Suriye’ye ‘Akademik’ Bakmak

24 Nisan 2014’te Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM) «Üçüncü Yılında Suriye Krizi” başlıklı bir konferans düzenledi. Konferansa İstanbul’daki birçok üniversiteden birçok akademisyenin yanı sıra alanlarında uzman kişiler konuşmacı olarak katıldılar. «Bölgesel Dinamikler”, «Küresel Aktörler” ve «İnsani Boyut” olmak üzere üç oturumda gerçekleştirilen konferanstaki oturum ve konuşmacıları şu bağlantıdan incelemek mümkün: (http://siyasal.marmara.edu.tr/notice/konferans-ucuncu-yilinda-suriye-krizi-24-nisan-2014-persembe/ )

Bu yazıda, adı belirtilen konferansın «Küresel Aktörler” ve İnsani Boyut” oturumlarında aktarılanlar temelinde Suriye sorununa «akademik” yaklaşımın nasıl olduğu anlatılmaya ve fikrimizce nasıl olması gerektiği konusunda da bir tartışma serimlenmeye çalışılacak. Bu çerçevede, konuşmacıların ne anlattıkları tek tek aktarılmak yerine genel bir çerçeve içinde bazı noktaların altı çizilecek.

Analiz düzeyi, aktör ve bütünsellik sorunu

Sürmekte olan bir durumun çözümlenmesinin zor ve riskli olmasının yanı sıra; 3 yılını doldurmuş olan Suriye krizi, esasen akademik bir yaklaşımla çözümlenmeye yetecek kadar «malzeme”yi çoktan sunmuştur. Konferansta, Suriye sorununa, bölgesel, küresel ve «insani” düzlemde, konu dağılımı açısından bütüncül bir çözümleme sunulmaya çalışılmıştır. Bu durum, aslında Suriye sorunun, ulusal, bölgesel ve küresel düzeylerde çözümlenmesi gereken bir sorun olduğunun göstergesidir. Konferans başlığı ve oturumlar mümkün mertebe buna göre düzenlenmiş olsa da; konuşmacıların kendi sunumlarını genel ve doğal olarak sunum başlıkları ile ilişkili olacak şekilde ancak çoğunlukla tek düzeyde ele almayı yeğledikleri görülmüştür. Bu çerçevede dikkate alınan Suriye dışındaki aktörler, Rusya, ABD ve AB üyesi «büyük” devletler, Türkiye ile Birleşmiş Milletler (BM) olarak sıralanabilir. Bu konularda akademisyenlerin konuyu çözümlerken ele aldıkları aktörün Suriye politikalarının ne olduğu ya da ne olmadığı aktarılmış ve bu politikaların nedenleri üzerine çıkarımlarda bulunulmuştur.

Konuşmacıların, aktörler ve analiz düzlemleri arasındaki ilişkiselliği ve neden-sonuç ilişkilerini bütünsel bir çerçeve içinde sunmadıkları gözlenmiştir. Bu bütünsel çerçevenin, 20 dakikalık bir sunumda çizilmesinin zor olduğu aşikar olmakla birlikle, bu durumun yalnızca aktarımda değil konuya yaklaşımda da eklektik bir duruşa işaret ettiği not edilebilir. Bunun yanı sıra, genel olarak ekonomi-politik olmaktan çok uzak; askeri, sosyo-kültürel ve kimi zaman hukuki bir söylem dilinin Suriye sorununa yaklaşımda etken olduğu belirtilmelidir. Sorunsal, başlıca örneğin, Şiilik-Sünnilik bölünmesi, diktatör yönetime muhalefet eden kitle, Transatlantik (ABD-AB)- Rusya ikilemi, «cihadçı gruplar” ve BM’nin aldığı kararlar üzerinden tartışılmıştır. Benzer şekilde bu ifadeler de söylemsel tercihler olmanın dışında bir yaklaşımın söylemsel ifadesi olarak görülmelidir. Sonuç olarak, konferans özelinde akademisyenlerin, Suriye meselesini, aktörlerin çıkarları ölçüsünde ve gereğince müdahil olduğu, sosyo-kültürel öğeleri ağır basan, askerileşmiş bir siyasi sorun olarak gördükleri genellemesi yapılabilir.

Tanımlama ve kavramsallaştırma sorunu

Sosyal bilimlerde özellikle de siyaset bilimi ve uluslararası ilişkilerde her zaman karşımıza çıkan tanımlama ve kavramsallaştırma sorunu burada da kendisini göstermektedir. Her tanım ve kavram kendinden menkul ama gücü kendisini aşan anlamlar taşıdığından, tercih edilen tanımların ve kavramların yalnızca kendilerini değil, akademisyenin konuya yaklaşımı kadar, ideolojisini ve konu hakkındaki normatif tutumunu da yansıtmaktadır. Suriye’deki durumu ortaya koyarken, bu durumun sıkça ilişkilendirildiği olgunun, «Arap Baharı”, «Arap Devrimleri” ya da «Arap İsyanları” olarak tabir edilen olgu olduğu görülmüştür. Bu denklemin bileşenleri şöyledir: Bir diktatör, diktatöre muhalefet eden «demokratik” yönetim talep eden bir muhalefet. Muhalefet başkaldırmakta, diktatör bastırmaya çalışırken güç kullanmaktadır ancak, halk Mısır’da Tunus’ta diktatörleri devirmiş, Libya’da ise NATO devirmiştir.

Denklem Suriye’ye uygulandığında ise biraz farklılaşmaktadır. «Diktatör” Esad «henüz” devrilmemiştir ve hatta gücünü geri kazanmaktadır. İşte bu noktada tanımlama sorunun en önemli açmazına sıra gelmektedir. «Diktatör” Esad «nasıl” devrilmemiştir ve hatta gücünü toparlamıştır? Bu soruya konferans özelinde akademisyenlerin neredeyse hemavaz haykırdıkları yanıt şudur: «Halkına karşı güç kullanarak”. Bu yanıt ise Suriye’deki meselenin «iç savaş” olarak adlandırılmasını beraberinde getirmektedir. O halde, Suriye meselesi şu şekilde okunmaktadır: Suriye’de süre giden bir «iç savaş” var. Yukarıda adı geçen aktörler (ABD, AB, Rusya) ve diğerleri, süre giden bu iç savaşta çıkarları doğrultusunda etki sahibi olmaya çalışmakta, süreci güçleri oranında yönlendirme çabasına girişmektedirler.

Hemfikir olunanlar

Suriye’de yaşananların bir trajedi olduğu, nasıl çözümleneceğinin ufukta görünmediği, Suriye’de istikrar herhangi bir şekilde sağlansa bile, yaraların sarılmasının çok zaman alacağı konusunda akademisyenler ve diğer konuşmacılar hemfikir idiler. Bunun yanı sıra, Batılı güçlerin ve Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin silahlı çatışmayı desteklediği kabul edilmekle birlikte, Suriye’deki trajedinin en büyük sorumlusu Esad rejimi olarak görülmekte. Bu çerçevede Esad, halkına karşı kontrolsüzce güç kullanan, acımasız bir diktatör olarak görülüyor. Suriye halkının Esad’a destek vermesi ise, «diktatörlerin zaten her zaman çok oy alması” şeklinde açıklanmakta. Bunların dışında ise, Türkiye’nin Suriye politikasının başarılı olmadığı, Türkiye’nin Suriye’deki krizi başarılı şekilde yönetemediği sıklıkla tekrar edilirken, Rusya’nın Suriye konusunda ne istediğini bildiği, kozlarını iyi oynadığı, Transatlantik cephenin ise, kararsızlık ve tutarsızlık arasında yalpaladığı konusunda görüş ayrılığı olduğuna dair herhangi bir gösterge olmadığı da belirtilebilir.

Suriye meselesine nasıl bakılmalı?

Suriye meselesinin, günümüzün en can alıcı sorunlarının başında olduğu kuşkusuz. Suriye meselesinin doğru anlaşılabilmesi için onu dünyadaki temel sorunsallar ve bu sorunsallar etrafında kümelenen aktörlerin tutumlarından bağımsız bir olgu olarak değerlendirmemek gerekiyor. Bu temel sorunsallar, küresel ölçekten birey ölçeğine kadar birçok farklı aktör tarafından belirlenirken, o aktörlerin tutumları üzerinde de etkili oluyor. Bu çerçevede bakıldığında, bütün yapı ve kurumları ile emperyalizm, emperyalizmin aldığı farklı şekiller ve bu farklı şekillere direnen aktörler ile direnme yöntemleri resimden çıkarılınca doğru bir çözümleme yapmak olanaklı gözükmüyor. Bu, fikrimizce, bizim yazının başında akademisyenlerin eklektik olduğunu iddia ettiğimiz «analiz düzeyi aktör ve bütünsellik sorunu” karşısında benimsenmesi gereken yaklaşımdır.

Suriye, bu dünya üzerinde bir devlettir. Suriyeliler bu dünyada yaşamaktadırlar, hatta yanı başımızdadırlar. Onları bu dünyanın dışında birer «x” miş gibi görmek, ne onları ve bu süreci anlamayı ne de çözüme bir katkı sunabilmeyi mümkün kılar. İşte bu sebeple, yalnızca günümüzün hakim (ama etkisini çeşitli şekillerde yitirmeye başlayan) ekonomi-politik yapısı olarak emperyalizm, Suriye tablosundan çıkarıldığında, meseleyi Şii-Sünni, mazlum-cani, diktatör- demokrat, insan haklarını seven- sevmeyen, Rusya-ABD gibi yüzeysel ikilemleri ile okumak olanaklı olur. Şüphesiz ki, bu ikilemler konunun çözümlenmesi açısından önemlidir. En kötü ihtimalle birer iddia olmaları açısından çürütülmeleri gerekmektedir. Ancak, bu ikilemler yalnızca bunların emperyalizm ile ilişkiselliği bağlamında gerçek yerlerine oturtulabilir, anlamlanır. Şüphesiz ki, bunlar biri diğerine indirgenebilir olgu ya da süreçler değildir. Ancak akademisyenin fikrimizce yapması gereken, tüm aktörler, yapısal özellikler ile olgu ve süreçlere bütünsel bakabilmesi, bütünü anlayıp bize parçayı anlatabilmesidir. Fili hiç görmemiş bir gözlemci pek tabi, filin hortumunu bahçe sulama hortumu, kulağını da Afrika kıtasının haritası sanabilir ama bu hortumun hortum, kulağın da kulak olması gerçeğini değiştirmez.

Üzerinde titizlikle durulması gereken diğer konu ise akademisyenin normatif tutumudur. Akademisyen «insan”dır. Bu bağlamda elbette duygu ve düşünceleri vardır. Suriye’deki olaylardan insani olarak etkilenmek, bundan üzüntü duymak, insan olduğunun bilincinde olan herkesin en doğal özelliği olmalıdır. Hele ki vahşetin bu denli gözler önüne serildiği videoların ardı ardına internet sayfalarında servis edildiği günümüz dünyasında aksi olması zattın «insan” olduğundan şüphe duyulmasını gerektirir. O halde tüm bunları okuyan, yazan, üstüne düşünen akademisyen bunlara sessiz mi kalacaktır, bu vahşeti anlatmayacak mıdır? Elbette hayır, akademisyen burada tüm insanlığı ile «taraf” olmalıdır. Ancak, akademisyen yalandan, yanlıştan değil, tam da insan olduğu için, insanı önemsediği ve bilimi rehber edindiği için «gerçek” ten yana taraf olmalıdır. Akademisyenin varlık sebebi ve yegane sorumluluğu da budur. Gerçeği bulmak ve gerçekten yana olmak…

O zaman işte Esad’ın vahşi bir diktatör olmadığı, vatanını savunduğu, vatanını tıpkı bir zamanlar Mustafa Kemal’in yaptığı gibi emperyalist güçlere ve onların silahlı-silahsız maşalarına karşı savunduğu, halkını katletmediği ama emperyalizmin bağrına hançer soktuğu, Suriye’de savaşanların savaşı «iç savaş” yapacak «iç” unsurlardan çoktan çıktığı ama Esad’ın yalnız olmadığı Mustafa Kemal’in Lenin’i olduğu gibi Esad’ın Putin’i, Ruhanisi.. olduğu, bu yüzden direnebildiği ve kazandığı görülebilecektir. Ve sonuç olarak, güneş balçıkla sıvanmaz, gerçek er ya da geç herkesi kendinden taraf olmaya mahkum edecektir…

Bunları da sevebilirsiniz