Karbonik Emperyal Salınım Serüvenleri

Adına Nick denen, kalbi gözünden kara bir hırslı amca yaşamış uzunca bir süre boyunca bir diyarlar topluluğunda…

Milenyum öncesinde soğuk bir savaşın bitmesi aslında oldukça yavaş ilerleyen ve iyi kurgulanarak genişletilmiş yeni siyasal savaşlar seviyesinin habercisiymiş aslında. Bilindik (klasik) savaş dengeleri bu nüveden sonra oldukça kaotik hatta agnostik derinliklere sinsilikle saklanmış. İşte tam bu dönemde Nick amca, büyük birader olarak sahneye adımını atmış. İçinde, uzun yıllardır farklı kurumların biriktirmekte olduğu güç açlığı yönetimi devralmış ve farklı perdelerden ilüzyonlar yaratarak bu açlığı doyurma ihtiyacında hareket etmiş.

Nick amca ve lordlar kamarası buz gibi yakan bir savaşın öncesinde ilerideki tahtlarını düşünerek yıllar içinde insanları üzerinde o kadar çok deney yapmış ki, en sonunda elde tutulur bir dış korkunun üzerine gidiliyormuş süsü verilmesi gerekmiş, çünkü artık insanlar yaşadıkları bu deneysel dünyanın görüntüleri içinde kabuklaşmaya başlamışlar. Bu kendi içinde üreyen kopukluk, özgürlük gibi gösterilse de en çok o topluma zarar vermiş ve herkes birbirinden kuşku duyar olmuş. Çalışmak ve ödüllendirilen, uzaklarda bahsi geçen güzel yaşama dair senfoniler sadece ozan hikayelerine dönüşmüş. En sonunda Nick amca ve lordlar kamarası bu döneme gelen süreçte dünyasında neden olduğu korkulardan birinin (küresel ısınmanın); ortak sorumluluk, karbon ayak izi ve karbon ticareti biçimindeki ‘ince ayarlanmış faturalar’ ile ödenmesini kabul ettirmek için tutuşmaya başlamış. Bu faturaların anlamlandırabilmesi için özellikle yoğunlaşılması gereken bakış açısı ise, ploreter despotların dağılışından da önce, bir dünya savaşının sonuna denk gelen ve hala devam etmekte olan ağır sanayinin desteklediği nükleer deneyler ve nükleer silahlanmaymış.

İlk atom bombası deneyinden o döneme kadar yerküre üzerinde yaklaşık olarak 2119 atomik deney yapmış Nick amca, lordlar kamarası ve despotlar[1]. Bu bilgi ışığında varılabilecek bir diğer yargı ise küresel ısınma ve küresel karbon ticareti başlıklarında o çağda yeni reçetesi olan projeler geliştirmekte olan Nick amca ve lordlar kamarasının çoğunun şaşırtmayıcı biçimde bu deneylerin sahipleri olduğuymuş.

***

Aslında küresel ısınma, insan üretim faaliyetlerinin tümü sonucu ve bir takım doğal etkenlerle birlikte oluşan bir durum ancak nükleerin kısa zaman zarfında binlerce yılı etkilemiş ve etkilemekte olan bir olasılığı var. ABD, Sovyetler (ardılı olarak Rusya), Fransa, İngiltere, İsrail, Çin ve Hindistan gibi nükleerleşmiş ülkeleri Kyoto Protokolü’ne götüren 1988 yılında ilk olarak üstü kapalı da olsa Amerikan hükümeti küresel ısınmayı kabul etti. Vandana Shiva’nın o dönem belirttiği gibi; «Bundan üç yıl önce Etiyopya ve Sudan’da binlerce kişinin açlıktan ölmesi Kuzey Hükümetlerinin çölleşmeyi ve kuraklığı acil küresel çevre sorunları olarak değerlendirerek harekete geçmeleri için yeterli olmamıştı… Ne de olsa ölümler Afrika’da, ‘dışarılarda bir yerlerde’ olmuştu.” [2] .

Peki ne olmuştu? Kuraklıktan kar çıkartma amacını ve yıkımı parça parça piyasa malı haline çevirerek satmayı bir anlığına yadsırsak doğanın bakış açısından, ortada geleceğini yok edecek aptallıklara göz yuman bir ‘iyi niyet seli’ vardır. (Bu sorunun derinlemesine yanıtlarını merak edenler için ABD’nin Nevada Çölü Deneyleri’nin etkileri ve 1979 Three Mile Islands kazası inceleme amaçlı önerilmektedir.) Bugün dünyada nükleerden enerji üretmek ve türevlerinden yararlanmak amaçlı uygulamaları ‘bir kenara’ koyarsak, sadece söz konusu nükleer deneylerin ozon üzerindeki zararı, bugünkü dünya nüfusunun 200 yıl boyunca sürekli biçimde havaya deodorant sıkmasıyla ortaya çıkabilir.

Doğada çözünmeden bulunma ömrü 250 yıl olan, yüksek düzeyde zehirli ve kanser yapıcı plütonyum; bozunum ömrü 280 yıl olan, kan kanseri sebebi stronsiyum nükleer reaktörlerin çalışması sırasında atık olarak ortaya çıkmaktadır. Stronsiyum yağış yoluyla bitkilere oradan da hayvanların sütüne geçerek insanlara bulaşır. Atmosferde daha uzun süre asılı kalan sezyum ve radyoaktif iyot da besin yoluyla insan vücuduna girer ve tiroit bezi kanserine, çocuklarda büyüme aksaklıklarına ve genetik bozukluklara neden olur[3].

Henüz 1986 yılındaki Çernobil örneğinde meydana gelen nükleer patlama sonucunda, etki alanı bölgelerinden biri olan Karadeniz’de, radyasyon nedeniyle büyük zarar gören kıyılardaki deniz canlılarının belli bir çoğunluğu ölerek deniz tabanını oksijensiz bırakacak bir süreci başlatmıştır. Bu oksijensizlik tüm Karadeniz yaşamını derinden etkilemektedir. Bu durumun bir diğer açık örneği ABD’nin Büyük Okyanus kıyılarında gerçekleşen ölü bölgeler olayıdır[4]. Çernobil reaktöründeki gibi fizyonla çalışan santrallerin oluşturduğu radyoaktif çekirdeklerin sürekli soğutulması için bu santraller belli bir su yatağına kurulmak zorundadır. Potansiyel olarak (çekirdeğin aktif ömrünün bitmesine bağlı olarak) saat başına 45 ton su ile soğutulmakta ve suyu pisletmektedir [5].

Fransa, Japonya, Rusya, Hindistan gibi ülkeler nükleer enerji reaktörlerini iyi bir tahminle 2040 yılına kadar kullanmayı sürdürecekler. Önümüzde durmakta olan bir diğer tehdit edici sorun, nükleer santral atıklarının nasıl ve hangi koşullarda saklanmakta olduğudur. Rusya tarihte bu konuyla ilgili oldukça başarısız ve hatta şüpheli davranışlarla önlemler almıştır.

Rusların RBMK tipi bir nükleer bir reaktörü yıllık olarak 30 ton radyasyonlu atık üretmekte ve bu atıklar, hesaplamalara göre 3 bin ile 5 bin yıl boyunca doğada yanmaya devam etmektedir. Öncelikle Rusya’nın kaç tane radyoaktif atık tesisi olduğunu bilmek gereklidir. Bir tane, Ural Dağları’nda, Mayak’ta. Üstelik pek güvenilir değil. Tesisin çevresi vahim oranda kirlenmiş durumda. Bir dönemin Rus nükleer donanmasından sorumlu subayı olan Aleksandr Nikitin Rusların nükleer yaklaşımını şöyle özetlemiş: «Bu tesis Rusya’nın kendi ihtiyacını karşılamaktan çok uzak. Nükleer atıkları işleyebilecek teknolojisi olduğu da şüpheli. Geçenlerde Urallar’da, Çelyabinsk bölgesinde nükleer güvenlik hareketi sorumlusu bir kadınla tanışmıştım. Bu bölgede, Musljumoro köyü o denli nükleer kirlenme altındaymış ki, idare halkı başka yere göçe davet etmiş ve biraz da para vermiş.” Açıkçası Ruslar nükleer atıkları genel olarak Ural dağlarına gömerek, Karaçay gölüne ya da denizlere dökerek değerlendirmiş, ki bu durum Karaçay gölünün kurumasından önce esasen ‘tükenmesine’ neden olmuştur. Kırk sene önce Ural dağlarındaki bu gömülmüş radyoaktif atık taşıyıcılardan bazıları patladığı için Urallarda 1000 km2’lik bir alan yaşanamaz ve seyahat edilemez hale gelmiş. Eğer Çernobil’in çevresel etkileri bin ile çarpılırsa burada neler olduğunu ancak anlamlandırılabilir[6]. Bölgenin şimdiki adı ise dünyanın en kirletilmiş yeri olarak geçmekte. Sovyetlerin çözülüşünden önce Rusya’nın, Kazakistan Semipalatinsk’te yaptığı 456 nükleer test ve en sonuncusu 1989’da patlayan bombanın bölgede yarattığı hasar bugünkü vatansever Rus yönetiminin davranışlarına göre oldukça kafa kurcalayan girişimler. Mersin’e kurulması öngörülen reaktörün yapımına göz dikmiş olan şirket ise bu işlerin mesulü Rosatom…

Nükleer silahlanmanın yanı sıra onu enerji üretiminde kullanan ülkeler içinde en çok Fransa, Ermenistan, Kanada, Çin, Almanya, Japonya, Hindistan, Güney Kore, Ukrayna, İngiltere, Abd gibi ülkelerin adlarını hatırlamakta fayda vardır.

Fransız ‘nükleer başarı hikayesi’ ardında mide zorlayan bir takım iğdişlikler yatmakta. 1962’ye kadar Fransa’nın Cezayir’de gerçekleştirdiği nükleer deneyler ülkenin bağımsızlığını kazanmasından sonra Nijer ve Ploinezya’ya kaymış. Özellikle Polinezya adalarındaki yer altı denemeleri ve Fransa’ya ait nükleer atıkların birçoğunun Polinezya’daki bu yasaklı bölgelere ve Nijer çöllerine yasa dışı depolanması durumları rapor edilmiş. Halen dünyanın maden açısından en fakiri olarak bilindiği Nijer’de Fransız hükümetine ait nükleer reaktör ve yan sanayileri üreticisi Areva şirketi, dünyanın ikinci en büyük uranyum madenciliği faaliyetlerini yürütmekle meşgul. Nijer’in Sahra Çölü bölgesine giren kuzey kesimlerinde toplam çölün (Sahra’nın) her yıl Belçika büyüklüğünde toprak kazanmasının ve ‘yeşil koridor’ oluşturulamamasının nedenlerinden biri nükleer denemelerin etkileri, bu şirket ve uranyum madenciliği. Fransız hükümetine ait olan ve Fransızlara ait tutulmaya çalışılan bu şirket Avustralya, Japonya ve Avrupa’nın diğer ülkelerinden Fransız kanunlarına aykırı olarak nükleer atık depolama işini de kendi vatanında yapmış. Bu bilgi, şirketin para düşkünü hareketleri yönüyle diğer durumları sönük bırakmakta. Daha da vahim olmak üzere, bu şirket Sinop’ta yapılacak olan nükleer santrallerden birinin ihalesini üstlenmiştir.

Hindistan ve Çin nükleer enerji konusunda ayrı bir noktada ele alınmalıdır, çünkü henüz bu konuda elde tutulur biçimde yıkıcı verileri yoktur, ancak bu enerjiyi üretmeye yönelimleri açısından ilerideki karbon ayak izi mirasçılarına ve muhtemel çevresel felaketlere dönüşme olasılıkları var. Bu ülkelerin nükleer mazisi Nick amca, lordlar kamarası ve despotlarınkine benzemese de hızlı ve hırslı yükselişleri doğa karşısındaki tutumlarını ekonomileri pahasına etkilemektedir. Çin, nükleer enerjiyi büyümekte olan ekonomisini beslemekte kullandığı fosil yakıtlara bir çözüm olarak görmekte. Ülkenin deprem yayılımına göre en tehlikeli yerlerinden olan güneydoğu ve yukarı kuzeydoğu kıyı bölgelerinde 13 nükleer reaktör işlev halinde ve 25 tane de yapım aşamasında. Nükleer tesislerin atıklarının Gobi çölüne gömülmesi bölgedeki asgari yaşam ve genel ekonomik denge içerisinde Çin yönetimine göre büyük bir değişim ifade etmemekte. Çin’in bu konudaki hassasiyetine, sadece Hubei eyaletinde kurulan Üç Boğazlar hidroelektrik santralinin (Three Gorges Dam) kendi başına yarattığı çevresel zararlar ve inşaatın yapılmamasını öneren çevre raporlarının görmezden gelinmesi kendi başına büyük gölgeler düşürmektedir. Diğer yandan Hindistan, bu konuda bazı yönelimlere sahip. Hindistan’daki en büyük nükleer sıkıntılarından birisi, güç üretim birimlerinden biri olan Areva destekli Jaitapur projesinde hukuki olarak bölge sakinlerinin göreceği olası zararlar sonucu dava açma haklarının kaldırılmış olması. Daha doğrusu sorumlu taraf kavramının hukuken kaldırılmış olması[7]. Hindistan’daki nükleer güç birimlerinin en eskilerinden olan 51 ve 50 yıllık Tarapur ve Rajastan merkezleri, Tarapur reaktörlerinin Fukuşima Daiçhi’dekilerle benzer olması ve tasarlanmış kullanım ömürlerini 16 yıl aşmış olması açısından önemlidir.

Japonya’nın nükleer açısından durumu en uç anlayışları beraberinde taşıyan bir konu. Japonya devleti ile Mitsubishi, Hitachi ve Toshiba gibi devasa şirketlerle beraber dünyanın dört bir yanında nükleer çalışmalarını sürdürüyor. 2011 yılındaki Tohoku depremi ve tsunamisi Fukuşima santrallerini vurduğunda çok ilginç ve Japonlardan çok da beklenmeyecek bir durum ortaya çıktı. Büyük Okyanus kıyısına yapılmış olan bu santralde tsunami önlemi için yapılan duvarların yüksekliği 5 metreydi ve tsunami örneklerinin bu kadar sık görüldüğü bir okyanus kıyısında Tohoku depremi sonrası reaktöre ulaşan dalga boyları 14 metreyi bulmuştu. Bu olaydan sonra ülkedeki 50 nükleer güç üretim birimi askıya alınarak kapatıldı ve nükleer konusundaki tartışmalar hala alevli biçimde devam ediyor. Avrupa’da bu olayların üstüne, Angela Merkel insanların nabzını düşürmek için 2022’ye kadar ülkesindeki tüm nükleer reaktörlerin kapatılacağını ilan etti.

Dünyanın en büyük 100 silah üreticisi arasında yer alan Mitsubishi ise bugün Sinop’ta Areva ile beraber nükleer santral inşası için hazırlık peşinde. Sinop’ta denenecek olan reaktör, Fukuşima’da patlayan reaktörün daha gelişmiş bir çeşidi ve ilk defa Sinop’ta denenecek. Alın size lordlar kamarasından ikinci bir riyakarlık daha.

Biraz daha ülkemiz sınırlarından yola çıkarsak Bulgaristan ve Ermenistan başlıca soru işaretlerini ve ülke olarak endişelerimizi üzerlerinde toplamakta. Bu ülkeler, nükleer gelişmişlikleri açısından ‘diğerlerine’ kıyasla büyük bir konuma sahip olmamalarına rağmen ülkemiz açısından ciddi sonuçlara neden olabilirler. 7 Haziran 2011’de, henüz Fukuşima yıkımının sarsıntısı ve nükleer güç üretimi üzerindeki şüpheler atlatılamamışken, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Ermenistan’daki Metsamor reaktörüne birçok denetçi kurumun ‘patlamayı bekleyen saatli bir bomba’ olarak işaret etmesine rağmen çalıştırılabilir ehliyeti verdi. Üstüne Ruslar tasarım ve inşasına katkıda bulundukları bu reaktörün ikincisi için destek vereceklerini belirtince Amerika da teknik destek ve eğitim taahhütlerinde bulundu.

Bulgaristan’da günümüzde hala faal olan Kozloduy reaktörü hakkında 2013 yılında Avusturya Çevre Ajansı Bulgaristan bakanlığına bir rapor hazırladı. Avusturyalılar sismik hareketlenme sonucu olası bir nükleer felakette uzun mesafe etkilerin yeterince gözetilerek önlem alınmadığından ve tesislerin şok dalgalarına dayanıklılığı konusunda hazırlanmış olan çevresel etki değerlendirmesi raporlarındaki büyük eksikliklerden bahsetmekte. Tasarım kaynaklı ve ömrünü tamamlaması nedeniyle doğabilecek kazalar için yeterli teknik kapsam bulunmayışı Avusturyalıların raporundaki bir diğer konu. Bahsedilen nedenler kaynaklı azami bir nükleer felaketin Meriç nehrini ve sınırlarımızı hava ve su üzerinden bulması ise ortalama olarak 2 gündür, ancak ne gariptir ki Dünya Nükleer İşletimcileri Birliği’ne (WANO) göre tesisin göreli ‘erken’ kapanışına dair herhangi bir teknik eksiklik bulunamamaktadır.

Tam bu noktadan görünen manzarada Nick amca ve lordlar kamarasının derin ve karanlık bir yanı ortaya çıkmaktadır. Eğer herkesi suçlu yaparsan suçlanacak kimse kalmaz. Kuzey Kutup Denizi’ndeki radyoaktif kirlenme ve buzul erimelerinin hızlanarak denizi fakirleştirmesi ise küresel ısınma konusunda genel akla faili meçhul olarak yansıtılmakta. İngiltere’nin Avusturalya ve Polinezya’daki 20’ye yakın nükleer denemesinin izleri, silinemeyecek çöller şeklinde yeryüzüne kazınmış halde. Daha 2013 yılında Amerika Washinhton’da Hanford nükleer sitesinde saklama tanklarındaki bir sızıntı sonucu Kolumbiya nehrine 3 milyon 800 bin litre reaktör yan ürünü karışmasına rağmen medyamız en öncülerinden biri bildiğine fiske vurmayı bırakın yapıcı eleştiri veya en azından doğru düzgün haber yapacak kadar iskelet sahibi olamamış!

Okyanusların nefes almayı bıraktığı, böceklerin gezegen yüzeyinden yok olduğu, toprakların geri dönülmez biçimde fakirleştiği günlere karşı faturayı öde(t)mek işinin düzenlenmesine ise bu duruma en başta sebep olan Nick amca ve lordlar kamarası başkanlığındaki tanımlamalarla ilerlenmekte. Gelelim karbon piyasalarının ne amaçladığına. Salınım ticareti ya da karbon ticareti olarak bilinen kavramın ortaya çıkışı Kyoto Protokolü’nün 2012’de sonlanmasıyla tüm ülkeleri, esnek yaklaşımlarla karbon salınımı anlaşmalarına dahil etmek amacına dayanır. Ne yazıktır ki protokol 2005 yılında en sonunda dünya üstündeki karbon salınımının %55’lik paydasında yeri olan 55. ülkenin, Rusya’nın, imzalamasıyla yürürlüğe girebildi. Anlaşma sona erdikten sonra Nick amca ve lordlar kamarasının bulduğu ‘geçici’ çözüm bir karbon ticareti oluşturmaktı. Bu ticarete göre eğer bir şirket veya karbon salınımı yaratan bölge yönetimi atmosfere kendi payına belirlenenden daha fazla karbon salacaksa bunun için karbon kredisi bulmak zorunda. Yani bu kurum veya yönetimin bir başkasının karbon salma hakkını satın alması gerekli. Bu durum karbon kredisi ticaretini ortaya çıkarmış, çoktan karbon borsası bile kurulmuş durumda[8]. Kısaca bas parayı pislet!

Türkiye’nin Kyoto’yu imzalaması ise bir güzelliğin başlangıcı olarak görüldü, ancak ülke olarak kendi ürettiğimizin yanı sıra dışarının pisliğini vatanımızda depoluyoruz. İzmir limanındaki radyoaktif gemilerin parçalara ayrılası ve bölgeye verdiği zarar gibi örnekler elbette tüm ülkenin doğaya verdiği zararı ve karbon salınımını oluşturmaz. Kendi verdiğimiz zararı ‘hes’lerin Karadeniz bölgesine can çekiştirmesi, koyların otobanlara satılması, kimyasal atıkların izinsizce verimli topraklarımıza dökülmesi[9], Menderes nehirleri çevresindeki başta deri fabrikalarının suları pisletmesi, karbona neden olmayan (!) ancak karbon emen etmenlerin başında gelen ağaçları yok edici bir inşaat tutumu ve bunun gibi durumlarla ölçebiliriz. Hem karbonsuz inşaatlarla vatan pislenmekte hem de yıllık belirlenmiş karbon sınırının altında kalındığı için bir karbon kreditörüne dönüşülerek dışardaki Nicklere daha çok pisletme hakkı satılabilmekte. Bir daha Kyoto gibisini kabul etmezsek, ulusal çıkarlarımızı insanlığın geleceği önüne ancak kendi hesabımızı kendi elimizle temizleyerek koymuş olmayacağız. Kendi hesabımızı temizlemek için ise yapılması gereken, yaşayış ve iş yapma ahlakını düzenlemek ve yükseltmektir. Böylesi etkinsiz ve uygulanış olarak uluslararası alanda yamalak bir anlaşma daha kabullenmek, Nick amcanın karbon sınırlarını dahi aşamamış bizimkisi gibi bir ülkenin düzeltilebilir ekonomisi için büyük sorunlar oluşturabilir.

Önümüze inşa edilmekte olan çözümlerin üzücü olan yanı ve görebilen gözlerin fark ettiği üzere haksız olan yanı, Nick amca ve lordlarının yarattığı pisliğe, kullanılamaz ve üstünde yaşam çoğalamaz hale getirdiği yerlerin sorumluluğunun içine insanların, günlük olarak helaya fazladan su dökme ‘alışkanlıkları’nı ve 3 dakikayı aşan diş fırçalama gibi doğal ihtiyaçları katmasıdır. Karbonik salınım, karbon ticareti, anlaşmayı yapıp vazgeçerek sorumluluğu dünya cemiyetine atmak oldukça yaygınlaşıyor ve meşrutileşiyor. Dolayısıyla, yarısı dolu bir bardakla yarısı dolu bir sürahinin eşitçe karşılaştırılması demek, aynı damganın ve cezanın eşitçe (!) insanlığın, Türk insanının ve özellikle de masumların üstüne yıkılmasıdır.

Henüz bahsedilen nedenlerden, ölenlerden, yerlerinden edilenlerden ve hakkı yenenlerden yola çıkarak «Nick amca ne menem bir şeysin be!” diyemeyiz.

***

Uzak diyarların kabuklaşan ve merakları karanlıklara gömülen insanları bu Nick amcanın kim olduğunu bulamadan, bu kafalarıyla pek de uzak olmayan bir sonsuza kadar kırılıp bölünüp gidecekmişler.

(Hikayenin sonu)

***

Barış Manço yıllar önce bir şarkısıyla onun kim olduğunu bize anlatmaya çalışmıştı. Tam adı, «Nick the Chopper”

Yararlanılan Kaynakçalar:

[1] http://www.johnstonsarchive.net/nuclear/atest00.html , Inventing Accuracy: A Historical Sociology of Nuclear Missile Guidance. Cambridge, Massachusetts: MIT Press. pp. 343-344 , http://www.partnershipforglobalsecurity-archive.org/Documents/history-manuscript_eng.pdf , http://fas.org/nuke/guide/china/nuke/tests.htm

[2] Aktaran Dinyar Godrej, Küresel İklim Değişimi, Metis Yay., Mart 2003, s.90

[3] http://www.angelfire.com/scifi/nuclear220/sec444.htm

[4] http://suffagah.com/baliklar-icin-felaket-olan-okyanustaki-olu-bolgeler-buyuyor

[5] https://www.iaea.org/NuclearPower/Downloads/Simulators/Advanced.BWR.Manual.2009-10.pdf

[6] http://www.sciencedirect.com/science/article/pii/0048969794900809 , http://fas.org/news/russia/1995/fbust037_95011.htm

[7] http://archive.indianexpress.com/news/jaitapur-n-reactors-flagged-off-but-liability-concerns-remain/721283

[8] http://fraksiyon.org/nasil-bir-ekolojizm/

[9] http://www.memleket.com.tr/aslim-coplugu-yeniden-alev-aldi-47873h.htm

https://www.youtube.com/watch?v=V2FygG84bg8