Türkiye, NATO ve Savaşa Giden Yol

Kaynak: stopimperialism.com -Yazar: Eric Draister
Yazının Özgün Başlığı: Choosing Hegemony: Turkey, NATO and the Path to War
Son bir buçuk sene içerisinde Suriye’deki istikrarsızlaşmanın artmasıyla birlikte Türkiye’nin Ortadoğu coğrafyasına uygun bir politika izlemediği gün yüzüne çıktı. Siyasi otoritelerin gözlemleri bu yönde. Son yıllarda Ankara, kendisini ekonomik ve siyasi anlamda değişen ve gelişen bir hükümet olarak görürken, aynı zamanda NATO’nun düşmanlarının üstüne saldığı bir kukla olma görevini üstlendi. Yani Türk hükümeti, Batı emperyalistlerinin önemli bir silahı haline geldi. Türkiye’nin Suriye’deki teröristlere mali yardımlarda bulunması ve onlara yataklık etmesi gibi eylemleri ağır bir dille eleştirmeliyiz. Ancak bunun yanında önemli olan bir diğer şey ise Türkiye’nin jeopolitik ve ekonomik anlamda problemler yaşama riski taşıyor olması. Bizler gibi; emperyalist devletlerin diğer devletlerin işlerine burnunu sokmasını, istikrarsızlaştırmasını kabul etmeyen ve Batı boyunduruğuna ve onun kukla devletlerine karşı çıkan herkesin Türkiye’yi tekrar barış ve ilerleme rotasına girmeye zorlaması gerekiyor.
Türkiye’nin Suriye’deki Rolü
Suriye’ye emperyalist saldırı sürecini takip eden herkes biliyor ki Türkiye bu süreçte pusuya yatmış bir avcı gibi davranmıştır. Ankara, Esad rejimini bir şeytan gibi göstermiş, rejimi «Suriye halkının isteklerine karşı çıkıyor” ve «kendi halkını öldürüyor” ifadeleriyle suçlamıştır. Halbuki gerçekte Türkiye; Suudi Arabistan, Katar ve Lübnan’daki işbirlikçileriyle istikrarsızlaştırma ve şiddet yanlısı olma konusunda Esad rejiminin yapabileceğinden çok daha fazlasını yapmıştır. Öncelikle, hükümetin kendi topraklarında uluslararası teröristlere aleni bir şekilde yardım ve yataklık yaptığını görmeliyiz. Reuters ve diğer kaynakların haberlerine göre; Türkiye, Adana’daki Amerika ve NATO’nun İncirlik üssü yakınlarında terörizme hizmet eden bir üsse ev sahipliği yapıyor. Teröristlerin bir çoğu bu üs (ve tabii ki diğer üsler) üzerinden Suriye’ye gönderiliyor. Dahası, ülkeyi karıştıran bu teröristlerin birçoğu Suriyeli bile değil. Türkiye’deki üste görevlendirilen bu teröristlerin çoğunluğu Libya, Çeçenistan, Katar veya başka ülkelerin vatandaşları. Suriye’yi istikrarsızlaştırma planlarının Suudi Arabistan ve Katar’ın emriyle, Türk ordusu ve istihbaratının kontrolünde işletildiği apaçık ortada. Dolayısıyla Türkiye’nin komşusuna saldırıda ön cephede yer aldığını, NATO’ya gönülden bağlı olduğunu ve Suriye halkına karşı işlenen sayısız dehşet verici savaş suçunun ortağı olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Ankara’nın, savaşı kışkırtma planında oynadığı tek rol teröristlere yardım ve yataklık etmek değil. «Ne Pahasına Olursa Olsun Savaş: Suriye’ye Saldırmak İçin Bir Bahane Daha” başlıklı makalemde Erdoğan hükümetinin bir Türk jetinin düşürülmesini Suriye’ye saldırıyı meşrulaştırmak için kullandığını saptamıştım. Devamındaki haftalarda dikkatle yürütülen soruşturmanın ardından, Türk jetinin Suriye hava sahasını ihlal ettiği ve Suriye ordusunun uluslararası hukuk kuralları dahilinde bir cevap verdiği ortaya çıktı. Ancak Erdoğan, Davutoğlu ve diğerlerinin takındığı söylem bu soruşturmalardan daha anlamlıydı. Bu olayların arkasında Erdoğan, Suriye’yi askeri müdahaleyle tehdit etti. Bu durum Türkiye’nin Suriye’ye herhangi bir müdahale yapmak için Türk jetinin düşürülmesi bahanesinin öne sürüleceğini gösterdi. Türk jetinin düşürülmesi oyunu; Erdoğan ve tayfasının, NATO’nun Esad’a karşı savaşa süreceği bir kukla olma arzusunu da ortaya koymuştu. Suriye’nin istikrarsızlaştırma kampanyasındaki bir diğer öge ise bazı yabancı «diplomatik” kuruluşlar. Bunların önde gelenlerinden bir tanesi ise muhalefetin sesi olduğunu öne süren Suriye Ulusal Konseyi. Gerçekte ise Amerika ve NATO’nun sesi olarak görev yapıyor. Konsey, vakıf fonlarıyla beslenen Batı kuklaları tarafından yönetiliyor. Bu kuklalardan biri olan Besma Kodmani; Suriye’de rejim değişikliği olması gerektiğini vurgularken, çeşitli terör gruplarını ve Özgür Suriye Ordusu adıyla anılan ölüm mangalarını savunuyor. Türk hükümeti Suriye Ulusal Konseyi’ne ev sahipliği yapmasının yanında, Konsey’e mali ve diplomatik destek de veriyor. Ancak Konsey Amerika-NATO cephesinden verilen muhalif kuvvetleri birleştirme görevini yerine getiremedi. Üstüne üstlük uluslararası kamuoyu tarafından eleştiri yağmuruna tutuldu, adeta bir «eleştiri paratoneri” oldu. Geçtiğimiz aylarda Suriye Ulusal Konseyi’nin aslında birkaç örgütten oluştuğu da ortaya çıktı. Bunlardan biri de Suriye-Türkiye sınırından CIA’yla birlikte silah kaçıran Müslüman Kardeşler örgütüydü. Ayrıca Suriye Ulusal Konseyi ve onlara ev sahipliği yapan Türk hükümeti, hayatlarından memnun olmayan Kürtleri kullanarak bir kaos yaratmaya çalıştılar. Kürtler Suriye Ulusal Konseyi’ni ve Suriye Devleti’nin bölünmesini Kürt bağımsızlığı için bir basamak olarak görüyorlardı. Tüm bunların yanında Suriye Ulusal Konseyi ve -onun kadar olmasa da- Özgür Suriye Ordusu, Türk hükümetinin mali ve diplomatik desteği olmadan var olamazlardı.
Türk hükümetinin «Suriye halkına destek” adına yaptığı şeyler uluslararası terör örgütlerine destek halini almıştı. El Kaide’nin Suriye sınırına yakın Türk topraklarında işlerini yürüttüğü, Türkiye’yi barınak ve Suriye’ye yönelik baskınlarında askeri yönetim merkezi olarak kullandığı herkes tarafından biliniyor. Tony Cartalucci’nin de ifade ettiği gibi bu yeni bir şey değil. Cartalucci, bu konuda New Yorker dergisinde «Yönlendirme” başlığıyla yayınlanan, Seymour Hersh imzalı makaledeki şu satırlara dikkat çekiyor:
«Çoğunluğu Şii olan İran’ın kuyusunu kazmak için Bush yönetimi, Ortadoğu’daki önceliklerini yeniden şekillendirmeye karar verdi. Bush yönetimi Lübnan’da İran tarafından desteklenen Şii Hizbullah’ı zayıflatma amaçlı yapılan gizli operasyonları Sünni Suudi Arabistan hükümetiyle birlikte gerçekleştiriyor. Amerika’nın İran’a ve müttefiki Suriye’ye karşı yapılan operasyonlarda da parmağı var. Amerika’nın bu yaptıkları sonucunda; militan İslamcı, Amerikan karşıtı ve El-Kaide yanlısı olan aşırı uç Sünni gruplar daha da cesaretlendi.”
ABD ve bölgedeki kuklaları, El-Kaide’yi örgütleyip, düşmanlarının üstüne salarak bir suç ortaklığına imza atıyorlar. Esad rejiminin savaşın başından beri ifade ettiği gibi; Türkiye, bölgeyi istikrarsızlaştırma oyunlarında topraklarının oyuna ev sahipliği yapmasına izin verdi. El-Kaide’nin yanında Müslüman Kardeşler ve diğer terör örgütleri Suriye devletini yıkmak için Türkiye topraklarında silahlandılar. Yapmak istenen Esad’ı devirip yerine Amerika’nın yeni Arap Dünyası tasarısına göbeğinden bağlı bir hükümet kurmaktı. ABD’nın bu tasarısı gerçekleşseydi Arap Dünyası bir yarım yüzyıl daha Batı emperyalizmine köle olacaktı. Ancak olaylar bu tasarının tam tersi şekilde gelişti. Suriye yıkılmadı, rejim ayakta kaldı. Şam’ın terörizme karşı etkin mücadelesi ve ülkenin kontrolünü eline alması sonucunda teröristler ve onları koruyan Ankara, Riyad ve Washington «geri vites”e atmak zorunda kaldı.
Jeopolitik Meseleler ve Yıkıcı Faaliyetlerin Arkasındaki Mantık
Suriye’nin istikrarsızlaştırılması için düğmeye basıldığından beri, siyasi analistler Türkiye’nin sınırlarında yaşanacak bu karışıklığı tetiklemekten ne kazanacağını hep merak ettiler. Bu kafa kurcalayıcı sorunun üzerinde düşünenler, Türkiye’nin neden böyle yaptığına cevap aramaktan çok daha fazlasını; bu politikaların altında yatan zihniyeti anlamaya başladılar. Uzun yıllar Türkiye «komşularla sıfır sorun” politikasını güttü. İsrail’den İran ve Suriye’ye kadar bölgedeki bütün siyasi aktörlerle iyi geçinmeyi tercih etti. Ancak New York Times’ın da dikkat çektiği gibi, bu strateji son yıllarda değişti. Bu değişime Erdoğan ve şimdiki Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu önderlik ediyor. Bu iki isim, Türkiye’yi NATO’nun infazcısı; emperyalizmin pis işlerini, diplomatik ve terör saldırılarını ve sayısız yıkıcı faaliyetlerini yerine getiren bir ülke haline getirdiler. Böyle yaparak Ankara hükümeti, NATO’nun sinsice uygulamaya koyduğu dünyaya egemen ve hakim olma amacını onayladığını göstermiş oluyor.
Öyle görünüyor ki Türk hükümeti kibirine veya güce olan şehvetine yenik düştü. Erdoğan, Davutoğlu ve diğerleri Türkiye’yi komşularına ekonomik, siyasi ve askeri alanlarda hükmeden bölgesel bir egemen güç haline getirmeyi deneme yolunu seçtiler. Ancak Türkiye’nin kırılgan yapıya sahip bir devlet olduğunu, yüz yıldan daha az bir süre önce kurulduğunu ve birbirleriyle anlaşmazlık içinde olan birçok etnik gruptan oluştuğunu hesaba katmadılar. Webster Tarpley’nin de dediği gibi: «Türkiye Anglo-Amerikan seçkinlere rüşvetlerle bağlandı ve aldığı riskin ve olası getirilerinin orantısız olduğu bir duruma düştü.” Bir diğer deyişle Ankara hükümeti «şeytanla oynamaya” kalktı. Akla uygun ve mantıklı nedenlere dayanan «sıfır sorun” politikasını uygulamaktan kaçınarak, NATO ve onun Wall Street ile Londra’daki ustalarının benimsediği «sonsuz sorun” politikasını tercih etti.
Ateşle Oynamak
Türkiye, Esad rejimini -dolayısıyla Suriye Devleti’ni- yıkma girişimiyle birçok şeyi riske atıyor. İlk ve en önemlisi, komşusunun yıkılmasının siyasi sonuçları Türkiye için ağır olacak. Şüphesiz ki, Türkiye’nin toplam nüfusunun dörtte birini oluşturan Kürt azınlığı yönetmesi daha zor olacak. Türkiye’deki Kürtler Suriye’deki Kürtlerle birleşerek Türkiye içinde huzursuzluk yaratacaktır. Türkiye zaten on yıllardır Kürt bölgelerindeki ayrılıkçı hareketlerle savaşıyor. PKK yıllardır terör eylemleri gerçekleştiriyor. Suriye’nin yıkılmasıyla PKK’nin Türkiye’nin güvenliği için daha büyük bir tehdit olması kaçınılmaz. Ayrıca Suriye’nin istikrarsızlaşması tahminen Türkiye’nin de istikrarsızlaşmasına yol açacaktır.
İkinci olarak Türkiye, Rusya ve Çin ile kazançlı ve uzun süredir devam eden ekonomik ilişkilerini riske atmakta. Suriye’yle cephe cepheye gelmesinden dolayı; Türkiye’nin ekonomisi ve halkı için oldukça kazançlı olan bu ilişkiler tehlike altında. Türkiye ve Rusya arasında Türkiye’nin gelişmesini sağlayacak anlaşmalar yapılmakta. Bunlardan en önemlisi Mersin-Akkuyu Nükleer Santral anlaşması. Ankara ve Moskova yaklaşık yirmi milyar dolarlık bir anlaşmaya imza attı. Bu Rusya’nın Rusya Federasyonu sınırları dışındaki en büyük yatırımı anlamına geliyor. Dahası, bu anlaşma Türkiye’yi, 21. yüzyılda gelişmiş bir ekonomi inşa edebilmenin olmazsa olmazları olan enerji üretimi ve yüksek teknoloji alanlarında ileri götürebilir. Aynı şekilde Rusya ve Türkiye’nin ekonomi alanında geleceklerinin ortak noktalarından biri olarak görülen Güney Akım Doğalgaz Boru Hattı da tehlikede olabilir. Ayrıca Üst Düzey İşbirliği Konseyi’nin kurulması, iki ülkenin diplomatik ve siyasi önderliğinin bir araya gelmesi ve ortak çalışmasıyla Rusya ve Türkiye’nin ekonomik kaderleri birleşiyor. Bu Rusya ve Türkiye için büyük boyutlarda ekonomik ve jeopolitik atılımın başlangıcı olabilir. Ancak Türkiye’nin Suriye meselesindeki anlaşılması güç aptallığı bu ilerleme sürecine taş koyacak gibi gözüküyor.
Türkiye halen Rusya ve Çin’in başı çektiği Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) üye olma arzusunda. Avrupa’da yaşanan ekonomik kriz ve Avrupa Birliği’nin üzerinde dolaşan kara bulutlar, Türkiye’nin Avrupa’yla bütünleşme planlarını askıya alıp, yüzünü ŞİÖ’ye çevirmesine neden oldu. Daha bu haftalarda Erdoğan AB yerine ŞİÖ’yle daha fazla bütünleşmek istediklerini ifade etti. Elbette Moskova ve Pekin, NATO’nun diğer ülkelere saldırmak üzere kullandığı bir ülkenin ŞİÖ’ye üye olmasına izin vermeyecektir, üstelik daha başka birçok sorun varken. Türkiye, BRICS ve ŞİÖ’nün temsil ettiği «gelişen dünya”yla bütünleşme fırsatını riske atıyor. Çünkü Türkiye, Amerika ve NATO’nun kendisini kandırmasına göz yumuyor.
Türkiye, eğer geçmişine bakıp ve önünü aydınlatacak birikimi görür, tekrar mantıklı olan dış politikaya sahip olur, ilerleme ve akla dönerse gelişecektir. Modern Türkiye’nin kurucusu Atatürk; «Millet hayatı tehlikeye düşmedikçe, harp bir cinayettir” demiştir. Bu sözün doğruluğu ve anlamı küçümsenmemelidir. Türkiye’nin ilerleme ve gelişmeye giden yolun zorluklarla dolu bir yol olduğunu görmesi gerekiyor. İnsanların daha iyi bir yaşama kavuşması için imparatorluk ve egemenlik kurma düşüncelerinin bozguna uğratılması, yıkılması gerekiyor. Bu durumda sadece Türkiye halkının değil, Suriyelilerin ve dünyadaki tüm halkların hayatlarını düşünmemiz gerekiyor. Suriye’de yıkım ve terörizmin devam etmesi bölge ülkelerinin ve Türkiye’nin aleyhine olacaktır. Atatürk’ün meşhur bir sözü vardır: «Yurtta sulh, cihanda sulh” Umuyorum ki, bu söz Türkiye’de unutulmamıştır.

Kaynak: stopimperialism.com -Yazar: Eric Draister

Yazının Özgün Başlığı: Choosing Hegemony: Turkey, NATO and the Path to War


Son bir buçuk sene içerisinde Suriye’deki istikrarsızlaşmanın artmasıyla birlikte Türkiye’nin Ortadoğu coğrafyasına uygun bir politika izlemediği gün yüzüne çıktı. Siyasi otoritelerin gözlemleri bu yönde. Son yıllarda Ankara, kendisini ekonomik ve siyasi anlamda değişen ve gelişen bir hükümet olarak görürken, aynı zamanda NATO’nun düşmanlarının üstüne saldığı bir kukla olma görevini üstlendi. Yani Türk hükümeti, Batı emperyalistlerinin önemli bir silahı haline geldi. Türkiye’nin Suriye’deki teröristlere mali yardımlarda bulunması ve onlara yataklık etmesi gibi eylemleri ağır bir dille eleştirmeliyiz. Ancak bunun yanında önemli olan bir diğer şey ise Türkiye’nin jeopolitik ve ekonomik anlamda problemler yaşama riski taşıyor olması. Bizler gibi; emperyalist devletlerin diğer devletlerin işlerine burnunu sokmasını, istikrarsızlaştırmasını kabul etmeyen ve Batı boyunduruğuna ve onun kukla devletlerine karşı çıkan herkesin Türkiye’yi tekrar barış ve ilerleme rotasına girmeye zorlaması gerekiyor.

Türkiye’nin Suriye’deki Rolü

Suriye’ye emperyalist saldırı sürecini takip eden herkes biliyor ki Türkiye bu süreçte pusuya yatmış bir avcı gibi davranmıştır. Ankara, Esad rejimini bir şeytan gibi göstermiş, rejimi «Suriye halkının isteklerine karşı çıkıyor” ve «kendi halkını öldürüyor” ifadeleriyle suçlamıştır. Halbuki gerçekte Türkiye; Suudi Arabistan, Katar ve Lübnan’daki işbirlikçileriyle istikrarsızlaştırma ve şiddet yanlısı olma konusunda Esad rejiminin yapabileceğinden çok daha fazlasını yapmıştır. Öncelikle, hükümetin kendi topraklarında uluslararası teröristlere aleni bir şekilde yardım ve yataklık yaptığını görmeliyiz. Reuters ve diğer kaynakların haberlerine göre; Türkiye, Adana’daki Amerika ve NATO’nun İncirlik üssü yakınlarında terörizme hizmet eden bir üsse ev sahipliği yapıyor. Teröristlerin bir çoğu bu üs (ve tabii ki diğer üsler) üzerinden Suriye’ye gönderiliyor. Dahası, ülkeyi karıştıran bu teröristlerin birçoğu Suriyeli bile değil. Türkiye’deki üste görevlendirilen bu teröristlerin çoğunluğu Libya, Çeçenistan, Katar veya başka ülkelerin vatandaşları. Suriye’yi istikrarsızlaştırma planlarının Suudi Arabistan ve Katar’ın emriyle, Türk ordusu ve istihbaratının kontrolünde işletildiği apaçık ortada. Dolayısıyla Türkiye’nin komşusuna saldırıda ön cephede yer aldığını, NATO’ya gönülden bağlı olduğunu ve Suriye halkına karşı işlenen sayısız dehşet verici savaş suçunun ortağı olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Ankara’nın, savaşı kışkırtma planında oynadığı tek rol teröristlere yardım ve yataklık etmek değil. «Ne Pahasına Olursa Olsun Savaş: Suriye’ye Saldırmak İçin Bir Bahane Daha” başlıklı makalemde Erdoğan hükümetinin bir Türk jetinin düşürülmesini Suriye’ye saldırıyı meşrulaştırmak için kullandığını saptamıştım. Devamındaki haftalarda dikkatle yürütülen soruşturmanın ardından, Türk jetinin Suriye hava sahasını ihlal ettiği ve Suriye ordusunun uluslararası hukuk kuralları dahilinde bir cevap verdiği ortaya çıktı. Ancak Erdoğan, Davutoğlu ve diğerlerinin takındığı söylem bu soruşturmalardan daha anlamlıydı. Bu olayların arkasında Erdoğan, Suriye’yi askeri müdahaleyle tehdit etti. Bu durum Türkiye’nin Suriye’ye herhangi bir müdahale yapmak için Türk jetinin düşürülmesi bahanesinin öne sürüleceğini gösterdi. Türk jetinin düşürülmesi oyunu; Erdoğan ve tayfasının, NATO’nun Esad’a karşı savaşa süreceği bir kukla olma arzusunu da ortaya koymuştu. Suriye’nin istikrarsızlaştırma kampanyasındaki bir diğer öge ise bazı yabancı «diplomatik” kuruluşlar. Bunların önde gelenlerinden bir tanesi ise muhalefetin sesi olduğunu öne süren Suriye Ulusal Konseyi. Gerçekte ise Amerika ve NATO’nun sesi olarak görev yapıyor. Konsey, vakıf fonlarıyla beslenen Batı kuklaları tarafından yönetiliyor. Bu kuklalardan biri olan Besma Kodmani; Suriye’de rejim değişikliği olması gerektiğini vurgularken, çeşitli terör gruplarını ve Özgür Suriye Ordusu adıyla anılan ölüm mangalarını savunuyor. Türk hükümeti Suriye Ulusal Konseyi’ne ev sahipliği yapmasının yanında, Konsey’e mali ve diplomatik destek de veriyor. Ancak Konsey Amerika-NATO cephesinden verilen muhalif kuvvetleri birleştirme görevini yerine getiremedi. Üstüne üstlük uluslararası kamuoyu tarafından eleştiri yağmuruna tutuldu, adeta bir «eleştiri paratoneri” oldu. Geçtiğimiz aylarda Suriye Ulusal Konseyi’nin aslında birkaç örgütten oluştuğu da ortaya çıktı. Bunlardan biri de Suriye-Türkiye sınırından CIA’yla birlikte silah kaçıran Müslüman Kardeşler örgütüydü. Ayrıca Suriye Ulusal Konseyi ve onlara ev sahipliği yapan Türk hükümeti, hayatlarından memnun olmayan Kürtleri kullanarak bir kaos yaratmaya çalıştılar. Kürtler Suriye Ulusal Konseyi’ni ve Suriye Devleti’nin bölünmesini Kürt bağımsızlığı için bir basamak olarak görüyorlardı. Tüm bunların yanında Suriye Ulusal Konseyi ve -onun kadar olmasa da- Özgür Suriye Ordusu, Türk hükümetinin mali ve diplomatik desteği olmadan var olamazlardı.

Türk hükümetinin «Suriye halkına destek” adına yaptığı şeyler uluslararası terör örgütlerine destek halini almıştı. El Kaide’nin Suriye sınırına yakın Türk topraklarında işlerini yürüttüğü, Türkiye’yi barınak ve Suriye’ye yönelik baskınlarında askeri yönetim merkezi olarak kullandığı herkes tarafından biliniyor. Tony Cartalucci’nin de ifade ettiği gibi bu yeni bir şey değil. Cartalucci, bu konuda New Yorker dergisinde «Yönlendirme” başlığıyla yayınlanan, Seymour Hersh imzalı makaledeki şu satırlara dikkat çekiyor:

«Çoğunluğu Şii olan İran’ın kuyusunu kazmak için Bush yönetimi, Ortadoğu’daki önceliklerini yeniden şekillendirmeye karar verdi. Bush yönetimi Lübnan’da İran tarafından desteklenen Şii Hizbullah’ı zayıflatma amaçlı yapılan gizli operasyonları Sünni Suudi Arabistan hükümetiyle birlikte gerçekleştiriyor. Amerika’nın İran’a ve müttefiki Suriye’ye karşı yapılan operasyonlarda da parmağı var. Amerika’nın bu yaptıkları sonucunda; militan İslamcı, Amerikan karşıtı ve El-Kaide yanlısı olan aşırı uç Sünni gruplar daha da cesaretlendi.”

ABD ve bölgedeki kuklaları, El-Kaide’yi örgütleyip, düşmanlarının üstüne salarak bir suç ortaklığına imza atıyorlar. Esad rejiminin savaşın başından beri ifade ettiği gibi; Türkiye, bölgeyi istikrarsızlaştırma oyunlarında topraklarının oyuna ev sahipliği yapmasına izin verdi. El-Kaide’nin yanında Müslüman Kardeşler ve diğer terör örgütleri Suriye devletini yıkmak için Türkiye topraklarında silahlandılar. Yapmak istenen Esad’ı devirip yerine Amerika’nın yeni Arap Dünyası tasarısına göbeğinden bağlı bir hükümet kurmaktı. ABD’nın bu tasarısı gerçekleşseydi Arap Dünyası bir yarım yüzyıl daha Batı emperyalizmine köle olacaktı. Ancak olaylar bu tasarının tam tersi şekilde gelişti. Suriye yıkılmadı, rejim ayakta kaldı. Şam’ın terörizme karşı etkin mücadelesi ve ülkenin kontrolünü eline alması sonucunda teröristler ve onları koruyan Ankara, Riyad ve Washington «geri vites”e atmak zorunda kaldı.

Jeopolitik Meseleler ve Yıkıcı Faaliyetlerin Arkasındaki Mantık

Suriye’nin istikrarsızlaştırılması için düğmeye basıldığından beri, siyasi analistler Türkiye’nin sınırlarında yaşanacak bu karışıklığı tetiklemekten ne kazanacağını hep merak ettiler. Bu kafa kurcalayıcı sorunun üzerinde düşünenler, Türkiye’nin neden böyle yaptığına cevap aramaktan çok daha fazlasını; bu politikaların altında yatan zihniyeti anlamaya başladılar. Uzun yıllar Türkiye «komşularla sıfır sorun” politikasını güttü. İsrail’den İran ve Suriye’ye kadar bölgedeki bütün siyasi aktörlerle iyi geçinmeyi tercih etti. Ancak New York Times’ın da dikkat çektiği gibi, bu strateji son yıllarda değişti. Bu değişime Erdoğan ve şimdiki Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu önderlik ediyor. Bu iki isim, Türkiye’yi NATO’nun infazcısı; emperyalizmin pis işlerini, diplomatik ve terör saldırılarını ve sayısız yıkıcı faaliyetlerini yerine getiren bir ülke haline getirdiler. Böyle yaparak Ankara hükümeti, NATO’nun sinsice uygulamaya koyduğu dünyaya egemen ve hakim olma amacını onayladığını göstermiş oluyor.

Öyle görünüyor ki Türk hükümeti kibirine veya güce olan şehvetine yenik düştü. Erdoğan, Davutoğlu ve diğerleri Türkiye’yi komşularına ekonomik, siyasi ve askeri alanlarda hükmeden bölgesel bir egemen güç haline getirmeyi deneme yolunu seçtiler. Ancak Türkiye’nin kırılgan yapıya sahip bir devlet olduğunu, yüz yıldan daha az bir süre önce kurulduğunu ve birbirleriyle anlaşmazlık içinde olan birçok etnik gruptan oluştuğunu hesaba katmadılar. Webster Tarpley’nin de dediği gibi: «Türkiye Anglo-Amerikan seçkinlere rüşvetlerle bağlandı ve aldığı riskin ve olası getirilerinin orantısız olduğu bir duruma düştü.” Bir diğer deyişle Ankara hükümeti «şeytanla oynamaya” kalktı. Akla uygun ve mantıklı nedenlere dayanan «sıfır sorun” politikasını uygulamaktan kaçınarak, NATO ve onun Wall Street ile Londra’daki ustalarının benimsediği «sonsuz sorun” politikasını tercih etti.

Ateşle Oynamak

Türkiye, Esad rejimini -dolayısıyla Suriye Devleti’ni- yıkma girişimiyle birçok şeyi riske atıyor. İlk ve en önemlisi, komşusunun yıkılmasının siyasi sonuçları Türkiye için ağır olacak. Şüphesiz ki, Türkiye’nin toplam nüfusunun dörtte birini oluşturan Kürt azınlığı yönetmesi daha zor olacak. Türkiye’deki Kürtler Suriye’deki Kürtlerle birleşerek Türkiye içinde huzursuzluk yaratacaktır. Türkiye zaten on yıllardır Kürt bölgelerindeki ayrılıkçı hareketlerle savaşıyor. PKK yıllardır terör eylemleri gerçekleştiriyor. Suriye’nin yıkılmasıyla PKK’nin Türkiye’nin güvenliği için daha büyük bir tehdit olması kaçınılmaz. Ayrıca Suriye’nin istikrarsızlaşması tahminen Türkiye’nin de istikrarsızlaşmasına yol açacaktır.

İkinci olarak Türkiye, Rusya ve Çin ile kazançlı ve uzun süredir devam eden ekonomik ilişkilerini riske atmakta. Suriye’yle cephe cepheye gelmesinden dolayı; Türkiye’nin ekonomisi ve halkı için oldukça kazançlı olan bu ilişkiler tehlike altında. Türkiye ve Rusya arasında Türkiye’nin gelişmesini sağlayacak anlaşmalar yapılmakta. Bunlardan en önemlisi Mersin-Akkuyu Nükleer Santral anlaşması. Ankara ve Moskova yaklaşık yirmi milyar dolarlık bir anlaşmaya imza attı. Bu Rusya’nın Rusya Federasyonu sınırları dışındaki en büyük yatırımı anlamına geliyor. Dahası, bu anlaşma Türkiye’yi, 21. yüzyılda gelişmiş bir ekonomi inşa edebilmenin olmazsa olmazları olan enerji üretimi ve yüksek teknoloji alanlarında ileri götürebilir. Aynı şekilde Rusya ve Türkiye’nin ekonomi alanında geleceklerinin ortak noktalarından biri olarak görülen Güney Akım Doğalgaz Boru Hattı da tehlikede olabilir. Ayrıca Üst Düzey İşbirliği Konseyi’nin kurulması, iki ülkenin diplomatik ve siyasi önderliğinin bir araya gelmesi ve ortak çalışmasıyla Rusya ve Türkiye’nin ekonomik kaderleri birleşiyor. Bu Rusya ve Türkiye için büyük boyutlarda ekonomik ve jeopolitik atılımın başlangıcı olabilir. Ancak Türkiye’nin Suriye meselesindeki anlaşılması güç aptallığı bu ilerleme sürecine taş koyacak gibi gözüküyor.

Türkiye halen Rusya ve Çin’in başı çektiği Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) üye olma arzusunda. Avrupa’da yaşanan ekonomik kriz ve Avrupa Birliği’nin üzerinde dolaşan kara bulutlar, Türkiye’nin Avrupa’yla bütünleşme planlarını askıya alıp, yüzünü ŞİÖ’ye çevirmesine neden oldu. Daha bu haftalarda Erdoğan AB yerine ŞİÖ’yle daha fazla bütünleşmek istediklerini ifade etti. Elbette Moskova ve Pekin, NATO’nun diğer ülkelere saldırmak üzere kullandığı bir ülkenin ŞİÖ’ye üye olmasına izin vermeyecektir, üstelik daha başka birçok sorun varken. Türkiye, BRICS ve ŞİÖ’nün temsil ettiği «gelişen dünya”yla bütünleşme fırsatını riske atıyor. Çünkü Türkiye, Amerika ve NATO’nun kendisini kandırmasına göz yumuyor.

Türkiye, eğer geçmişine bakıp ve önünü aydınlatacak birikimi görür, tekrar mantıklı olan dış politikaya sahip olur, ilerleme ve akla dönerse gelişecektir. Modern Türkiye’nin kurucusu Atatürk; «Millet hayatı tehlikeye düşmedikçe, harp bir cinayettir” demiştir. Bu sözün doğruluğu ve anlamı küçümsenmemelidir. Türkiye’nin ilerleme ve gelişmeye giden yolun zorluklarla dolu bir yol olduğunu görmesi gerekiyor. İnsanların daha iyi bir yaşama kavuşması için imparatorluk ve egemenlik kurma düşüncelerinin bozguna uğratılması, yıkılması gerekiyor. Bu durumda sadece Türkiye halkının değil, Suriyelilerin ve dünyadaki tüm halkların hayatlarını düşünmemiz gerekiyor. Suriye’de yıkım ve terörizmin devam etmesi bölge ülkelerinin ve Türkiye’nin aleyhine olacaktır. Atatürk’ün meşhur bir sözü vardır: «Yurtta sulh, cihanda sulh” Umuyorum ki, bu söz Türkiye’de unutulmamıştır.

Bunları da sevebilirsiniz