Uluslararası İlişkilerde Özür ve Af (I)

Özür dilemenin uluslararası ilişkiler alanında çözümü zor sorunlarla başa çıkmada iyileştirici bir rol oynadığı konusunda yaygın bir kanat oluşmuş görünüyor. Temel varsayım, şiddeti yaşayanların acılarının iyileşmeye başlamasının ancak saldırganlığın hiçbir şekilde meşrulaştırılamayacağının kabülü ile gelecekte de benzer saldırıların olmayacağının garantisinin liderler aracılığıyla topluma verilerek gerçekleşebileceği. Konuyla ilgili çalışan uzmanların tarifine göre affetme ancak bu acıyı yaşayan tarafın içinde bulunduğu durumu ve psikolojik atmosferi anlama çabasıyla gerçekleşebilir. Burada ayrıca suçlunun itirafının psikolojik olarak onu da rahatlatacağı ve bu olayın psikolojik olarak tutsağı olmaktan kurtaracağı da ileri sürülüyor. Özür ve af, Sırplarla Boşnaklar, Filistinlilerle İsrail, kuzey İrlanda’daki Katoliklerle Protestanlar´ın arasındaki buzları eritme girişimlerinin yanısıra Türk-Yunan, Türk-Ermeni ilişkilerindeki tarihin de üstesinden gelme çabalarının önemli bir unsuru olarak savunulmuştur.

Konu siyasal liderler ve geleneksel yolların ötesinde çözüm çabalarının gereğine inanan diplomatlar kadar onlara yol göstermek ve katkıda bulunmak isteyen sosyal psikolog ve psikiatristlerin de üzerinde çalıştığı bir alan olarak karşımıza çıkmakta. Travmayı yaşayan birey ve toplumların hissettikleri aşağılanma, adaletsizlik ve kurban psikolojisi onların kendilerine olan saygı ve güvenini zedelediği ölçüde davranışlarını ve dolayısıyla yaşamlarını da bozuyor. Travmalar sadece bunu yaşamış toplumları etkilemekle de kalmıyor. Geçmişte yaşanan büyük acılar o toplumun liderlerinin siyasal ekonomik ve toplumsal sorunlar karşısında kendi yetersizliklerini, anti-demokratik uygulamalarını ve bunlar karşısında sesini yükselten muhalefeti baskılamak için kullandıkları en kolay ve hızlı araçlara dönüşebiliyor. Yeni nesillere aktarılmaları sonucunda ünlü Kıbrıs asıllı Amerikalı psikiatrist Prof. Dr. Vamık D. Volkan’ın işaret ettiği gibi, adeta daha dün yaşanmışcasına kuşaktan kuşağa geçebiliyorlar. Çok daha vahimiyse bazı koşullarda geçmişteki kurbanların daha sonra kendi kurbanlarını yaratarak öç almak istemelerinin de yolunun açılabilmesi.

Uluslararası alanda özür dileme örneklerinin tarihi çok gerilere gidebiliyor. Daha yakın dönemleri ele aldığımızda, 1970’li yıllardan itibaren Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasında 1980-81 arasında İsrailli Yahudilerle Mısırlılar ve 1984’te İsrailli Yahudilerle Filistinliler arasında düzenlenen çalıştaylarda travmaların üstesinden gelme yolları arasında özür ve af konusuna dikkatle eğilinmeye başlandığını görüyoruz. 1972’de Batı Almanya’ya yapılan ilk resmi ziyareti gerçekleştiren Leonid Brejnev ile Helmut Schmidt’in her ikisininde ortak dostu olan Willy Brandt’ın evinde gerçekleştirdikleri gayrı-resmi buluşmada yaşananlar ise hala konuyla ilgili akademik çalışmalarda altı çizilen bir örnek olay niteliğini koruyor. Brejnev’in Alman ordusunun savaş sırasında Rusya’da gerçekleştirdiği kıyımlardan söz etmesi ve bunun karşısında Schmidt’in de Rus cephesinde genç bir asker olarak yaşadığı rahatsızlık ve utancı dile getirerek özür dilemesi ve bunun karşısında Brejnev’in de açıkça bu özrü kabul etmesi 1972 sonrasında iki ülke ilişkilerindeki normalleşmenin önünü açan bir olay olarak dillendirilmektedir.

Konuyla ilgili görüşlerin daha geniş kitlelere malolması ve bunların doğrultusunda girişilen çabaların sıklaşması ise Soğuk Savaşın sona ermesiyle oluyor. Örneğin 1991 yılında Illinois Üniversitesi’nden siyaset bilimci James Mace Ukrayna ile Rusya arasında sağlıklı ilişkiler kurulabilmesinin önündeki engelleri aşmanın en önemli koşullarından birinin Stalin’in 1930’lu yılların başında milyonlarca Ukraynalı’nın ölümüne neden olduğunun Rusya tarafından kabul edilip Ukrayna halkının acılarının paylaşıldığının açıklanması olduğunu ileri sürmesiyle dikkat çekiyordu.

Özür ve affın uluslararası ilişkilerin iyileştirilmesinde bir araç olarak kabül edilmesinde olduğu kadar bundan beklenen faydanın gerçek anlamda alınması konusunda da bir dizi zorlukla karşılaşıldığı bir gerçek. En başta, kendisini kurban konumunda hisseden her grubu bu türden bir alışverişe ve diyaloga ikna etmek göründüğü kadar kolay olmayabiliyor. Bu çabaların arasında belki de en zorlularından biri holokost kurbanlarının aileleriyle Alman Nazileri´nin torunlarının buluşturulması.

Bugüne kadar konuyla ilgili çok dikkat çekici çalışmalar yapmış ve literatüre katkıda bulunmuş olan Amerikalı Emekli Büyükelçi Joseph V. Montville makalelerinde Gorbaçov’un 1988’de Varşova’ya gerçekleştirdiği ilk ziyaretin nasıl Lehlerin kurban psikolojisinin tekrar canlanmasına neden olduğunu anlatıyor. Lehlerin her şeyden önce Rusya’dan istedikleri Stalin’in emriyle hareket eden Kızıl Ordu´nun 1939’da Beyaz Rusya’daki Katyn kasabasına götürerek katlettikleri 15 bin Polonya askeri için resmi bir itiraf. (Bu konuyla ilgili Andrej Wajda’nın yönetmenliğindeki 2007 yapımı Oscar´a aday, 14 ödül ve 11 adaylığı olan Katyn Katliamı filmi kısa bir süre önce ülkemizde televizyonda da gösterildi). Bundan iki yıl sonra, 1990’da Polonyalı ve Sovyet tarihçilerden oluşan bir grubun Sovyet devlet arşivlerinde yaptığı araştırmalar sonrasında Moskova’nın Katyn katliamı konusundaki sorumluluğunu resmen kabul ettiğini ve Polonya halkından özür dilediğini görüyoruz.

Özür ve afla kapısı açılan diyalog sürecinin önemli bir parçasını iki tarafın uzmanlarının birlikte yürüttüğü tarih çalışmaları oluşturuyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Fransız ve Alman tarihçiler arasında kurulan komisyon, savaş sonrası iki ülke arasındaki ilişkileri iyileştirme çabalarına önemli bir katkıda bulunmuş. Bugün de birçok farklı örnek için benzer reçetelere başvurularak ortak tarih komisyonlarının kurulması, karşılıklı suçlamaların ve tarihe olan tek yanlı bakış açılarının masaya yatırılacağı çalıştayların oluşturulması kadar birbirlerine hasmane duygularla bakan toplumların çeşitli kesimlerini biraraya getirerek karşılıklı olumsuz imajları, yanlış algılamaları, düşmanca tutumları azaltacak yönde çalışmalara yer verilmesi üzerinde duruluyor. Karşılıklı katılaşmış düşman imajlarını kıracak yeni bilgilerin verilmesi ve kitle iletişim araçlarının bu yolda yapıcı bir şekilde kullanımı da sıklıkla dile getirilen bir ihtiyaç. Peki bu örnekler arasında fark yok mu? Varsa bunlar nelerdir ve bunların gözardı edilmesiyle kolaycılığa kaçma dışında hangi zaafietleri beraberinde getirebilir? Bu ve benzer soruları değerlendirmeyi sürdüreceğiz.

Bunları da sevebilirsiniz