İran’da Seçimler

Yakın tarihlerde İslam Cumhuriyeti’nde görünen en yüksek oranda (yüzde 72) katılımın yaşandığı İran Cumhurbaşkanlığı seçimleri Hasan Ruhani’nin seçimiyle sonuçlandı. Üstelik bu sefer 2009 yılındaki seçimlerde olduğu gibi Ayetullah Hamaney ve Devrim Muhafızları da seçim sonuçlarını değiştirmeye yeltenmediler. Sekiz yıllık Mahmut Ahmedinejad yönetiminden sonra Ruhani’nin seçilmesinin Iran halkına bir nefes alma fırsatı yaratması bekleniyor.

Ahmedinejad İran ekonomisinin çöküşünün baş sorumlusu olarak görülüyor. Gerek popülizm gerekse kötü yönetim ve yaptırımlar sonucunda 2009-2013 yılları arasında İran’ın Gayri Safi Milli Hasılası yüzde 4’den 0.4’e inmiş, işsizlik yüzde 17’ye ulaşmış ve enflasyon yüzde 22’yi bulmuş gözüküyor. İranlıların yüzde 40’nın yoksulluk sınırının altında olması da işin cabası.

Ruhani seçim öncesi verdiği mülakatlarda «Ahmedinejad yönetiminin ülkesine yaptırımlar getirmekle kalmayıp buna yol açan tutumlarla da övündüğünden” yakınıyor ve kendisinin «ülkede ve dünyada uzlaşma ve barış siyaseti izleyeceğini” belirtiyordu. İçerde Ahmedinejad’ın köşeye sıkışmasının nedeni sadece dini liderle olan anlaşmazlığı yüzünden değildi. Bu aynı zamanda ekonomiyle ilgili izlediği politikalar nedeniyle Parlamento ile ve Yargı ile çekişmesinin de bir sonucuydu. Ruhani’nin seçimleri kazanması ise İran’da özgürlüklerin genişletilmesi, sansürün azaltılması ve 2009 seçimlerinde aday olan Mir Hüseyin Musavi ve Mehdi Kerrubi’nin hapisten kurtarılması yolunda kamuoyundaki beklentileri de arttırmış bulunuyor. Ne var ki, İran Meclisi’nin de ordusunun da halen muhafazakar kanatların kontrolü altında bulunuyor olması yapılması arzu edilen tüm açılımlarda Ruhani’nin adımlarını frenleyebilir.

İran’ın izlediği dış politikaya itiraz ve eleştirilerse seçimlere katılan adaylar arasında bir tek Ruhani tarafından yöneltilmemişti. Aslında bir aday dışında hepsi İran’ın adeta dünyayı karşısına alan tavrına karşı çıkmış ve İran’ın ılımlılığa ve dünya ile kuracağı ilişkilere olan ihtiyacına vurgu yapmıştı.

Bugün Batılı kaynaklar ağırlıklı olrarak İran’ın izlemesi muhtemel bu uzlaşma siyasetinin nükleer konuda bir dönüm noktası teşkil edip edemeyeceğini tartışıyor. Ancak, nükleer konuda hemen herkezin hem fikir olduğu nokta Ruhani’nin popülaritesine karşın nihai kararın İran dini lideri Ali Hamaney tarafından verilecek olması gibi gözüküyor.

Diğer taraftan hemen belirtmek gerekiyor ki, Ruhani 5+1’le müzakereye oturmanın kendisine getireceği riskleri en iyi bilecek kişilerin başında geliyor. Nitekim ülkesi adına nükleer konuda baş müzakereci olduğu 2003 yılında Iran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerini kendi kararıyla askıya almasına sebep olmakla suçlanmıştı. Güven Arttırıcı Önlemler mahiyetindeki bu kararın hemen ardından Uluslararası Atom Enerji Ajansı Iran’ın mevcut protokolleri ihlal etmekle itham etmiş ve müzakereler durmuştu. Ruhani’nin ılımlı yaklaşımı muhafazakar kadronun gözünde uluslararası baskıyı adeta davet eden türden bir zayıflık göstergesi olarak algılanmıştı. «Batıya ödün verdikçe ezilen İran” imajının yarattığı rahatsızlık 2005’te Ahmedinejad’ı devlet başkanlığına taşıyan önemli faktörlerden biri oldu. Ahmedinejad askıya alınan programı başlatmakta gecikmezken Batı’nın İran’a ticari fırsatlar sunan, sivil amaçlar için nükleer çalışmalarına devam edebilmesi için gereken zenginleştirilmiş uranyumu ona sağlama yolunda uzun dönemli taahhütlerde bulunan ve İran’a saldırmama garantisi veren yeni bir diplomatik paketi zaman kaybetmeden sunması ise başta Ahmedinejad olmak üzere İran’da sertlik yanlılarının tezlerini güçlendirmişti. Ruhani’nin baş müzakereci olduğu dönemin Cumhurbaşkanı Seyyid Muhammed Hatemi’nin «Batı’nın Iran’daki reformcuları cezalandırdığı, tutucuları ise adeta ödüllendirdiği” yolundaki yakınmaları boşuna değildi.

Geçmişten alınan dersler Ruhani’nin ABD ve Batılı müttefiklerinden başta İran’ın uranyum zenginleştirme hakkını teslim etmesi ve yaptırımların anlamlı bir şekilde azaltılması olmak üzere önemli adımların atılmasını talep edeceğini ve bu yönde sinyaller almadan ciddi tavizlere yanaşmayacağını ortaya koyuyor. ABD’nin son 8 yıldır Iran’a yönelik siyaseti bu ülkeyi nükleer silah yapımından alıkoymak için savaş tehdidi yanında ekonomik yaptırımlara dayanıyordu. Ruhani’nin seçimleri kazanmasının anlamlı bir farklılık yaratması önemli ölçüde Batı’nın da buna nasıl cevap vereceğine bağlı gözüküyor.

İran’ın dış politikasında gerçekleşmesi beklenen değişiklikler sadece nükleer konuyla sınırlı değil kuşkusuz. Birçok Ortadoğulu yazarın dikkati Ruhani’nin İran’ın Sünni Arap Dünyası ile bozulan ilişkilerini düzeltip düzeltemeyeceği sorusu üzerinde yoğunlaşmış bulunuyor. Aslına bakılırsa Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleriyle ilişkiler Hatemi ve Rafsancani dönemlerinde iyileşmişti. Ruhani ise Araplar özellikle de İran’ın komşuları tarafından iyi tanınan bir diplomat. Ruhani yaptığı ilk basın konferansında İran ile Suudi Arabistan arasında yapılan ve bugüne kadar gerçekleşmiş yeğane güvenlik anlaşmasının da mimarı olduğunu hatırlattı. Onun zaferini ilk kutlayanların komşu Arap ülkelerinin liderleri olması da bir tesadüf gibi görülmemeli. 2005 yılında İran’n Mısır dışındaki Arap ülkeleriyle ilişkileri en üst düzeye ulaşmıştı. 2006’da İsrail’e karşı 33 gün süren savaşta Hizbullah’ın zaferi İran’ın Arap kamuoyu nezdinde itibarını arttıran bir gelişmelerden biri olmuştu. Ancak bunu izleyen yıllarda Iran dış politikasına hakim olan çatışmacı üslup ve herşeyden önemlisi İran’ın Irak başta olmak üzere bölgede şiddeti körüklemeyi kendisini koruyacak bir araç olarak benimsemesi ona çok şeyler kaybettirdi.

Bugün ise İranlı pek çok uzmanın ortak görüşü Iran’ı yönetenlerin artık dış politikayı ülkeye yönelik tehditleri bertaraf etmede öne çıkan bir araç olarak görmekten uzaklaşarak bir güç unsuru olarak değerlendirmesi gerektiği yolunda. Yine birçoğu Türkiye’nin Orta Doğu’da ağırlı rol oynamaya başlamasının İran’ın yarattığı boşluk nedeniyle gerçekleştiğine de inanıyor. Aslına bakılırsa bu tür tahlilleri yabana atmak da mümkün değil. Zira Türkiye hem İran’ın yarattığı boşluktan hem de onun hatalarının yarattığı sonuçlardan faydalanabilecek bir konumdaydı. Bunun en çarpıcı örneği İran’ın Irak’ta izlediği siyaset olsa gerek. İran ülkedeki Şii çoğunluk nedeniyle başlangıçta Irak’taki seçimlerden en karlı çıkan taraf konumuna yükselmişti. Ne var ki yine aynı İran 2005-2008 yılları arasında ABD’ye karşı giriştiği ve ülkeyi kan gölüne dönüştüren asimetrik savaşı ABD’nin 30 bin askeri konuşlandırarak bastırması nedeniyle kaybetmekle kalmadı. Aynı zamanda giriştiği gizli operasyonlar ve şiddete verdiği destek İran’a sempatiyle bakan birçok Iraklının bakış açısının değişmesine de neden oldu. 2009 yerel seçimlerinde İran’la yakın bağları bulunan ve içinde Şii lider Mukteda El Sadr yanlıları ve Irak Yüksek İslami Konseyi’nin de içinde yer aldığı siyasal partiler adeta siyasal alandan adeta silindi. Iraklılar en seküler partilere ve İran ile en az ilişkileri olanlara kaydılar ve bu eğilim 2010 ulusal seçimlerinde de devam etti. Türkiye bu ortamı bir fırsat olarak gördü, Iran tarafından desteklenen Maliki’nin yerine Irakiye lideri Allawi ile yakınlaştı. Ne var ki Türkiye’nin Irak’ta bir dost yönetime kavuşması yolundaki beklentileri Washington’un burada tüm siyasal eğilimleri içine alan bir hükümetin kurulması yönündeki ısrarı nedeniyle gerçekleşemedi ve sonuçta İran hükümetin kurulmasında kilit role kavuştu.

Bunları da sevebilirsiniz