İran’a Suudi Öpücüğü

İran’a atanan yeni Suudi Büyükelçisi Abdül Rahman el- Şehri’nin geçtiğimiz Nisan ayında Ayetullah Ali Ekber Haşimi Rafsancaniyi ziyaretinde onu başından öpmesi her ne kadar başta Suudi kaynaklarınca çokça tartışılmış hatta reddedilmişse de İran-Suudi ilişkilerinde yaşanan onca krize karşın tarafların yeni bir başlangıç yapma arzusunu ortaya koyan çarpıcı bir görüntüydü. Üstelik Büyükelçi, iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesinin önemine hep işaret etmiş ve bu yolda Suudi Arabistan’ı birçok kez ziyaret etmiş bir devlet adamı olan Rafsancani’ye Kral Abdullah’ın davetini iletiyordu. Bunun akabinde Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Suud Faysal, 13 Mayıs 2014 günü İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’i ülkesine davet etti.

İran kaynaklarına bakılırsa önümüzdeki dönemde gerçekleştirilecek ikili görüşmelerde öncelikle üzerinde ortak bir anlayış oluşturulması çok daha kolay konulardan başlanılacak. Bunların başında Lübnan’da her iki tarafı da memnun edecek (ya da en azından çok rahatsız etmeyecek) bir devlet başkanı üzerinde uzlaşılması var. Bunu Bahreyn, Yemen ve Irak’la ilgili meseleler izliyor.

Bilindiği üzere İran Bahreyn’deki Şii nüfusun hamisi gözükürken Kral Abdullah bu ülkedeki ayaklanmanın bastırılması için 2011 Mart’ında oraya 1000’i aşkın asker yollamıştı. Suudi Arabistan yıllardır Yemen’i kendi ulusal güvenliğinin bir parçası olarak gördü. Kimi bağımsızlık isteyen kimisi ise el Kaide bağlantılı olan birçok silahlı grubun kendi savaşlarını verdiği Yemen’de İran da kendi desteklediği ve Yemenli Şii liderlerden Bedrettin el Houti’nin ismini alan grubun güç kazanması ve hükümette yer almasını arzuladı. Irak ise İran ile Suudi Arabistan arasında bölgesel nüfuz mücadelesinin en keskin şekilde gerçekleştiği bir alan oldu. Tahran, Irak hükümeti üzerindeki tartışmasız etkisi dışında asimetrik savaş unsurlarını da devreye sokmak yolunda tereddüt etmezken Riyad’ın buradaki etki araçları arasında en çok işadamlarına aktardığı paralarla nüfuz sağlama çabası dikkat çekti.

Bugün İran-Suudi ilişkilerinde en hassas konuyu ise kuşkusuz Suriye oluşturuyor. Suriye topraklarında her iki ülke de destekledikleri gruplar üzerinden yürüttükleri üstü örtük savaşta birbirlerine tam anlamıyla karşıt iki uçta yer alıyor. Ne var ki hiçbir tarafın kazanamadığı bu savaşın yarattığı tehdit ve riskler Suudi Arabistan ve İran’a da belli bir maliyet yüklüyor. İran için bu durum «yaşamsal” addedildiği oranda belki daha katlanılabilir gözükebilir. Suudi Arabistan’ın ise Suriye konusunda Türkiye ve Katar ile yollarının ayrıldığı da bir hakikat.

Aslında İran-Suudi Arabistan arasında yeni bir dönemin başlangıcı sayılabilecek gelişmelere bundan yaklaşık bir yıl önce de dikkat çekmiştik. Hatırlanırsa Suudi tarafı açısından İran ile ilişkilerin yeniden düzenlenmesini gerektiren faktörlerin başını iki yeni lider; Obama ile Ruhani sayesinde ABD-İran ilişkilerinde bir yumuşama yaşanması ihtimalinin ortaya çıkması çekiyordu. İran açısından ise, Türkiye ile olan ilişkilerde yaşanan sıkıntıların ardından bölgesinde daha da yalnızlaşan bu ülkenin Suudi Arabistan ile diyaloğu başlatarak diplomatik seçeneklerini çeşitlendirmeye çalışması önemli bir itici güçtü.

Bugün Suudi Arabistan, ABD-İran diyalogunun sonunda bu iki ülkenin ilişkilerinin yeniden düzenlenmesine doğru gidebileceğinden çok daha ciddi endişe duyuyor. Hatta yakın bir zaman önce Katar’da katıldığım Doha Forumu’ndaki bir panelde dinlediğim Suudi panelistin sözleriyle ifade etmek gerekirse, «ABD’nin Suudi Arabistan’a danışmadan ve bilgi vermeden yürüttüğü bu süreç karşısında Riyad’ın hissiyatı bir tarafa itildiğini düşünen Tel-Aviv’den pek de farklı değil”.

Görünen o ki, Suudi Arabistan ABD gözünde stratejik önemini kaybetmekten korkuyor. ABD’de bulunan kaya gazı yataklarının bulunmasının bunda önemli bir rolü var. ABD’nin petrol arzında Suudi Arabistan’a bağımlılığının giderek azaltarak bu stratejik ilişkinin gerisindeki en önemli neden olan enerji faktörünü önemsizleştireceğinden endişe duyuyor. Ancak bu endişeyi bir ülkenin çıkarlarının göz ardı edilebileceği bir durumdan öte bizzat Krallığın devam edip etmeyeceğine yönelik bir kaygı olarak okumak gerekiyor. Yine aynı panelistin Riyad’ın Mısır’da Mübarek’in devrilmesini nasıl bir korku ve dehşet içinde izlediğini açıkça ifade etmesi asıl kâbusun bir rejim değişikliği olduğunu ortaya koyuyordu. Temmuz 2013 darbesinden sonra Suudi Arabistan’ın Mısır’daki askeri rejime yardım olarak akıttığı milyarlarca dolar da bu korkunun açık bir ifadesi zaten.

İran-Suudi Arabistan ilişkilerini değerlendiren Batılı uzmanlar mezhep ayrılığının yön verdiği tarihsel mücadelenin kolaylıkla sona ermeyeceği görüşündeler. Bölge kaynaklı değerlendirmelerin bir kısmı da bu görüşü paylaşır gözükse de İran-Suudi ilişkilerinde husumetin eriştiği noktanın ABD-İran çekişmesi dikkate alınmadan doğru bir analiz yapılamayacağını ileri sürenler dikkat çekiyor. Gerçekten de mezhep ayrılığı kendisi ilişkilerinin gidişatını şekillendiren bir bağımsız faktör olmaktan ziyade bu iki ülkenin bölge üzerinde egemenlik kurma mücadelelerinin aracı durumunda ki bu çekişmenin seyrini ABD faktörünün altını çizmeden anlamaya pek imkân yok. Bugün Amerikalı yetkililer İran-Suudi diyaloğunun gerçekleşmesinde Washington’un katkısı olmadığını söyleseler de ABD bu çabayı açıkça destekler bir pozisyon almış görünüyor. Ancak bu pozisyonun ne noktaya kadar süreceğini ABD-İran ilişkilerinin seyri kadar İran-Suudi Arabistan diyaloğu içinde üzerinde uzlaşılan konuların ne ölçüde Amerikan çıkarlarıyla paralellik arz edeceği belirleyecek.

Bunları da sevebilirsiniz