Mandela’nın Mirasını Kaçırmak

Kaynak: http://rt.com/op-edge/mandela-legacy-hijacked-death-903/

Yazar: Pepe Escobar

Makalenin Özgün Başlığı: http://rt.com/op-edge/mandela-legacy-hijacked-death-903/

Çeviren: Kaan İpekdağ-Boğaziçi Çeviri Merkezi


Size hediyelerle yaklaşan yabancılara dikkat edin. Söz konusu «hediye” şu sıralar devam eden Nelson Mandela’nın çılgınlık derecesinde azizliğe yükseltilmesi. «Yabancılar” da büyük güce sahip küresel elit, o 10.000’de 1’lik kesim (medya doğal olarak bu kesimin içinde).

Bahsedilen katmanlaşmış ikiyüzlülüğe yapılan atıflardan oluşmuş bir Babil Kulesi, Birleşmiş Milletler’den İsrail’e, Fransa’dan Büyük Britanya’ya uzanan bir Babil Kulesi.

Batının Güney Afrika’daki apartheid rejiminin sponsoru ve hırslı bir savunucusu olduğu bir gerçektir. Ancak bu destek Güney Afrika kendi çelişkileri altında ezilmeye başlayana dek sürmüştür. Batı için önemli olan tek şey Güney Afrika’nın kapitalist ekonomisi, bol kaynakları ve Pretorya’da verilen «komünizmle mücadelenin rolüydü. Apartheid tâli bir sorundan ibaretti. İşte Batının bu ikiyüzlülüğü bu Babil Kulesi’nin temeline yerleştirilmelidir.

Mandela’nın bu 10.000’de 1 tarafından azizliğe yükseltilmesinin nedeni Mandela’nın kendisini 27 yıl mahkûm eden beyaz baskıcılara elini uzatmış ve «Ulusal barış” adı altında herhangi bir apartheid katilinin, Nazilerin aksine, mahkemeye çıkarılmamasını temin etmiş olmasıdır.

Duygusal atıf şelaleleri ve Mandela isminin fütursuzca reklamı arasında Mandela’nın apartheid’a karşı silahlı mücadeleyi tamamen bırakmayı reddetmesi konusunda batılı kurumsal medyada neredeyse hiçbir haber yoktur (Eğer mücadeleyi bırakmış olsaydı, 27 yıl boyunca hapsedilmezdi); Fidel Castro Küba’sına karşı olan minnettarlığı (ki Fidel Castro Angola, Nambiya ve Güney Afrika’da apartheid’a karşı savaşan insanları hep desteklemiştir) ve Filistin’deki özgürlük mücadelesine olan sürekli desteği bilinmektedir.

Özellikle genç neslin, Soğuk Savaş döneminde baskı görenlerin özgürlüğü için mücadele etmiş herhangi bir grubun gelişmekte olan ülkelerde «terörist” olarak adlandırıldığını bilmesi gerekiyor. Bu ise «terörle mücadelenin Soğuk Savaş versiyonuydu. Ancak 20. yüzyılın sonlarında aparheid’a karşı olan mücadele ahlâki bir dava olarak kabul gördü ve tabii ki de Mandela bu davanın evrensel yüzü oldu.

Bir zamanlar El-Kaide üyelerini «özgürlük savaşçıları” olarak adlandıran muhafazakâr mesih Ronald Reagan’ın sert bir şekilde apartheid karşıtı hareketlere karşı çıktığını unutmamak gerekiyor. Hatta Afrika Ulusal Kongresi (ANC) «terörist [bir] organizasyon” olarak kabul ediliyordu (hatta Washington ANC’yi «komünist olarak etiketlemişti). Aynısı o dönemlerde Cumhuriyetçi olan, ancak bir süre sonra Darth Vader’a dönüşecek Wyoming’li bir kongre üyesine de, Dick Cheney’e, uygulanmıştı. İsrail de nükleer silahlarından birini Pretorya’daki Afrikalılara vermek istedi ki muhtemelen bu silahlarla muhtelif Afrikalı grupları haritadan sileceklerdi.

1990’daki «meşhur” Birleşmiş Milletler ziyaretine özgür bir birey olarak katılan Mandela, Fidel’i, Yaser Arafat’ı ve Kaddafi’yi «silahlanmış yoldaşları” olarak övmüştü: «İnsan haklarına bağlılıklarını övme konusunda şüpheci olmamız için bir neden yok”. Washington/Wall Street bu sözlere son derece öfkeliydi.

2003’ün başında Irak’ın kaçınılmaz işgali ve daha geniş çaplı terörle mücadele hakkında Mandela’nın duruşu ise şu şekildeydi: «Eğer dünyada kanımızı donduran yıkımlara sebep olmuş bir ülke varsa, o da Amerika Birleşik Devletleri’dir”. Mandela’nın Birleşik Devletler’in teröristler listesinde 2008’e kadar kalmasına şaşırmamak gerekiyor.

Terörizmden Azizliğe

Birleşik Devletlerin kendisinin Güney’de apartheid uyguladığı 1960’ların başında «Madiba”’nın (klanının ismi), züppe bir avukatın ve otoriter bir karakter sıçramasına sahip sevgilinin kendilerini toplumu değiştirecek siyasal iradeyi temsil eden istisnai kaderi oluştururken Gandi’nin şiddet içermeyen stratejisini ne ölçüde kabul edeceklerini tahmin etmek zordu. Ancak «Invictus’un tohumları çoktan ekilmişti.

Mandela’nın ilgiyi üzerinde toplayan karmaşıklığı özünde demokratik bir sosyalist olmasında yatıyordu. Kesinlikle bir kapitalist değildi, bir pasifist de değil. Aksine Mandela şiddeti bir amacı gerçekleştirmek uğrunda kabul ediyordu. Kitaplarında ve sayısız konuşmalarında her zaman hatalarını kabul etti. Ruhu arkasından çevrilen bütün dolaplara ve bütün abartılı sözlere şimdi gülüyor olmalı.

Tartışmalı da olsa, Mandela olmasaydı Obama’nın asla Beyaz Saray’a asla oturamayacağını da söyleyebiliriz. Obama daha önce ilk siyasal faaliyetinin apartheid karşıtı bir yürüyüşe katılmak olduğunu kabul etmiştir. Ancak şunu açık hâle getirelim: Sayın Obama, sen Nelson Mandela değilsin.

Oldukça karışık bir süreci özetlemek gerekirse, apartheid’ın «ölüm sancılarında” rejim büyük yozlaşmaya, askeri harcamalara ve patlamak üzere olan bölgelerdeki zorluklara batmıştı. Fidel’in Kübalı savaşçılarının Angola ve Nambiya’da (Amerika tarafından desteklenen) Güney Amerikalıları mahvetmesini Batılı borçları ödeyememesiyle birleştirin, işte size iflasın tarifi.

Mandela gibi devrimci mücadeledeki en parlak ve iyi kişiler ya hapiste, ya sürgünde ya da (Steve Biko gibi) suikasta uğramış, ya da «ortadan kaybolmuşlardı” (Latin Amerikalı ölüm timi usûlüyle). Çoğu özgürlük mücadelesi Güney Afrika dışındaydı (Angola’da, Nambiya’da ve yakın zamanda kurtulmuş Mozambik ve Zimbabwe’de).

Tekrardan söylemekte fayda var: Küba olmasaydı (Mandela’nın da 1988’in Mart ayında hapishaneden belirttiği gibi) «kıtamızın, insanlarımızın apartheid musibetinden kurtulması” da olmayacaktı. Şimdi o 10.000’de 1’den birine bunu kabul ettirmeye çalışın.

Çöküşüne rağmen -ki bu Batı tarafından desteklenmiştir- rejim bir açılışı sezmiştir. 1962’den beri dış dünyadan soyutlanmış bir adamla neden anlaşma yapmasınlar ki? Artık 3. Dünya kurtuluş mücadeleleriyle uğraşmak zorunda kalmayacaklardı ve Afrika savaş batağına sürüklenmişti. Che Guevara’nın 1967’de Bolivya’da ölmesinden 1973 Şili darbesinde Allende’nin ölmesine kadar bir sürü muhtelif olayla her türlü sosyalist devrim yerle bir olmuştu.

Mandela’nın bütün bunlara yetişmesi, aynı zamanda Berlin Duvarı’nın çöküşünü ve üstüne Avrupalı entelektüellerin «Reel Sosyalizm” dediği şeyin sonunu da kavraması gerekiyordu. Tüm bunlardan sonra iç savaşı ve Güney Afrika’nın toptan ekonomik çöküşünü engellemeye çalışabilirdi.

Apartheid rejimi Merkez Bankası’nın kontrolünü ve Güney Afrika’nın ticaret politikasını (IMF’nin de yardımıyla) güvence altına alacak kadar kurnazdı. Mandela sadece siyasal bir başarının güvencesini sağlamıştı ki bu bile oldukça önemliydi. ANC ancak gücü ele geçirdikten sonra kandırıldığının farkına vardı. Madenleri ve bankacılık endüstrilerinin (ki bunlar Batılı sermayeye aitti) kamulaştırılmasına ve karının yerli halka dağıtılmasına ilişkin sosyalist fikri bir kenara bırakın. Batı buna izin vermeyecektir. ANC’nin kontrolü kelimenin tam anlamıyla açgözlü, üzgün bir takım insanın eline geçmiştir ve işler daha da kötüye gidecektir.

Yol Haritasını Takip Edin

John Pilger Güney Afrika’daki yeni bir yüze sahip ekonomik apartheid’a işaret etmekte son derece haklıdır.

Patrick Bond tartışmalı da olsa Mandela yıllarının ve mirasının en iyi şekilde yazmıştır.

Ronnie Kasrils Mandela’nın ve ANC’nin, olağan şüphelilerle şeytan’ın anlaşmasını nasıl yaptığını cesurca analiz etmiştir.

En nihayetinde Mandela apartheid’ı yenmiştir, ancak neoliberalizm tarafından mağlup edilmiştir. Bu da onun azizliğe kabulünün kirli sırrıdır.

Gelecek içinse Kamerunlu tarihçi ve siyaset bilimi profesörü Achille Mbembe Afrika’nın en önde gelen entelektüellerindendir. Fransa yakın zamanda yayınlanmış olan (İngilizcede henüz yayınlanmadı) «Critique of Black Reason” (Siyah Aklın Eleştirisi) kitabında Mbembe Mandela’yı övüyor ve Afrikalıların yeni tür bir liderlik icat etmeleri gerektiğini vurguluyor. Bunun kendilerini dünyada daha yüksek konuma taşımak için gerekli bir önkoşul olduğunu söylüyor. Pek insanca olan «Madiba” yol haritasını vermiştir. Afrika bir, iki, binlerce Mandelalar doğursun.

Bunları da sevebilirsiniz