Geçtiğimiz ay Mc Kinsey Küresel Enstitüsü önemli bir rapor yayımladı: Uzun Dönemde Küresel Büyüme Korunabilir mi?
Rapor küresel ekonominin son elli yılını geçen elli yıl ile karşılaştırmakta ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 20 ekonomi için istihdam, büyüme ve üretkenlik kazanımları konusunda öngörülerde bulunmakta.
Rapora göre 2014 sonrasındaki elli yılın bir öncekinden çok farklı geçeceği anlaşılıyor. Öncelikle, istihdam artış temposunun giderek yavaşlayacağı ve önümüzdeki elli yıl boyunca sadece yüzde 0,3 artış göstereceği öngörülmekte. İstihdam artışlarının bugünün gelişmiş ekonomilerinde çoktan geride kalmış olduğu ve istihdamın tepe noktasının Almanya’da 2000’de; Japonya’da 2003’de; İtalya’da ise 2010’da ulaşmış olduğu ve artık geride kaldığı görülüyor.
İstihdamda zirvenin Çin ve Kore’de 2024’de; Brezilya’da 2041’de; Türkiye’de 2048’de, Arjantin’de ise 2057’de yaşanacağı hesaplanmakta.
Dolayısıyla, bugünden «üç çocuk ve benzer politikalarla” pompalanan demografik fırsat pencere-sinin, ne kadar çabalansa da nihayetinde son bulmasının kaçınılmaz olduğu anlaşılmaktadır.
Küresel ekonominin önümüzdeki elli yılına dair karamsar öngörüler sadece istihdamdaki yavaşlamayla sınırlı değil. İstihdamdaki fırsat penceresinin kapanmasını takiben, mevcut üretkenlik artışları korunsa dahi, küresel ekonominin büyüme hızında sert düşüşler yaşanacağı anlaşılıyor. Önümüzdeki elli yılda büyüme hızının yıllık ortalamasının yüzde 3,6’dan 2,1’e gerileyeceği öngörülmekte.
Mevcut şartlarda son elli yılın yüzde 3,6’lık büyüme hızının korunabilmesi için ise üretkenliğe dayalı bir büyüme stratejisinin izlenmesi ve üretkenlik kazanımlarının bugünkü düzeylerine göre yüzde 80 daha hızlı olması gerekecek.
Tüm gelişmiş dünya bu ivmelenmeye hazırlanıyor iken, eğitimde, kültürde, sanatta ve bilimde 600 yıl öncesinin medrese ve külliye özlemleriyle bu ivmeyi yakalamak ise hiç olası değil.
Ocak ayında Paris’te yaşanan katliamı dünyayı günümüzde kana bulayan koşullar dikkate alınmadan anlama olanağı yoktur.
Amerika, yakıp yıktığı Ortadoğu’yu petrol gibi doğal kaynakları ele geçirmek amaçlarını hiç dile getirmeden «demokrasi” gibi «özgürlük” gibi, kavramları kendi vahşetine alet ederek ne yaptığını hiç düşünmedi. Oysa 11 Eylül saldırısı da, El Kaide de kendi yarattığı sonuçlardı.
Paris saldırısı da artık ölümcül sonuçlara uzanan yaşam çatışmalarıdır.
Sömürgeleri olan Cezayir’den gelip de Fransa vatandaşı olan binlerce kişi eğitim olanakları açısından, iş bulma açısından, yaşam koşulları açısından gerçekten eşit koşullarda mıdır?
Elbette, koşulların eşit olmaması bir karikatür dergisini hedef alıp katliam yapmak için bir neden olamaz. Ama burada, saplantılı bir öfkenin neye odaklanacağını kimse bilemez.
Saplantılı öfke… İnsanların haksızlığa uğradığı duygusu… İnsanların dertlerini anlatamaması… İnsanların sürekli aşağılanması… İnsanların haksız eşitlikler içine itilmesi…
Her anlamda yapılan ayrımcılık. Din, etnik köken, milliyet, cins, ırk ayrımcılığı. Amin Maalouf’un «Ölümcül Kimlikler” kitabı bugünlerde okunmalı.
Saplantılı öfkeyi kontrol edecek olan, kişisel planda özeleştiridir. Bilinçli yaşamın temeli olan özeleştiri.
Özeleştiri, yani bu duruma gelişte benim payım nedir diyebilmek.
Özeleştiri, kendi yanlışını görebilmek, bunu kabul edebilmek, durumu düzeltmeye çaba harcamak demektir.
Kişisel planda bunu sağlayan eleştirel düşünmedir. İnanç ile bilinç arasındaki fark da budur.
Emperyalizmin saçtığı tohumlar ne yazık ki zehirli çiçeklerini açmakta, insanlar da, insanlık da acı çekmekten kurtulamamaktadır.
Önemi gün geçtikçe büyüyen, uygarlığın evrensel temeli olan «Aydınlanma Kültürü” bu nedenle değerlidir.
Bu kültürü, emperyalist kapitalizmin yeni versiyonu olan küreselleşmiş dünya olarak içini boşaltan Batı dünyası, daha pek çok felaketin hem nedeni, hem sonucu olmaya devam edecektir.
Aydınlık bir ay dileklerimle.