Türkiye hızlı koştuğu son on iki yılda bir başka duyarlı dönemece gelmiş bulunuyor. Ülkenin birliği, dirliği ve esenliği için var edilen MİT’in bölünme sürecinin önde gelen oyuncusu olabileceği akla gelir miydi? Ya da Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın kendi ayağıyla bataklığa gireceği düşünülebilir miydi? Koşar adım yok olmaya giden bir ülkede yaşadığımızı söylemek fazlaca kötümserlik sayılır mı?
Geçtiğimiz ayın 24’ünde bir başka önemli konuda geriye sayıma geçildi! Emperyalist bir yalan ve kurgu olduğu AİHM tarafından da doğrulanan «Ermeni Soykırımı” yaygarası 2015’in 24 Nisan’ına dek giderek yükselen perdeden seslendirilecektir.
«Ermeni Soykırımı” dayatmasının 3 T üzerinden yürütüleceğinden kuşku yoktur.
23 Nisan kaçkınlarını ve gönülsüzlerini hem de bu saygıdeğer günde Ermeni Soykırımı üzerine konuşturan bir güdüleme olduğu oldukça açıktır. Yolsuzluk ve düzenbazlık cenderesinde sıkışan hükümetin bu tutumu olağan karşılanmalıdır. «Yüz yıl önceki acılara taziyede bulunmanın ne sakıncası olabilir” diyecekler pek çok kez düşünmelidir. Taziye ile başlayan «insancıl(!)” sürecin tazminat ve toprak yitimi ile sonuçlanması kimseleri şaşırtmamalıdır!
Diyelim ki; 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı’nda özürcü rolü oynayan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı sürecin varacağı yeri kestiremeyebilir. Çevresindeki danışmanlar ordusu da bu kadar bilgisiz ve bilinçsiz olabilir mi?
Hiç sanmıyorum!
Akla zarar (özürcü) çıkışın sanıldığının tersine bilinçli bir tutum olduğunu fark etmek durumundayız! Bu teslimiyetçi ve ne pahasına olursa olsun «iktidarsever” yaklaşımın 23 Nisan günü sergilenmiş olması olsa olsa simgesel bir anlam taşır. Nasıl ki, 23 Nisan bir emperyalist kuşatmaya tepkiyse, 24 Nisan’la kendisini gösteren suçlamaya konu sonuçlar da aynı kuşatmanın ürünleridir. Aslında, bir özür söz konusu ve gerekliyse özürcülerin bu acı sonuçlara yol açanlar olması gerekir(di).
Ülkeyi yönetenlerin zorunluluğuna dönüşen işbirlikçilik rolünün muhalefetimizce de sergilenir oluşu bir başka ilginç noktadır. Ana muhalefetin hariciyeci yetkilisi (Vaşington Büyükelçiliği görevinden emekli Faruk Loğoğlu) karşı durmak bir yana Başbakan’ın özrünün geciktiği çıkışıyla şaşkınlığımızı katlamakta sakınca görmedi. Yazgının cilvesi mi demeli? Ermeni Soykırımı dayatmasının ASALA’lı silahlı saldırı döneminde en çok ölenin, en çok kanı dökülenin dışişleri görevlileri olduğunu anımsayınca bir eski hariciyecinin ağzından dökülenler çok daha anlam ve önem kazanmış oluyor.
Acıyı paylaşma görünümlü özürcülük 3 T sürecinin ilk adımı olmuştur. Altını çizmekte yarar var! Taziye çıkışı sıradan insani bir davranış değildir. Avrupa’nın yanı başındaki Ukrayna’da Nazi artıklarıyla renkli devrim peşine düşüldüğü bu dönemde kimse bizlere taziye yoluyla insani bir görevin yerine getirildiği masalını anlatamaz!
Taziyeyle, ilk T, başka deyişle «Tanı(n)ma” adımı atılmıştır. Orada kalacağını zannedenler çok geçmeden gerçekle yüzleşeceklerdir. Onu izleyen «Tazminat” olacaktır. Tüpten çıkan diş macunu nasıl geriye sokulamazsa 3 T de bir kez tetiklendiğinde geri dönüş olanaksızdır. Tazminatın toprakla ödenmesi ve yıkıma zorlanan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir de toprak kaybına uğra(tıl)ması yabana atılmayacak olasılıktır.
Ermeni Soykırımı emperyalist bir yalandır! Ama, bunun kadar önemlisi bu kurguda rol kapma heveslisi işbirlikçilerin varlığıdır.
Talatpaşa Komitesi’nin AİHM düzleminde «Perinçek Davası” yoluyla elde ettiği başarı bu yalanın çöp sepetini boylamasını fazlasıyla gerektirirken; 2015’e bir kala özürcü tutumun öne çıkması akla sığacak bir davranış olamaz!
Emperyalist ablukanın yoğunlaştığı, buna koşut işbirlikçiliğin patladığı ortamda «Sahipsiz Vatan” güncel gerçektir.
Sözü Mehmet Akif’le bağlamak gerekirse :
«Sahipsiz kalan vatanın batması haktır.
Sen sahip çıkarsan batmayacaktır!”
Vatan ona sahip çıkacakların yolunu gözlüyor. Hem de onlara daha büyük ve yakıcı görevler yüklemek üzere!