Kaynak: http://www.counterpunch.org/2014/08/22/from-gaza-to-ferguson/
Yazar: Corinna Mullin ve Azadeh N. Shahshahani
Makalenin Özgün Başlığı: The Toolbox of Racist Repression: From Gazza to Ferguson
Çeviren: Işıkgün Akfırat – Boğaziçi Çeviri Merkezi
İsrail’in Gazze’ye son saldırısındaki ölüm ve yıkımdan, ulusal güvenlik güçlerinin Ferguson, Misssouri sokaklarına dramatik girişine İsrail ve ABD’deki ırkçı hiyerarşilere zemin oluşturan şiddet görüntüsünü hatırlatan çok sayıda acımasız örnek yaşandı.
Ve bu başlıklar arasında, hem Amerika’da hem İsrail’de ırk, vatandaşlık, millet ve sınıf hiyerarşilerinin yeniden üretilmesi ve sürdürülmesiyle baskının çok daha süreğen ve yerleşik biçimlerinin kurulduğunu kolayca unutabiliyoruz.
James Baldwin, beğeni toplayan Sokakta İsimsiz (No Name in the Street) romanında bir ülkenin «adalet sevgisi veya herhangi bir adalet mefhumu” olup olmadığını anlamak için «düşkünlere adliyelerle aralarının nasıl olduğunu” sormayı önerir. Eğer Baldwin’in ima ettiği gibi, yasanın kendisi yerel ve küresel eşitsizlikleri üretmekten «suçluysa”, bu bize İsrail ve ABD’deki adaletin geleceğine dair ne söyler?
ABD’den İsrail’e akmaya devam eden askeri ve siyasi yardımla birlikte İsrail’in ABD’nin kontrol tekniklerinin gelişimine katkı sunması, her iki ülkedeki tutuklama politikaları, farklı tarih ve bağlamlarına rağmen yalnızca paralel değil, aynı zamanda birbirine bağlı.
İsrail’in Kitlesel Tutuklama Politikası
İsrail’in Gazze kuşatmasında yarattığı zalim koşullar sık sık İsrail’in Gazze sınırını, hava sahasını ve kıyı bölgesini tepeden (panoptik) kontrolüne işaret eden, kuşatılmış toprakları «açık hava hapishanesine” benzeten eleştiriler doğurmuştur.
Fakat tuğla ve harçtan yapılma geleneksel hapishanelerin İsrail-Filistin hattı boyunca kullanımına da memnuniyetle devam ediliyor. İşin aslı, 1948’de uygulamanın başlamasından bu yana, İsrail devleti Filistin nüfusunun yaklaşık yüzde 20’sini (erkek nüfusun ise %40’ını) bu hapishanelere tıktı.
Bugün İsrail, 6,500’ün üzerinde Filistinliyi hapishanelerinde ve gözaltı merkezlerinde tutuyor. Bunların içinde 466 «idari tutuklamadan” (yargısız tutuklama) muzdarip insan, 27 parlemento üyesi ve 3 eski bakan var.
Medyanın son Gazze saldırısında haklı olarak yüzlerce Filistinli çocuğun gaddarca katline odaklanan geniş yayınlarına rağmen, «normal” zamanlarda bile bir Filistinli çocuğun yaşamının ne kadar riskli olduğunu hatırlamak önemli. 2000 yılından beri 8 binden fazla Filistinli çocuk alıkonuldu ve 2 bine yakını katledildi. Bütün bunların sorumlusu olan İsrailli asker ve yerleşimcilerin ise neredeyse tamamı cezasız kaldı.
Ellisi 16 yaşın altında olan yaklaşık 230 Filistinli çocuk şuanda tutuklu bulunuyor. Birleşmiş Milletler’le birlikte Uluslararası Af Örgütü ve İrsalli B’Tselem kuruluşunun aralarında bulunduğu insan hakları grupları İsrail’in çocuklara yönelik bu rutin kıyımını, gecenin bir yarısı evlerinden götürülüp ıssız yerlere hapsedilmelerini, işkence görmelerini ve aileleriyle görüştürülmemelerini kınıyor.
İsrail’in bir politik araç olarak kullandığı tutuklamalar Gazze’deki son vahşette tam anlamıyla sahnedeydi. Geçtiğimiz Haziran’da, İsrail, sonradan ölü bulunan üç İsrailli yerleşimcinin kaybolmasını takiben Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nde savaş suçu olarak değerlendirilen «kolektif cezalandırma”nın etkili biçimleri olan kitlesel gözaltılar ve tutuklamalarla binlerce Filistinliyi alıkoydu. Tutuklananlardan 62’si Gilad Şalit mahkum mübadelesiyle birlikte henüz salıverilmişlerdi. O mahkumların bırakılması, Gazze’deki kuşatmanın sona ermesiyle birlikte, müzakerelerden çatışmaların tamamen sonlanmasına kadar Hamas’ın en sert talepleri arasındaydı.
Yalnızca Temmuz ayında 2 bin Filistinlinin ele geçirildiğini düşünürsek, İsrail’in son tutuklama dalgalarının doğrudan hedefinde Hamas olduğunu açıkça söyleyebiliriz. Fakat İsrail’in esas geniş siyasi hedefi tüm Filistin nüfusunun terörize edilmesi, birlik ve direnişin kırılmasıydı. Noura Erakat’ın açıkladığı gibi, İsrail’in işgal ettiği bölgelerde uzun süreyle uyguladığı «acil durum yönetimi”, Filistinlileri «açıklanmaksızın keyfi olarak değiştirilebilen ve geçmişe dönük uygulanabilen, en temel hakları ihlal eden 1,500 adet askeri yasaya” tâbi kılıyor. Bu yasaların en tepesinde bulunan 50’si Filistinlilerin İsrail vatandaşlarından ayrı muamele görmesini sağlamak için.
Gazze’ye baktığımızda ise yasal adaletsizliğin başka bir örneğini görüyoruz. En az 250 Filistinli İsrail’in kara operasyonu sırasında tutuklandı ve çoğu «yasadışı örgütlerle ilişkide olmakla” suçlandı. Al-Mezan İnsan Hakları Merkezi’ne göre bu ifade Hamas’ın da içinde bulunduğu Filistinli siyasi partilere yönelikti. Bunların dışında kalanların sorguları sürüyor ve avukata erişim hakları engelleniyor.
Tutuklanıp salıverilenlerin en az 15’i «Yasadışı Savaşanlar Yasası”ndan alınmıştı. İdari tutuklama emirlerinden bile daha az koruma sağlayan bu yasa Gazzelilerin süre sınırlaması, suçlama veya yargılama olmaksızın, uluslararası insan hakları normları ihlal edilerek hapiste tutulmasına imkan tanıyor. 2002’de İsrailli Knesset tarafından yürürlüğe konan «Yasadışı Savaşanlar Yasası”nın vücut bulan uygulamaları İsrail ve ABD arasında ortaklık gösteriyor. 2006’da geçen Askeri Komisyonlar Yasası’na göre süresiz tutuklanabilen «yasadışı savaşanlar”ın hukuki tanımını da bizzat kendileri yaptılar.
Ölüm ve yıkım, İsrailli tarihçi İlan Pappe’nin hapsedilme ve şiddetin daha aleni biçimlerinin karşılıklı olmadığını hatırlatmak için «kademeli soykırım” olarak ifade ettiği politikanın parçası olarak geçtiğimiz haftalarda yine Filistinlileri vurdu.
İsrail hükümeti Filistin nüfusunu baskılamak ve yerinden etmek için farklı araçlar da kullanıyor. Bunlar arasında zorunlu tahliye, toprak ihlali ve etnik temizliğin diğer biçimleri, Filistinli mültecilerin dönüş yapma hakkının ihlali, işgal yerleşkelerine önemli miktarda parasal ve askeri yardım, «halkı parçalayan” bölünme duvarı ve Filistinlilerin özgür dolaşma hakkını kısıtlayan kontrol noktaları sistemi gibi ırkçı siyaset ve uygulamalar yer alıyor.
Özgür Topraklarda Kitlesel Tutuklamalar
Madalyonun öteki yüzünde, artmakta olan ABD cezaevi nüfusu artık tüm dünyadaki mahkumların çeyreğini oluşturuyor.
Amerika’da tutuklu bulunan insanların yalnızca yüzde 30’u beyaz tenli. Adam Gopnik’in The New Yorker’da gözlemlediği gibi «Amerikan kriminal adalet sisteminin pençesinde -hapiste, gözaltında, şartlı tahliyede- bulunan insan sayısı”, iç savaşın arifesinde bulunan «kölelikte olduğundan fazla”.
Geçtiğimiz otuz yılda, ABD’nin cezavi popülasyonu dörde katlandı. Bu, büyük oranda «uyuşturucuya karşı savaş”ın sonucu. 1986’da Madde Bağımlılığı Karşıtı Yasa’nın geçmesinden bu yana şiddet içermeyen vakalarda tutuklama sayısı çarpıcı biçimde arttı; bu artış orantısız olarak fakir siyahi nüfusu etkiledi. Yasa uzmanı Michelle Alexander, cezaevini tecrübe ederek «ikinci sınıf vatandaş statüsüne düşen” çok sayıda siyahi insan oy hakkını, jüri üyeliği hakkını, iş, eğitim ve kamu hizmetlerine erişim açısından yasal ayrımcılıklardan muaf olma hakkını kaybederek «haklarından mahrum bırakıldı” diyordu.
Hapsetmelerdeki bu aşırı artışa, yasal belgeleri olmayan göçmenlerin alıkonulmasında olduğu gibi hapsetmenin ekonomi politiğini gözler önüne seren cezaevi endüstrisinin büyümesinde eşi benzeri görülmemiş bir artış eşlik etti. Bu gelişmelerin neoliberal ekonomik paradigmanın Küresel Güney’e yayılmasına paralel olarak, post-endüstriyel çağın sosyoekonomik değişmelerinden ve 1980’lerde Amerika’da başlayan net sosyal güvenlik programlarındaki tasarruflardan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Akademisyen ve sosyal adalet aktivisti Angela Davis’in dikkat çektiği üzere cezaevleri, hükümetlerin dönemin karakterini yansıtan ve en çok da renkli (beyaz ırktan olmayan) insanları etkileyen «endüstrisizleşme, iş ve eğitim eksikliğinin ürettiği” yapısal şiddetle baş etme stratejisinde merkezi konumda bulunuyor.
Baskılamanın aracı olan kitlesel tutuklamaların ABD’de geçmişte uygulanan ırksal kontrol biçimlerinden daha az bariz şiddet gerektirmesine rağmen etkileri geniş ve tahripkâr. Alexander, sistemin içine sinmiş olan bu kurumsallaşmış ırkçılığı, kitlesel tutuklamaları ırkçı yasalar ve köleliğin biçimsel ilgasından sonra ortaya çıkan şiddetin doğurduğu «ırksal kast sistemine” benzeterek «yeni Jim Crow” olarak tanımlıyordu.
Londra Üniversitesi profesörü Laleh Khalili de bu görüşe katılıyor. Time in Shadows: Confinement in Counterinsurgencies (Gölgedeki Zaman: Kontrgerilla Harekatının Sınırlandırılması) kitabında 19. yüzyıl kolonyal yönetimlerinden bugüne hapsetme stratejilerindeki sürekliliği inceliyor. Khalili’nin gösterdiği gibi, «sorunlu nüfusun” kontrol altına alınması için vahşice güç kullanımı yerine kitlesel tutuklamaların kullanılması toplumsal huzursuzluğa yönelik «daha insancıl idari ve hukuki çözümler”den biri olarak geliştirilmiş olabilir; ancak amaçları her defasında aynı: ezilenleri veya «işgale uğramış insanları, yenilgiyi ve teslimiyeti kabul etmeye zorlamak.”
«Terörle mücadele”yle birlikte kitlesel tutuklamaların uygulaması sayıca ve etkice genişledi; Müslümanları ve Arapları hedef alan vakalarda ciddi bir artış gözlendi. Associated Press’in 2011’deki raporuna göre sadece ABD’de 11 Eylül’den bu yana 2,934 terörle ilişkili tutuklama ve 2,568 hüküm gerçekleşti. Bu rakam geçtiğimiz on yıldakinden sekiz kat daha fazla.
Eylemciler birçok davada öne çıkan «ayrımcı sorgular” ve «sorgulanmaya açık” savcılık taktikleriyle ilgili ciddi endişelerini dile getirdiler. Bu ithamlar, savcıların terör zanlılarını mahkum ettirmek için «zorla ele geçirilmiş kanıtlar, adil değerlendirilemeyecek gizli deliller ve müdafiilerin rol almadığı terörizmle ilgili kışkırtıcı belgelerin” kullandığı ifadelerinin geçtiği İnsan Hakları İzleme Örgütü ve Columbia Law School İnsan Hakları Enstitüsü’nün detaylı raporunda yer alıyor.
Bu davaların bir başka çirkin yanı, normal hukuki durumda suçlamalar için hiçbir dayanağın olmadığı insanlara hüküm giydirmek için kullanılan «gizli tertip” ve «maddi destek” gibi yöntemleri de içeren «savaş suçu imalatı”. Müslüman sivil hakları grubu SALAAM ve Sivil Haklarını Koruma Ulusal Koalisyonu’nun yayımlanmış raporuna göre, «terörle mücadele”de verilen hükümlerin üçte dördü «sanıkların suç teşkil eden eylemine değil, ideolojik görüş şüphesine dayanıyor”.
Ek olarak, Amerika’daki «terörle mücadele” vakaları, marjinalleştirilmiş ve baskılanmış topluluklardan insanlarla yapılan itiraf pazarlığının yaygın kullanımıyla takviye edildi. Vakaların yüzde 90’ından fazlası mahkemeye gitmeden bu itiraflarla çözülüyor. SALAAM’a göre, savcıların «sanıkları zorlu cezaevi koşullarının alternatifi olarak itirafçılığı kabul etmeye zorlamasını” mümkün kılan «terörün güçlendirilmesi” ifadesinin hüküm metinlerindeki kullanımı dört katına çıktı. Bir zamanların cezaevinde, bu tutuklu ve mahkumlar «uzun süreli tecrit ve katı kısıtlamaları” da kapsayan «sert ve zorlayıcı koşullara” maruz kaldılar.
Belki de ABD’nin «terörle mücadele” kapsamında kullandığı en meşhur tutuklama kampı, çoğunun salınmasının önünde hiçbir yasal engel bulunmayan 149 tutukluyu barındıran Guantanamo Körfezi’ndeki kanun dışı rejimdi. Bu ada hapishanesinin sakinleri işkence ve uzun süreli tecriti de içeren, onları hapise attıran sözde kanıtları hiçbir şekilde göremedikleri ve karşı çıkamadıkları zalim, insanlık dışı, aşağılayıcı muamelelere maruz kaldılar. İçinde bulundukları koşulları protesto etmek için açlık grevi yapan tutuklular boğazlarından borular sokularak zorla beslendiler.
Buna ABD sınırları içindeki sert tutuklama rejimlerinde olduğu kadar dünyanın her yerinde «terörle mücadele” kapsamında kurulmuş, en bilindiği Haberleşme Yönetim Birimleri (Communication Management Units – CMUs) olan, sayısız sınırötesi ve kanun dışı «karanlık kamplar” eklenebilir. Guantanamo Körfezi’yle benzerlikleri nedeniyle «küçük Gitmolar” olarak nitelendirilen federal hapis sistemi içindeki bu kendi kendine yeten birimler, çok sayıda Müslüman tutukluya sert ayrımcılıklar ve kontrol önlemleri uyguladı. Bu tarz yasal rejimler, daha geniş hedefli gözetim ve polislikle birleştiklerinde, bireyler, aileler ve halihazırda marjinalize edilmiş topluluklar üzerinde doğrudan ve somut etkiler yaratır. Sosyolog Nisha Kapoor’un öne sürdüğü gibi, bunlar aynı zamanda «ırksal hiyerarşilerin yeniden öğretilmesi ve Batı’nın kendi içindeki ırksal müdahalelerini kolaylaştırmak için” gerekli «buyruk”tur.
Ulusal Güvenlik Devletlerinin Yükselişi
13. yılını tamamlayan ABD menşeili «terörle mücadele”, içte ve dışta geniş fiziksel ve yapısal şiddet ile ırkçı ve baskıcı ulusal güvenlik uygulamalarıyla kendini gösterdi.
ABD, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kurumlar içindeki gücünü kullanarak dünyadaki bütün devletlerin hukuki sistemlerini «terör karşıtı” bir biçimde yeniden şekillendirmelerini destekledi. Princeton Üniversitesi profesörü Kim Lane Scheppele’in «küresel güvenlik yasası” olarak adlandırdığı şeyin başı olarak Amerikan devleti, hem idari kontrolün hem de neoliberal ve otoriter devletlerce insanları denetim altında tutmak ve siyasi muhalefeti bertaraf etmek için uygulanan sert polislik yöntemlerinin ortaya çıkardığı şiddeti büyüttü.
Amerikalı siyahi topluluklarının mağruz kaldığı ucu 18. yüzyılın başlarındaki «köle devriyeleri”ne kadar götürülebilecek gaddar polislik uygulamalarını düşündüğümüzde, Amerikan ulusal güvenlik devletinin derin ve zalim köklere sahip olduğunu görürüz. Bağlam her ne kadar farklı da olsa, ABD’nin yerleşimci sömürgeciliğiyle ırksal ve ekonomik baskı tekniklerinin tarihi İsrail’in yöntemleriyle çok sayıda benzerlik ortaya koyuyor.
En önemlisi, her iki devletin de «ulusal güvenlik devleti” mantığına uygun hareket etmeleridir. Sıradan olduğu kadar şiddet de içeren idari uygulamalar fiziksel zararla birlikte birey ve grupların özgürlüklerinin kısıtlanmasıyla sonuçlanıyor.
«Olağanüstü hal” kavramına bağlı olarak -ki çok sayıda hukuki ve anayasal normun ihlal edildiği bir yoldan çıkma durumu olarak tarif edilir- ulusal güvenlik devleti korku politikasını sürdürebilmek için insanlıktan çıkartılmış «Öteki”ye ihtiyaç duyar. «Öteki” olarak kurulan bu kesimlerin eylemleriyle değil, fakat kimlikleri veya öne çıkan ideolojileriyle tehdit oluşturduğu söylenir. Bir başka deyişle, bir suçun işlenip işlenmediği belirlenirken ne yaptıkları değil, kim oldukları (Siyahi, Filistinli, Müslüman, Arap, İslamcı, vs.) önemlidir. Hukukun mantığının aksine, «olağanüstü hal” durumundaki Öteki, masum olduğu kanıtlanana kadar suçludur.
Ulusal güvenlik devleti, gücün imtiyaz sahiplerinin elinde toplanması, yargı süreçleri ve diğer anayasal güvencelerin ihlali, devletin gizlilik imtiyazının sınırsız kullanımıyla kendini ifade eder. Aynı zamanda ifadeye, örgütlenmeye ve mahremiyete yönelik kısıtlamaların arttırılması; itirafçıların, avukatların ve sivil özgürlükler savunucularının hedef alınması; bütün toplumun kriminalize edilmesi; ordunun ve istihbarat servislerinin sivil hayattaki rolünün polisin askerileştirilmesi ve sivil halka şiddet uygulanması gibi yöntemlerle artırılması anlamına gelir.
İsrail ve Amerikan tipi kontrolün her parçasında bulunan bu olgu, geçtiğimiz haftalarda medyanın da gündemine düştü. Ferguson’da silahsız bir siyahi gencin, Michal Brown’ın beyaz bir polis memuru tarafından vurularak öldürülmesine karşı başlayan protestolarda, göz yaşartıcı gaz, plastik mermiler ve askeri zırh giymiş çevik kuvvet birlikleriyle tanışıldı. Bu tekil cinayet ulusal çapta ilgi çekse de, aslında ortada yeni bir durum yoktu. Amerika’daki siyahi yaşamın tehlikelerine işaret eden Malcolm X Taban Hareketi’nin yakınlarda yayımladığı bir raporda ifade edildiği üzere «yalnızca 2012’de polis memurları, güvenlik görevlileri ve kendini yasa infazcısı olarak gören insanlar tarafından hiçbir hukuki süreç işletilmeden öldürülen Afrika kökenli Amerikalıların sayısı en az 313.”
Filistin’de olduğu gibi Ferguson sokaklarındaki direniş de şaşkın Ferguson protestocularını karşılarındaki yerel polisi işgalci İsrail güçleriyle kıyaslatacak bir şiddetle tanıştı. Bazı uzmanlar Ferguson ve St. Louis County polis güçlerinin İsrail’de eğitildiğine dikkat çektiler.
Stanford Daily’nin kıdemli yazarlarından Kristian Davis Bailey de kendi kurduğu benzerliği, son Filistin seyahatinde tanık olduklarını «Siyahların ırkçı duvarlar örülmüş Güney Afrika’da yüzleştiği yasalar ve Jim Crow Güneyi’nin zalim aşağılamalarının toplandığı bir distopya” şeklinde tasvir ederek ortaya koyuyordu.
Bu benzerlikler tesadüfi değil. İsrail’in en önemli destekçisi olarak ABD, İsrail’in uyguladığı bastırmaların yıllık masrafının 3 milyar dolarlık kısmını üstleniyor. Ancak bu etki tek yönlü değil. ABD de İsrail’den yasal gerekçeler sağladığı gibi askerileştirilmiş polislik taktikleri ve cezaevlerinde uygulanan işkence yöntemlerini alıyor. Ayrıca her iki devlete ortak ekipman ve hizmet sağlayan özel güvenlik şirketleri var.
«Terörle mücadeleye” zemin teşkil eden korku siyasetine yaşam veren bu uygulamalar ırkçılığın daha da kurumsallaşmasını, ABD’deki Müslüman ve Arap topluluklara karşı düşmanlığın daha da artmasını, Müslüman ve Arap ülkelere müdahalenin haklı gösterilmesini sağlıyor.
Sosyolog Lisa Hajjar’ın öne sürdüğü gibi «hükümetlerin yasalara uygun hareket ettikleri izlenimi yaratmalarını sağlayan yollardan biri de yasanın uygulanmadığına dair yorumların üretilmesidir.” Hem İsrail hem ABD insanlık dışı muamele ve baskıcı yönetimi meşrulaştırmak için yeni yasalar geçirmekle birlikte bu tarz yasal perdelemelere ve şaşırtmalara da başvurdu. Gördülüğü üzere çoğunlukla yasanın ihlali değil, aksine bizzat yasanın kendisi iktidarın aracı olarak işlev görüyor.
Kitlesel tutuklamaların bireyler ve topluluklar üzerinde ciddi bir yıkıcı etkisi var. Bu uygulama, devlet terörünün bir biçimi olarak, devlet ve toplum arasında adalete ve saygıya dayalı sürdürlebilir bağlar kurulmasının önüne geçecek ve bütün topluluklar içinde korku salacak şekilde tasarlanmıştır. Hareket üyelerini birbirinden ayırıp tecrit ederek ve bireyleri işbirlikçiliğe, ikiyüzlülüğe ve inançlarına ihanet etmeye zorlayarak kardeşler ve yoldaşlar arasında yabancılaşma yaratır. Adaletten ziyade iktidarın hizmetinde olan yasalarla birlikte, hapishaneler yasal baskının odacısı olarak iş görür.
Hem ABD’de hem Filistin’de, güçler arasındaki ezici dengesizliğe rağmen, direniş büyüyor. Tutukluların açlık grevinden protestocuların kamusal alanı geri istemelerinin çeşitli biçimlerine kadar, hakları ve insanlıkları «adalet koridorlarında” çoktan beridir inkâr edilmiş insanlar tarafından tetiklenen ve sürdürülen geniş tabanlı hareketler, değişim için etkili stratejilerde birleşiyor. Eylemciler, baskıcı yönetimin aracı olan tutuklamanın semptomlarına odaklandıkları kadar bu yönetimin doğrudan bağlı olduğu ulusal güvenlik sistemi paradigmasına -ki çok daha kapsamlı bir siyasi, ırkî ve ekonomik adaletsizlik sisteminin parçasıdır- giderek daha çok odaklanıyorlar. Böyle yaparak bizleri, hukukun baskının değil fakat adaletin hizmetinde olacağı günlere doğru yaklaştırıyorlar.