ile ilgili kitaplar yazdı.  Çok sayıda ödül sahibidir.  Ünlü “Nihavent Longa” onundur.  Ankara Konservatuvarı’ndan emekli oldu.

[4] Temmuz 2013 tarihli yukarıdaki “Sarar İlkokulu” fotoğrafı, Ahmet Soyak’a aittir.  Ağırlıklı olarak Ankara resimleri fotoğrafçısı olan Soyak’a resmi kullanmamıza izin verdiği için teşekkür ederiz.

[5] Örneğin, Cumhuriyet düşmanı Ticani Tarikatının Atatürk heykel ve büstlerine tahrip etmek amacıyla yaptığı saldırılar, hemen 50 yılı sonrasında sık rastlanılan olaylar olmuştu.  Bu heykel-büst kırma furyası, dinci gericiliği daha da fazla hortlatan Amerikancı Demokrat Parti iktidarını bile “Atatürk’ü Koruma Kanunu” (31 Eylül 1951, beş maddelik 5815 sayılı yasa) çıkartmak zorunda bırakmıştı!

[6] Daha sonra, 80’li yıllardan sonra Cumhuriyet, Amerikancı 12 Eylül darbesiyle birlikte önce can çekişmeye başlayacak, AKP iktidarıyla birlikte de “ruhunu teslim edecek”ti.

[7] Marshall yardımından yararlanmak için başvurumuz, ABD eğitimcilerinin Türkiye’ye öğrenim programı hazırlamasını kabullenmemiz, Amerikan projesiyle Kara Yolları Müdürlüğü‘nü kuruşumuz (anlamı, demiryollarının terkedilmeye ve üvey evlat muamelesi görmeye başlamasıydı), NATO’ya girişimiz, silahlı kuvvetlerimizin Amerikanlaştırılması, Batının gizli servislerinin Türkiye’de örgütlenme çalışmaları yapmaya başlaması, Batı ülkelerine bağlı gizli devlet örgütlenmelerinin yapılanması (en başta, “SüperNATO”), ABD ile yapılan “ikili anlaşmalar”, bu anlaşmaları takibeden Amerikan üslerinin kurulması vb., bağımsızlığımızla ilgili sorunlar yaratmıştı.  Ve Ankara, (TUSLOG, JAMMAT, JUSMMAT, PX’ler gibi) ABD’nin askeri, siyasi, istihbari, ticari ve kültürel kuruluşlarının “merkezi” haline gelecek, başkentimizde, Amerika’nın çok sayıda sivil ve askeri personeli ve görevlisi yaşayacaktı (üç-beş yıl içinde Türkiye’deki Amerikalıların sayısı on binlerle ifade edilir oldu).

[8] “Loafer”, Amerika’dan çıkma bağcıksız bir ayakkabı tipidir, “mont” ise, İkinci Dünya Savaşının askerlerinden İngiliz ordusu generali Bernard Law Montgomery’nin savaş sırasında da giydiği kısa deri ceketin adıdır.  Bu iki şey de 50’li yıllarda yeni moda olmuştu.

[9] „Restorasyon“, Büyük Fransız Devrimi döneminde karşıdevrimin iktidarı ele geçirerek devrimin bütün getirdiklerinin ortadan kaldırılması ve Eski Rejimin tekrar kurulmasına verilen addır.  Böylece bir siyasal terim olmuştur.

[10] Örneğin, Köy Enstitülerinin kurulması (1940), halk sağlığına öncelik verilmesi, hekimliğin bir kamu hizmeti olarak kabul edilmesi (1942), Toprak Reformunun ele alınması (1945), sosyalist yönelimli partilerin kurulması (1946), olağanüstü yetenekli çocuklar için çıkarılmış 5245 sayılı kanun (1948) vb.  Ama bunlar “ümitsiz vakalar”dı.  Buldozerler her şeyi yıkıp geçecekti!

[11] Nihat Ziyalan, Deniz Günal söyleşisi, Aydınlık Kitap eki, sayı 152, 23 Ocak 2015, s. 9.

[12] Almanca konuşmayı yapan devlet görevlimizin hazırladığı uzun konuşmayı, Almancaya tam hakim olmaması yüzünden iyi olmayan bir telaffuzla ve tutuk bir şekilde okuması da bir başka olumsuzluktu.

Bunları da sevebilirsiniz