Ortaöğretime Geçiş’e Sistem Dayanmıyor

Liselere girişte uygulanan sınavlar değişiklik üstüne değişikliğe tabi tutuluyor. 2004 yılına kadar Lise Giriş Sınavı (LGS), 2005-2008 yılları arasında Ortaöğretim Kurumları Seçme ve Yerleştirme Sınavı (OKS), 2009-2013 yılları arasında Seviye Belirleme Sınavı (SBS) adını alan sistemin yeni adı TEOG; tam adıyla Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş sistemi. Kısaltma ve telaffuz konusunda daha uygun bir örneğin neden bulunamadığına dair merakımızı not edip sınavların kısa bir tarihçesiyle devam edelim.

2008 yılına kadar liseye geçişte yalnızca ortaokul son sınıf -o günkü adıyla ilköğretim ikinci kademe son sınıf- öğrencileri sınava giriyordu. SBS 2008’de 6. ve 7. sınıflara uygulandı. O yıl 8. sınıfların SBS’ye girmeme sebebi, son defa yapılan OKS ile öğrenci alınmasıydı. 2009 ve 2010 yıllarında SBS’ye 6., 7. ve 8. sınıf öğrencileri girdi. Kademeli olarak kaldırılan SBS’ye 2011’de 7. ve 8. sınıflar girerken 2012 ve 2013’te yalnızca 8. sınıf öğrencileri katıldı ve nihayet geçen yıl bu sınavın son defa uygulandığı duyuruldu.

Aslında temel bir tartışmayla başlamakta yarar var. Biz neden her uygulamaya «sistem” adı veriyoruz? Karar alıcıların eğitimdeki her adımı veya parametreyi neden sistem olarak görme eğilimi var? Sistemimiz o kadar çok ki. Sınav sistemi, ortaöğretime geçiş sistemi, seçmeli ders sistemi, vb. Eğitimde gerçekten bu kadar çok «sistem” var mı? Yoksa her bileşeni veya unsuru sistemin kendisi mi zannediyoruz? İnancımız o ki, karar vericiler her kararlarının çok önemli olduğunu, büyük bir fotoğrafla karşı karşıya olunduğunu, daima büyük işlerle iştigal ettiklerini düşündükleri veya toplumu inandırmak istedikleri için sürekli sistemle uğraşıyor mesajı vermeye çalışıyorlar. Bu uğraş bir noktada pek çok kişiye «bizde sistem neden sürekli değişiyor?” sorusunu sorduruyor. Bu nedenle sistemin bir öğesi değişince kendisinin değiştiği algısı oluşuyor.

Bu tespitten sonra ilk savımızı dile getirelim: Türkiye’de sık sık değişen, ortaöğretime geçiş sistemi değil, liseye geçişte uygulanan sınavlarda yapılan teknik düzenlemelerdir. Fazla önemli olmayan ince ayarlar bütün sistem değişiyormuş gibi sunulmakta ve akıllar karışmaktadır. Örneğin LGS, OKS ve 2012 ile 2013’te sadece 8. sınıf öğrencilerine yönelik yapılan SBS’ler birbirine çok yakın sınav uygulamalarıdır. Bu sınavlarda bugün ortaokul 8. sınıf olarak adlandırdığımız gruptaki öğrenciler tek bir sınava alınmış, ham puanlara okul başarı puanları da katılarak liseye geçiş puanları hesaplanmış, ancak temel olarak büyük değişiklikler yapılmamıştır. Buna soru adetleri, kapsamları ve sınav süreleri de dâhildir. Hatta puan türlerinde isim değişikliğine bile gidilmemiş; sözgelimi hem LGS, hem OKS’de fen liselerini tercihte kullanılan puan türü fen puanı, diğer liseleri tercihte kullanılan puan türü toplam standart ağırlıklı puan olarak isimlendirilmiştir. Millî Eğitim bürokrasisi, sıklıkla değişen bakanlara ciddi derecede mesai harcanarak oluşturulmuş büyük değişiklikler yapıldığı mesajı vermiş; öncelikle bakanlar, sonra da eğitim kamuoyu buna ikna olmuştur.

İkinci önermemiz, sınava odaklı sistemler çok eleştiriliyor gibi görünmesine karşın, Millî Eğitim’in en üstündeki kişiden aile ve öğrencilere kadar neredeyse eğitimin hiç bir aktörünün sınavsızlığı düşünememesidir. Sınav sonuçlarıyla öğrenci alan okul sayısının artırılması sınava giren öğrenci sayılarını da yükseltmekte ve bir noktadan sonra test anlayışı bağımlılık yapmaktadır. Farklı bir boyutta da olsa sınav uygulamasının eğitim anlayışını ne hâle getirdiği, ABD’de 2001 yılında Rod Paige’in eğitim bakanlığı döneminde çıkarılan ve kısaca «No Child Left Behind” Yasası olarak bilinen kanunun yansımalarına göz atılarak anlaşılabilir. Asgari düzeyde sınav yapılan, özellikle merkezi düzeyde sınavların yok denecek kadar az olduğu Amerikan ilk ve ortaöğretim modelinde, bu yasadan önce ve sonra eğitimin hangi yönleriyle ele alındığına bakılmasında yarar görüyoruz.

Türkiye’de liseye geçiş sınav sonuçlarının açıklandığı basın toplantıları göz önüne getirildiğinde test bağımlılığının ve sınavseverliğin hangi noktalara geldiği daha iyi anlaşılacaktır. Millî Eğitim bakanının kalabalık bir kurmay heyetiyle medyanın karşısına çıkması, hangi puan türünde hangi öğrencilerin dereceye girdiğini açıklamasına varan detaylara dek pek çok konuya girmesi, televizyon kanallarının yayın akışını kesip bu toplantıyı canlı olarak vermesi, ülke genelinde dereceye giren öğrencilerin ve ailelerinin haberlerdeki baş karakterlere dönüştürülmesi eğitime ait normal refleksler değildir.

Eğitim literatüründe de yer bulan U teorisinde, okul ve yaş duraklarının bu harfin güzergâhını izleyerek sol üstten önce aşağıya ve sonra tekrar sağ üste doğru hareket ettiğini görüyoruz. Eğitime harcanan bedellerle alınan sonuçlara dikkat çeken bu teoride en büyük verimliliğin okul öncesi eğitim ve ilköğretimde, daha sonra ise yükseköğretim basamaklarında (lisans, yüksek lisans, doktora) görüldüğü iddia ediliyor. Buna göre harfin alt çukurunda kalan ortaöğretim çağları bu verimliliğin en düşük olduğu dönem olarak hafızalarda yer ediyor. İhtimal ki bunun bir yansıması ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın Binyıl Kalkınma Hedefleri arasında yer alan «herkes için evrensel ilköğretimi sağlamak” çabasının da sonucu olarak Türkiye’nin uzun yıllardır eğitim radarında yer alan iki konu ilköğretimde okullaşma ve yükseköğretime geçiş oldu. Bunun sonucunda -siyasi bir meseleye dönüşen katsayı ve imam hatip liseleri konuları bir kenara bırakılacak olursa- ortaöğretim, eğitim politikalarının şekillenmesinde öncelik listesinin üstünde fazla yer bulamadı.

Bugün adına Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş sistemi denilen ve aslında büyük bir sistemin ara basamağındaki sınav uygulaması olarak görülmesi gereken TEOG, ortaöğretimde yılların ihmal edilmişliğine karşı keşfedilmiş yeni bir pansuman olup yakın bir gelecekte yeniden makyajlanacak olması ihtimal dâhilindedir. Aynen üç yıla yayılan SBS uygulamasının henüz ilk günlerinde çok yakın bir gelecekte değişikliğe uğrayacağını iddia ettiğimiz (ve üzülerek gerçekleştiğini gördüğümüz) üzere bugün TEOG’un da revize edileceğini düşünüyoruz. Kısa ve öz gerekçemiz, yeni uygulamanın ortaöğretimin temel problemlerini çözmeyi hedeflemeyen, sınav uygulamasının kıyafet değiştirmiş hâli olmasıdır.

Türkiye Özel Okullar Birliği’nin 2008 yılında düzenlediği ve bakanlık bürokrasisinin üst düzeyde katılım gösterdiği «Yeni Ortaöğretime Geçiş Sistemi ve Özel Okullar” başlıklı sempozyumda verdiğimiz konferansta dikkat çektiğimiz bazı hususlara burada yer vermekte yarar görüyoruz. Anadolu liseleri, 1950’li yılların ortalarında Türk Millî Eğitim sistemine dâhil edilen yenilikçi bir anlayışın sonucuydu. Bu okullarda uzun yıllar boyunca çok sayıda nitelikli beyin yetişmiş; bu kişiler devlet yaşamından iş hayatına, medyadan akademik dünyaya çeşitli alanlarda ülkeye ve insanlığa hizmet eden insanlar mezun etmiştir. Bu durum 1980’li yılların ortasına kadar devam etmiş; o yıllardan başlamak üzere bu okulların kısıtlı kontenjan sayısının, artan nüfusun nitelikli eğitim taleplerine karşılık verememesi nedeniyle yapısal hemen hemen hiçbir değişiklik yapılmadan sayılarının artırılması yönüne gidilmiştir.

Ortaöğretimdeki niteliği artırmakta zorlanan Millî Eğitim Bakanlığı, isim değiştirmekten başka bir şey yapmadan açtığı anadolu liseleriyle ilk ve en büyük yanlışı yapmış, bunu otuz yıldan bu yana ısrarla sürdürmüş ve kurduğu sağlıklı bir sisteme kendi elleriyle son vermiştir. Az sayıdaki kaliteli okulun varlığı kimi çevrelerde sadece seçkin bir zümrenin bu okullara gidebildiği yanılsamasını ortaya çıkarmış, nüfusun kalan kısmının da kaliteyi hak ettiği görüşünden hareketle yavaş yavaş sıradan okullar anadolu lisesi adını almaya başlamıştır. Böylece «vasat”ı seven toplumsal anlayışımız bir kez daha baskın çıkmış, niteliği artıramadığımız gibi kaliteli ancak az sayıdaki okul da vasatlaşmıştır. Yeni açılan üniversitelere az sayıdaki iyi üniversitenin adını vererek yükseköğretimde kaliteyi artırabileceğimiz iddiası ne kadar dayanaksızsa bu yol ortaöğretimde izlenmiştir. Özetle temel sorun anadolu veya fen lisesi meselesi değil, adı ne olursa olsun kaliteli okullar oluşturamamak ve ortaöğretime nitelik kazandıramamaktır.

Beş yıl önceki konuşmamızda, okul adında ‘anadolu’ veya ‘fen’ kelimesi yoksa gidilmez anlayışının eğitimi sakatladığını ve tüm öğrencileri sınava yönelttiğini dile getirirken bakanlık verilerine göre ülke genelinde 835 anadolu lisesi, 82 fen lisesi ve 179 anadolu öğretmen lisesi olduğuna dikkat çekmiştik. Bunun durma noktasının neresi olduğunu sormuş ve tüm okullara anadolu lisesi diyerek son noktayı koyacağımız bir yere doğru gittiğimizi dile getirmiştik. Ne yazık ki Türk ortaöğretimi sadece beş yıl sonra bu noktaya gelmiş; geride kalan öğretim yılında anadolu lisesi sayısı 1.627’ye, fen lisesi sayısı 144’e, sistemin yeni ürünü olan sosyal bilimler lisesi sayısı 32’ye ve anadolu öğretmen lisesi sayısı da 299’a ulaşmıştır. Bu sayılara özel fen ve anadolu liseleri dâhil olmayıp bu okulların da hemen hemen tümüne sınavla girilebilmektedir. Kısaca artık ülkedeki bütün öğrenciler sınava girmek durumundadır. Nitekim yapılacak sınav sonunda öğrencilerin derslerinden alacakları bir yazılı notu da belirlenmiş olacağı için TEOG sistemi uyarınca sınav başvurusu bile kaldırılmış ve sınav böylece otomatiğe bağlanmıştır. Yazımızın girişinde ortaöğretime geçişin sınavsız düşünülememesini ortaya koyarken ne demek istediğimiz böylece daha iyi anlaşılacaktır. Bir soru üzerinde herkesin düşünmesinde yarar var: Okulların büyük bir kısmına sınavla öğrenci almaya daha ne kadar devam edeceğiz?

Dile getirdiğimiz diğer husus okullara yerleştirmede kullanılan metoda yöneliktir; ancak bunun ortaöğretime geçiş sisteminin kendisine değil sınavın türevine, kısaca sınavla üretilmiş sürece yönelik bir önerme olduğunun altını çizmek gerekir. Liselere yerleştirmede yapılan en büyük yanlış, öğrencilere aynı anda pek çok okula kayıt yapma hakkının tanınmasıdır. Bakanlık, ilginç bir şekilde «karmaşık olan iyidir” anlayışındadır. Yükseköğretime geçişte 40 yıla yakın bir süreden bu yana uygulanan, «öğrencinin ancak yerleştiği üniversite ve bölüme gidebileceği” yöntemi işe yarar bir şekilde ortadayken liseye geçişte okullar açılana kadar ve hatta açıldıktan sonra neden yerleştirme yapıldığı ve bir öğrencinin beş-altı okula birden aynı anda kayıt yapabilmesine nasıl izin verildiği soruları yıllardan bu yana yanıtsızdır. Bir üniversitenin ilgili bölümünü kazanmış gözüken öğrencilerin kaç tanesinin gerçekten o bölüme geleceğinin üniversitelerin açıldığı hafta bile bilinememesinin nasıl bir görüntü olacağını herkesin düşünmesinde yarar var; çünkü liselere geçişte şu anda var olan uygulama tam da budur. Bir okula kayıt yapan öğrenci, eskiden olduğu gibi diploma da getirmediğinden aynı anda pek çok yere kayıt yapabilmektedir. Bu nedenle resmî fen ve anadolu liselerinin kontenjanları daima boş kalırken özel okullar da hangi öğrencinin gerçekten kendilerine gelip gelmeyeceğini bilmemekte, kontenjanlarını ayarlayamamakta, öğretmen ve şube sayısı ile yıllık öğretim programlarını düzenlemekte zorluk çekmektedir.

Basit bir yöntemle, ÖSYM’nin neredeyse hatasız işleyen öğrenci yerleştirme metoduyla bu sorunun çözülebileceğini uzun zamandır dile getiriyoruz. Buna göre bir öğrenci sadece sınav sonrasında yerleştiği okula kayıt yaptırabilmeli ve bir okula yerleşen öğrenciye sınavla gidilebilen başka bir okula kayıt hakkı verilmemelidir. ÖSYM’nin bu konuda uyguladığı yaptırım -haklı olarak- o kadar keskindir ki, yerleştiği üniversiteye gitmeyen öğrenciye o yıl başka bir bölüme yerleşme hakkı verilmediği gibi takip eden yıl da katsayısı düşmektedir. Bu ikili müeyyide sayesinde üniversite kayıtlarında hiçbir karışıklık meydana gelmemektedir. Bunu liseye geçiş için düşündüğümüzde öğrenci sınavla yerleştiği okula kayıt yapmadığı takdirde kendisine sadece meslek liselerine veya açık liseye devam etme hakkı tanınabilir. Böylece resmî fen veya anadolu liselerinde dolmayan kontenjan probleminin hemen hemen sıfırlanacağını, özel okulları kazanan öğrencilerin de o kurumlara devamının sağlanacağını öngörüyoruz. Özel ve resmî okulları aynı yerleştirme sisteminde ele alan bu tavsiyenin çok özgün olduğunu da sanmıyoruz; çünkü ücretli vakıf üniversiteleriyle devlet üniversiteleri yıllardır birleştirilmiş bir yerleştirme işlemiyle öğrenci almaktadır.

Yıllardan bu yana liseye geçişte uygulanan sınavların sonundaki S harfinin (LGS, OKS, SBS) değişmesinden başka bir iş yapılmadığını söylerken ve «SBS gider, sonu S ile biten başka bir sınav gelir” derken tam da bugünlerde olanları kastediyorduk. Ancak teslim edelim ki, içinde sınav değil üstelik sınavlar bulunan bir uygulamayı bakanlığın bu kez S’siz bir şekilde ve TEOG adıyla takdim ederek daha profesyonel bir iletişim yöntemi uygulayacağını hesaba katmamıştık. Bugün tüm genel liseler artık anadolu lisesine dönüştürülmüş olup, pek çoğu sıradan olan bu okulların tamamına sınavla girilebilmektedir. Bakanlığın tezine göre parçadan bütüne gitmek, başka deyişle kaliteli olan az sayıdaki okuldan bütünsel kaliteye ulaşmak mümkün olmayınca tüm okulları -eskiden- başarılı olanların adıyla çağırmak kaliteyi getirecektir. Bu maya otuz yıldır tutmamıştır. Bundan sonra da tutmayacaktır.

Bunları da sevebilirsiniz