Peripatetiklerden Meşşailere Gezerek Düşünmek Düşüncede Gezinmek

Bu yazı gaz bulutları arasında hakikati gören Çılgın Türklere adanmıştır.

Başlıkta adı geçen Peripatetikleri ve Meşşaileri duyanlarınız olmuştur. «Peripatetik” sözcüğü derslerini gezerek veren Aristoteles ve kendisini kılavuz edinen öğrencileri için kullanılmıştır. Sözcüğün Arapça karşılığı olan «Meşşai”, yüzyıllar sonra, yine Aristoteles´i kılavuz edinen fakat bu sefer bambaşka bir coğrafyada ve dilde Aristoteles´in eserlerine şerhler düşerek İslam felsefesini geliştiren El Farabi ve İbn-i Sina gibi büyük filozoflar için söylenmiştir.

Farklı coğrafi ve kültürel koşullarda bu filozofları buluşturan nedir? Hemen her durumda benzer düşüncede buluşan filozofların hakikat karşısındaki uzlaşımlarının dışında bir nedeni arıyoruz. Yoksa, pekala, hakikati arayan ve dönemin meselelerine hakikat aşkıyla yaklaşan kişiler hakikat karşısında buluşacaktır. Sorumuz bu buluşmanın ötesinde bir ortaklaşmanın peşinde.

Sözü edilen filozofları doğuran ortaklıklardan ilerlemekten başka çare yok. Aristoteles ve hocası Platon, ticaretin genişlediği ve etkisinin arttığı bir dönemde, zenginleşen tüccar sınıfın işe koştukları kitleleri dizginlediği ve ticaretin aşmaya çalıştığı sınırları retorik yoluyla kitlelerin oylarına dayanarak kaldırdığı bir rejimde yaşadılar. Platon ve Aristoteles´in gözünden bakıldığında «hakikatin oylanması” biçiminde gerçekleşen «demokrasi” bir maskaralıktan başka bir şey değildi. Bu yüzden iki bin yıl sonra bu kez yine «eski” norm ve düzenlemeleri «demokrasi” ve «özgürlük” adına ortadan kaldırmak isteyen cin fikirliler, Platon ve Aristoteles´ten hakikat arayışında ortaklaştıkları Hegel ve Marks´a kadar dalkavukluk yerine hakikat aşkını seçen filozofları «Açık Toplum Düşmanlığı”yla ve «demokrasi karşıtlığı” suçlamışlardı.

Benzer bir durum İslam coğrafyasındaki gezici filozoflar için de geçerliydi. Hz. Muhammed´in önderliğinde biçimlenen yeni toplumsal yapı ticaretin gelişmesine ve Arap tüccarlarının etkinlik alanının genişlemesine yol açmıştı. Asr-ı Saadet bitmişti ama bilgi hala değerliydi ve eski uygarlıkların birikimlerini Arapça´ya çeviren eli kalem tutan insanlara çevirdikleri kitapların ağırlığınca altın ödeniyordu. Eski Yunanca´dan Hami-Sami dillerine yapılan çevirilerin üzerindeki gayrimüslim tekel ortadan kaldırılmış, İran´ın Teberistan Bölgesi başta olmak üzere Moğol topraklarına kadar ahlak, siyaset, bilgi, varlık, dil ve tarih üzerine yazılmış metinler ulaştırılıyordu. Böyle bir ortamda philosophia felsefe, Platon Eflatun, Aristoteles Aristotalis, peripatetikler Meşşai oluverdi. Eski Yunan´ın ürünleri Araplaşmış, Arap, Türk ve Acem´in zihni genişlemişti. İnsanlığın birikimleri hemencecik İslam coğrafyasının malı oluvermişti.

Gezinenler, gezinerek felsefe yapanlar hayatla derin bağlar kuruyordu. İbn-i Sina aynı zamanda doktordu ve müziğin tedavide kullanılmasının öncüsüydü. El Farabi aynı zamanda dilbilimci ve matematikçi olmasının yanı sıra birçok dil biliyor, gittiği yerlerdeki kültürü inceliyordu. Aristoteles, Büyük İskender’in akıl hocasıydı. Bu makama yükselmesine karşın hayatının bir döneminde hocası Platon’un Akademia’sından kovulmuş ve özgürce felsefe yapabilmek için Lise’yi kurmuştu. Platon da bir yandan bir hükümdarın akıl hocalığını yapmış ancak hükümdarın hayatını yitirmesi sonucu yerine geçen oğlu tarafından bir köle pazarında satılmıştı. Hepsi de feleğin çemberinden geçmiş hepsi de teorinin doruğuna ulaşmıştı.

Aristoteles’e göre teori olaylara yukarıdan bir manzarayı izler gibi bakarak kurulabilirdi. Ancak bu yeterli değildi, aynı zamanda her zaman içinde yanlışı barındırması zorunlu olan bilgelik yolu yürünmeliydi. Önyargıları ve hataları aşındıran işte bu aralıksız yürüyüştü. Bu aralıksız yürüyüşün hedefi hakikati yakalamak ve yaratmak için aralıksız yaratmaktı. Dolayısıyla, bir maskaralık haline gelen çoğunluk diktası biçimindeki sözde «demokrasi”nin yerini hakikat işçiliği almalıydı. Bunun için gerçeklik çözümlenmeli ve reel denen koşullar zorlanmalıydı. Aksi takdirde, çokluğu ve birbirinden farklı insanların uzlaşısıymış gibi görünen ama esasında ağzı laf yapan ve ciddi bir güce sahip olan bir çıkar grubunun korosu haline gelen «sağduyu”nun egemenliği kaçınılmazdır. Dolayısıyla, «gerçek” olarak sunulan bükülmelidir ve hakikat ortaya çıkmalıdır.

Çoğunluk masalına karşı hakikatte direnmek

Geziciler Gezi Parkı’nda iktidarı sorgulayan ve dahası yerinden eden bir eyleme giriştiğinde kendilerine karşı sunulan en güçlü silah «evde zor tutulan yüzde 50”, «hükümeti iş başına getiren seçmen çoğunluğu” ve «çoğunluğun rızasından güç alan polis gücü”ydü. Tümü de tek bir argümana dayanıyor: «Olan her ne ise çoğunluğun rızasıyla oluyor, ister beğenin ister beğenmeyin”.

Gezi eylemciler aynı anda hem hakikati keşfettiler hem hakikati yarattılar hem de gerçek anlamda hakikati örten kabuğu kaldırdılar. Gaz bombaları, toz bulutları, ses bombaları ve duyuları alt üst eden görüşü kısıtlayan ne varsa onların tamamının algıları kararttığı bir ortamda özgürlüğü gözleyen herkesin gözünü açtılar. Kitleler realiteyi anlamakla yetinmediler onu değiştirdiler ve değişen realite hakikate kapı araladı. Teori ile pratik birliği Gezi eylemlerinde somutlaştı.

Şeytanlaştırılan kitleler, Geziciler, marjinal gruplar, çapulcular ve daha nice sıfatla kenara itilmeye çalışılanlar merkezileştiler. Korkudan kaçan ve kurtarılmış bölgeler peşinde koşan marjinallerin aksine Türkiye’nin en merkezi meydanına yerleşerek hükümete meydan okuyan halk marjinal sıfatında gizli olan radikalliğini ortaya koydu. Ancak bu radikal tavırla hakikat göz kırpabilirdi ve hakikatin tebessümüne mazhar olduk.

Geçtiğimiz aylarda bu konuda şunları söylemiştik:

«Realite” ancak ve ancak müdahale sonucunda kavranılabilir

«Realite”nin nesnel görünümünün ardındaki öznel karakteri ancak ve ancak öznelerin müdahalesi sonucunda kavranabilir. «Realite” çeşitli özneler tarafından değiştirilmeye çalışıldığında kendi tarafgir konumunu bu değişime direnerek ortaya serer. Böyle bir durumda «realite”yi değiştirmeye girişen özneler de «realite”nin nesnel görünümlü yapısının bileşeni olma konumlarından koparak özneleşirler ve kuracakları yeni yapıdaki görünümlerini kazanmaya başlarlar. Böylelikle, «realite”nin toplumsal yapısını ayakta tutan sacayağı bozulmaya başlar ve öznellik-nesnellik gerilimi artar. «Realite” değiştirilmeye çalışılan «nesne”ye indirgenir ve inandırıcılığını yitirerek nesnel görünümünü yitirir. Bundan böyle «realite” ile özneleşen kitle arasında bir barikat kurulur. Söz konusu barikat, bir polis barikatı, TOMA (Toplumsal Olaylara Müdahale Aracı), hapishane, tutukevi, karakol, mahkeme, OHAL, sansür, lokavt, operasyon, linç vb. biçimlerde tezahür edebilir. «Realite”nin «huzur” ortamı istisnalarla bozularak «huzur”un kendisi bir istisnaya dönüşür. Artık «onlar”dan söz edilmeye başlanır. «Realite”nin söylem alanında (Televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında, iddianamelerde, vs.) «onlar”ın sözcüsü bulunmaz. Bunun yerine «onlar”a yakın olan uysal aykırılar bulunur, aykırı sorulara aykırı yanıtlar verir ve böylece «onlar” bir azınlık olarak sunulur.

«Realite” komploya ve hakikate bölünür

Müdahalenin yukarıdaki gibi başarıyla sonuçlandığı durumlarda bir azınlık biçimine sokulan «sahte onlar”ı komplo diliyle aktarılır. «Gerçek onlar”ın söylemi komplo söylemi altında gülünçleştirilerek bir «görüşe” (doksa´ya, Doksa: Antik Yunanca´da görüş, inanç anlamına gelen ve bilgiden farklı olarak kanaati akla getiren bir sözcük) indirgenir. «Realite” bu kez bir görüşler çokluğunun uzlaşma zemini haline gelir ve üzerinde müzakere edilir. Uzlaşmayı reddeden «onlar”ın söyleminde hakikat belirir. «Realite”ye sığmayan gerçekler ortaya çıkabilmek için mecburen «onlar”a ulaşır. Bu gerçekler sansürden kaçarak sansürün uygulanamadığı bir mekana göçer. «Onlar” tecrit edildikleri bu mekanda gerçeklerle buluşmak zorunda kalır ve böylece hakikatin sözcüsü haline gelir. Bu kez hakim dilde «realite” nesnel olarak sunulurken «onlar”ın bünyesinde ikamet ettiği mekan marjinal olarak görünür. Taraflı, marjinal, öznel olan «onlar”ın söylemi olurken tarafsız, ılımlı ve nesnel olan «realite”den yararlananların diliymiş gibi görünür. Esasında her iki söylem de özneldir ancak nesnel gerçeklik ve bu nesnel gerçeklikte keşfedilebilecek hakikat, «realite” düzleminde yaşam şansı bulamadığından «onlar”ın öznelliğine yerleşir.

Bunları da sevebilirsiniz