Savaşların nedenleri konusunda yapılan araştırmalarda iç siyasal nedenlerin ağırlıklı bir konuma sahip olduğu dikkat çekiyor. Bu alanda elde edilen veriler özellikle de daha önce sahip olduğu oy kitlesinin erozyona uğradığını düşünen iktidarların kamuoylarını yeniden peşlerinden sürükleme bir diğer deyişle de aynı bayrak altında toplama gayretlerinin öngörülemeyen sonuçları üzerinde yoğunlaşıyor. Aslında savaşın bu denli iç siyasetin bir unsuru, bir aracı haline gelebilmesi için de bazı koşulların zaten önceden varolması gerekiyor. Komşu ülkeler söz konusu olduğunda birbirine yönelik hasmane algıları besleyen teritoryal sorunlar, bu talepleri besleyen karşıt milliyetçi kimlikler ve sorunların çözümünü imkansızlaştıran revizyonist talepler akla geliyor. Oy desteğindeki azalma bir hükümetin özellikle de seçimler yaklaşırken aşırıya kaçma, kriz çıkarma ya da tırmandırma potansiyelini körüklüyebiliyor.
Süper güçler ve büyük devletlerin kendilerinden daha zayıf ülkelere müdahalelerinin zamanlamasında da yine yaklaşan seçimlerin önemi büyük. Ancak burada koşullar denilince birinci gruptan farklı olarak emperyal çıkarların varlığı, bu çıkarların yüksek teknolojili silah sistemlerinin kullanımıyla ve sınırlı sayıda asker kaybına mal olacak, kısa süreli savaşlarla elde edilebileceğine dair öngörülerin varlığı akla gelmeli. Bunlara eklenmesi gereken bir diğer önemli faktör ise saldırılacak ülkenin liderinin adeta şeytanlaştırılarak kamuoyuna sunulması ve bu konuda tüm basın ve medya imkanlarından faydanılması gibi gözüküyor. Zira burada düşmanca kimlikler ve kanlı bir tarih gibi kamuoyunu hazırlayabilecek önkoşullardan söz etmek mümkün değil.
Türk Hükümetinin Suriye’ye karşı askeri seçeneklere başvurulmasını adeta kışkırtan tutumu ise -eğer Türkiye bu uçuruma sürüklenmekten kurtulur ve analiz çerçevemiz değişmezse- konuyla ilgili ilginç bir örnek teşkil ediyor. Bugün Türkiye Suriye’deki rejimi dolaylı yollardan devirme yolunda kendi gayretlerinin ötesinde başka ülkerin çabalarının bir aracısı durumunda. Kamuoyu açısından bakıldığında ise Türkiye ile Suriye arasında tarihten gelen hasmane algıları ve düşmanca tutumları tersine çevirmeye aday bir dönemi daha yeni arkamızda bıraktığımızı unutmamak gerekiyor. Ayrıca, AKP Hükümeti son dönemde oy kaybına uğradıysa da bile bunun ne 2014’de yapılacak yerel seçimler ne de 2015’te gerçekleşecek genel seçimler açısından kritik bir anlam ifade edeceğini kesinlikle söylemek için henüz erken.
Bir an için hükümetimizin iç siyasetteki güç kaybının üzerinde yarattığı baskılar nedeniyle değil de büyük güçlerin peşine birtakım kazanımlar, faydalar amacıyla takılan ülkelere benzeri bir davranış içinde bulunduğunu düşünsek bile bu sefer de Türkiye’nin bir Fransa’dan bir İngiltere’den farklı olarak coğrafi, etnik ve kültürel olarak bu denli yakınında olan bir ülkeye üstelik kendi güvenliğine yönelik somut riskler söz konusuyken nasıl müdahaleden yana olduğunu açıklamakta zorlanabiliriz. Bu anlamda müdahale Saddam Irak’ına yönelik bir müdahaleye katılmaktan çok daha büyük tehlikeler içeriyor. Bunun başında da İran ve Rusya’nın tepkileri geliyor. Rusya ile ABD’nin bir pazarlığa oturabileceğini varsaysak bile bunun hiçbir şekilde İran söz konusu olduğunda gerçekleşmeyeceği açık. Türk Hükümeti içinde yer alacağı koalisyona güvenerek İran’la savaşı nasıl göze alır? Denebilir ki bir bakıma Türkiye İran ile zaten savaşta. Suriye’de iki ülke, ülke içinde karşıt gruplara destek vererek bir «vekalet savaşı” yürütüyor. Ancak unutulmamalı ki İran için savaş doğrudan kendi varlığına bir tehdit ve yapacakları bugün olan bitenle sınırlı kalmayacak.
AKP Hükümetinin neden bu denli büyük riskler almada ısrarlı olduğunun cevabı yine AKP’nin hitap ettiği, kendinden saydığı kitlenin gücünün azalmasıyla ilgili. Ama burada söz konusu olan Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki vatandaşlar değil. Mesele Başbakan Erdoğan’ın bölgedeki gücünün anahtarı olarak gördüğü ve en önemlisi de bu güç sayesinde Türkiye’deki kimlik değişimini de geri dönüşsüz bir şekilde dayatacağını düşündüğü Müslüman Kardeşlerin Mısır’da iktidarı kaybetmeleri, Suriye’de ise iktidara gelmelerinin Suriye’nin parçalanmasından bile çok daha az olasılığa sahip olmasıyla ilgili. Bugün bu endişelere Suriye dağılırsa Türkiye’nin sınırlarında hangi devletciklerin kurulabileceğine yönelik tartışmalar eklenmiş gözüküyor. Yurtdışındaki Suriye muhalefetiyle içerde çarpışanların, içerde çarpışanların da birbiriyle ortak amaçlar sahibi olmadığı açık. O halde müdahale sonrasında kiminle masaya oturulacağı belli mi?
Türkiye bu büyük krizde hiç olmadığı kadar kırılgan. Türkiye İran’ın aksine ne kendi varlığına yönelik bir tehdit algılaması içinde hareket ediyor ne de tehdidin varlığı konusunda kamuoyu birleşmiş görülüyor. Dolayısıyla her türlü fedakarlığa da hazır değil. Türkiye bir ABD, bir Fransa olmadığı için ne türlü propaganda malzemesine başvurulursa vurulsun Türk toplumunu ikna etmek kolay değil. Kimlikle güvenliğin birbirinden ayrı ele alınamayacak iki unsur olduğu düşünüldüğünde akla ister istemez şu soru takılıyor: kendini tanımlamada toplumsal oydaşım içinde olmayan bir ülke dışardaki tehditlere karşı nasıl birlikte hareket edecek?
Böyle bir ortamda alınan riskleri anlamak liderin karakteri ya da psikolojisinin mi bir ürünüdür? Bunda yurtdışında yapılan bazı analizlerin işaret ettiği gibi geçirdiği hastalığın bir rolü var mıdır? Eğer öyleyse ölüm korkusu kriz anlarında liderlerin davranışını nasıl etkilemektedir? Yoksa sorun partinin karizmatik bir liderin otoritesi altında hiyerarşik bir şekilde örgütlenmesi sonucu gerçek anlamda danışmanın ve müzakerenin ortadan kalkmasının mı bir sonucudur?. Bunları bilmiyoruz. Uçurumun eşiğine geldiğimiz ise aşikar. Kimse kimyasal silahların yokettiği masum insanları bahane etmesin. Müdahalenin kimyasal saldırıları ortadan kaldırma, onların önüne geçme ihtimali olmadığı aşikar. Üstelik tam da tersi söz konusu olabilir. Unutmayalım ki Suriye dünyadaki en büyük kimyasal silah cephaneliğine sahip dördüncü ülke olup ordusu bu silahların nasıl kullanılacağı konusunda özel eğitimden geçmiş bir ordu. İran da sonuna kadar kararlı gözüküyor. Atlamaya hazır mıyız?