Girit Adası

Adalar beni her zaman çeker. Adalıyım belki ondan. İstanbul’da Heybeliada’da ve Kınalıada’da büyüdüm. İlkokulu adada okudum. Adalı olmak farklı bir duygudur. Doğanın sana etkisi direktir. Özellikle fırtına boyunca iptal edilen seferler, hastalıklar, doğumlar bunların birlikte yaşanması insanları birbirine daha yakınlaştırır. Adadaki bitki ve hayvan dokusu nasıl ana karadan farklı ise bence bir süre sonra adalılarda da bu değişim olur. Doğanın sesine daha fazla kulak vermenin verdiği bir değişimdir bu. Birbirini tamamlayan ilişkileri yanında getirir, adalı olmayı ada kültürünü oluşturur. Adalı olmak komşu olmak, doğayı anlamak, kimseden çekinmemek, kendi kendine yetmektir aynı zamanda… Ege Denizi’nde birçok ada gezdim. Bu sefer yolum Girit’e düştü. Girit, Akdeniz’in beşinci büyük adası. Buralara gelmeden önce böylesine büyük olduğunu ve beni bu kadar etkileyebileceğini düşünmemiştim. Akdeniz ülkeleri ile bilimsel anlamda işbirliğimizin son durağı Girit idi. Fas’ından Malta’sından, Tunus’undan Midilli’sine kadar çeşitli toplantılar, projeler kapsamında uğradığım bu yerlerde bilimsel çalışmaların yanı sıra tarihini, hem de insanını yakından tanımak fırsatını buluyordum.

Girit İzmir’ e uzak değil ama biz epey yolu uzatmak zorunda kaldık. İstanbul’a oradan Atina ve tekrar Heraklion. Yorgun geldiğimiz Heraklion’da akşam küçük bir meydanda yemek yediğimiz taverna yorgunluğumuzu silip süpürdü. Girit’te de tavernalar bizim meyhaneler gibiydi. Artık bizde pek esamesi okunmuyor o başka. İnsanlar boğucu sıcaktan sonra serinleyen rüzgarla birlikte meydanlara, tavernalara, kafelere doluşup keyifle yiyip, içiyorlar. Adamlar ne kadar krizde de olsalar bu alışkanlıkları sürüyor. Yaşam şekilleri bu.

Girit Üniversitesine, Deniz Bilimleri Enstitüsü ve Biyoloji Bölümünde ders vermek için Erasmus Programı çerçevesinde çağrılı olarak gittim. Heyecanlıydım. Girit bilimsel anlamda Akdeniz çalışmalarında anahtar bir rol oynuyor. Biyoloji Bölümü ve Deniz Bilimleri Enstitüsü ise çok aktif, birçok projede yer alıyor. İzmir’den bir bilim insanı olarak, Ege Denizi’mizde, «ortaklaşa neler yapabilirizi” tartışmak benim için önemliydi. Girit Üniversitesi adanın en büyük şehri olan Heraklion’da bulunuyor. Ayrıca Deniz Bilimleri Enstitüsünün yanında Akdeniz ekosistemini yansıtan çok iyi tasarlanmış akvaryumu var. Yılda 350.000 kişi geziyor. Bu akvaryum hem bilimsel amaçlı, hem eğitim, hem de üniversiteye ekonomik anlamda kaynak oluşturmak için kurulmuş. Üniversitedeki çalışmaları anlamak, öğrenci profilini görmek akademisyenlerle tartışmak ve özellikle deneyimlerimizi birbirimize aktarmak çok zenginleştirici idi. Bir yandan Üniversite ziyareti, diğer yandan da adanın kültürel dokusunu anlamak için bilgi alıyordum.

Heraklion’da (Türkçe adı Kandiye) üç tane müze gezdim. Adanın 650.000 nüfusu olduğu düşünülürse fena sayılmaz. Tarih müzesi, doğa tarihi müzesi ve arkeoloji müzesi. Önemli bir ören yeri daha var. Knossos. Minos uygarlığının başkenti. Girit, Minos krallığına (yaklaşık İÖ 3000-4000 arası) beşiklik etmiş. Giritliler tanrıçalara taparlarmış. Bazı erkek tanrıların da olduğu yönünde birkaç kanıt olmasına rağmen heykel ve fresklerde betimlenen tanrıçaların sayısı erkek tanrılardan çok daha fazla imiş. Aydın ilimizdeki Milet’in hatta Muğla ilindeki Milas’ın adının bile Minos Medeniyeti’nden geldiği düşünülüyor. Bu ören yerinde Minos kralının sarayı varmış. Bu saraylara «labirent” adı verilirmiş. Saraylar o kadar karmaşık inşa edilirmiş ki zamanla saraylara verilen bu isim karmaşıklığa verilen ismin yerine geçmiş ve günümüzde labirent sözcüğü karmaşıklık anlamında kullanılır olmuş. Daha sonra ada kimlere misafirlik etmemiş. Roma ve Doğu Roma İmparatorluğu, Abbasiler, Venedikliler, Osmanlılar ve doğal olarak Yunanlılar.

Yanımda getirdiğim «Kritimu” adlı Sabâ Altınsay’ın romanını okurken adanın Türklerle olan bağlantısını anlamaya çalıştım. Anneannem ve dedem Yugoslavya’dan gelen göçmenler olmasına, bana oralardan nasıl zor ayrıldıklarını defalarca anlatmalarına rağmen mübadelenin ne derece acı olduğunu bu satırlarda gördüm. Girit’te Türklerin yoğun olarak iskan ettikleri şehir, Hanya imiş. Dünya güzeli bir şehir. Romanı okudukça buraları daha da çok sevdim. Türkçedeki «Hanya’yı, Konya’yı görmek” deyiminin bu şehirden çıktığı düşünülüyor. Hanya’ya gelmeden önce buralı olan ünlü yazar, şair, siyasetçi ve filozof Nikos Kazancakis’in romanından uyarlanan Zorba’yı seyretmiştim. Şehri harika bir fayton turu ile gezerken, arabacı bize uzaklarda gözüken burunda Zorba filminin çekildiği koyları ve yamaçları gösterdi. Kazancakis’in din ile pek arası yokmuş. Yerlisi olduğu adasında, Girit’te gömülmesi bile olay olmuş. Bizi gezdiren harika esprileri olan görüp göreceğim en cins fayton arabacısına Kazancakis’i sorduğumuzda kolunu açtı ve dövmesini gösterdi. Dövmesinde Kazancakis’in kendi eserinden Çileci’den alınmış şu satırları yazdırmıştı:

«Hiçbir şey ummuyorum.

Hiçbir şeyden korkmuyorum,

Özgürüm”

Girit’ten efil efil esen rüzgarla ayrılırken Ege’yi bir kez daha sevdim, bu Efendi Deniz’i…..

Bunları da sevebilirsiniz