Cenevre Anlaşması

İran ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi´nin 5 daimi üyesi ve Almanya´nın oluşturduğu P5+1 ülkeleri arasında gerçekleşen Cenevre müzakereleri 24 Kasım’da sabaha karşı varılan bir tarihi anlaşmayla sona erdi. Anlaşma uyarınca İran tarafı elektrik üretimi için yeterli bir olan yüzde 5 oranının üzerindeki zenginleştirme faaliyetlerini durdurmayı kabul etti. Ayrıca İran elinde bulunan ve silah yapımında kullanılmak üzere hızla dönüştürülebilecek yüzde 20 oranında zenginleştirilmiş uranyum stoğundan vazgeçmeyi ve buna ilaveten kurulu ancak henüz atıl durumda olan -ancak içinde çok daha etkin çalışan ikinci nesil tasarımların da yer aldığı- sayıları 7.700’ü bulan yeni santrifujları devreye sokmamayı, yenilerini üretmemeyi ve kurmamayı kabül etmiş bulunuyor. Anlaşmanın diğer bir önemli maddesi de Fransa´nın bugüne değin ısrarla hakkında önlem almak istediği ve özellikle de silah yapımında kullanılabilecek olan plutonyumu üretebilmeye müsait olmasıyla endişe veren Arak ağır su reaktörünün faaliyetine son verilmesi.

Cenevre Anlaşması sonucunda İran’ın bir nükleer silaha sahip olması için yeterli olacak yüksek düzeyde uranyumu elde etmesi için bir, iki aylık bir zamana ihtiyacı olacak. Bu anlaşmayı daha gerçekleşmeden önce bile karalamaya yeltenenler için kuşkusuz bu sonuç hiç de tatmin edici değil. Onlara göre anlaşmanın anlamlı olabilmesi için İran’ın nükleer alanda ilerlemesinin durdurulması değil, onun uranyum zenginleştirme yolundaki faaliyetlerinin önünün tümden kesilmesi gerekliydi. Ancak böylesi maksimalist bir yaklaşım benimsenmiş olsaydı sonuç alınabilir miydi diye sorduğumuzda buna olumlu bir yanıt vermek hiç de kolay gözükmüyor.

Thomas Schelling’in yıllar önce vurguladığı gibi bir ülkenin nükleer silahı kullanması üç ayrı durumda mümkün. Söz konusu ülkenin böyle bir silaha sahip olması bunlardan sadece bir tanesini oluşturuyor. Diğer uçta ise nükleer silahın dışardan temin edilmesi olasılığı yer alıyor. Bu iki olasılığın ortasında ise mevcut nükleer tesislerin nükleer bir silah üretecek şekilde dönüştürülmesi yer alıyor. Bunların arasındaki en önemli farkı yaratan ise zaman faktörü. Silahı olan bir kriz anında gerekirse bunu hemen kullanabilir, olmayan bunu satın alabilir, belli bir nükleer kapasiteye ulaşmış olan ise aylar sonra bunu elde edebilir. İran nükleer bir silah üretmeye yeltendiğinde harcayacağı altı ya da sekiz haftalık süre uluslararası toplumun onu caydırma veya durdurma yolunda birtakım önlemler alması ve harekete geçmesi anlamında kritik bir öneme sahip olacaktır. Zira İsrail faktörüne rağmen, Afganistan, Irak ve Suriye konusunda hiç de başarılı olmayan karnesi düşünüldüğünde ABD’nin İran’ı vurmak istediğini ya da bunu göze alabileceğini söylemek güç. Üstelik İran’ın Arak nükleer reaktörünün yapımından da bu reaktörü için yakıt üretmekten de vazgeçmesi üzerinde özenle durulması gereken bir husus. Zira reaktör harekete geçtiğinde İran’ın nükleer çalışmalarını durdurmak için bu ülkeye bir askeri saldırı ihtimali de ortadan kalkmış olacak. Sonuçta Cenevre Anlaşması tüm sınırlılıklarına rağmen İran’ın nükleer çalışmalarını yavaşlatabileceği ve her iki taraf için de diplomasi imkanlarının çok daha rahat ve etkin bir şekilde kullanılabileceği bir ortam yaratabileceği oranda başarılı sayılmalı.

Anlaşmanın ne getirip ne götürdüğüyle ilgili tartışma İran’a bu konularda taviz vermesinin nasıl sağlandığı konusunda düğümleniyor. Cenevre Anlaşmasıyla İran’a yönelik sivil havacılık, sağlık ve para transferi alanındaki yaptırımlar kısmen yumuşatılmakta ve yaklaşık olarak 8 milyar dolarlık bir para girişi sağlanmakta. İsrail’in tezi ise 6 aylık bir süreyi kapsayan ve taraflar arasında özde güven sağlamaya yönelik bu hamlenin, İran’ı köşeye sıkıştıran yaptırımları sulandıran ve anlaşma şartlarına uymasa bile ona zaman kazandıracak bir niteliğe sahip olduğu şeklinde. Aslında böyle bir ihtimal hiç bir şekilde yok denemez. Ancak anlaşmanın en önemli katkılarından biri İran’ın santrifujların üretildiği ve depolandığı tüm tesislerinin yanısıra Arak reaktörünü de Uluslarararası Atom Enerji Ajansı’nın denetimine açmayı kabül etmesi. Üstelik anlaşmanın ihlal edilmesi durumunda ABD yaptırımları tekrar devreye sokabileceği gibi bu sefer ABD’nin Güvenlik Konseyi’nde anlaşmanın imzacısı olan Çin ve Rusya’dan İran’a yönelik daha ağır yaptırımlar yolunda destek alması ihtimali de artabilir.

Anlaşma siyasi boyutta da çok ilginç tartışmayı alevlendirmiş gözüküyor. Bunların en başında da ABD’nin Suudi Arabistan ile ilişkisinin İran’la girilen bu süreçte yaşanabilecek olumlu gelişmelerden nasıl etkilenebileceği sorusu geliyor. Aslında İran’la Suudi Arabistan arasında jeopolitik bir rekabet varken ABD ile İran arasındaki husumetin kökeni ideolojik ve Taliban ve El- Kaide gibi ortak düşmanlara da sahipler. Öngörülebilir bir gelecekte enerji kaynakları açısından kendine yeter bir konuma kavuşabilecek bir ABD’nin Tahran’la yakınlaşıp Riyad’la ilişkilerini daha alt bir seviyeye çekmesi bile söz konusu olabilir. Olamayacak olan ise ABD’nin Tahran ile Riyad arasındaki yakınlaşmaya destek vermesi gibi gözüküyor. İran’ın nükleer gayretlerinin önünün kesildiği bir ortamda Suudi Arabistan’ın nükleer bir silaha sahip olmasını meşrulaştıracak bir dayanağı da ortadan kalkıyor.

Bunları da sevebilirsiniz