Kavramlarla Politik Dünya / Ulus Devlet (2)

Ulus devletlerin, emperyalist sömürü açısından rolünün ne olduğuna ve ne olabileceğine odaklanan bu yazı dizisinin ilk bölümünde, ulus devletin kavramsal olarak, yani genel anlamda ne ifade ettiği açıklanmaya çalışılmıştı. Bu yazıda ise, ulus devletlerin 1970´lerden ve özellikle 1990´dan sonra uğradığı (ya da uğratılmaya çalışılan) değişiklikler çerçevesinde hala önemli olup olmadığı konusuna eğilecektir. Bu çerçevede yazının esas aldığı temel sorunsal ulus devletlerin artık öneminin olmadığı şeklindeki savdır. Bu sav elbette çok farklı ölçütler çerçevesinde ve derinlemesine incelenmesi gereken geniş bir konudur. Ancak burada, yazı dizisinin konusu gereği daha çok emperyalizmle ilişkilendirilecek olan ölçütler çerçevesinde bir değerlendirme yapılacaktır.
O halde, öncelikle, ulus devletlerin öneminin azaldığı ya da artık önemli olmadığı yönündeki iddiaların ne şekilde ve hangi bağlamda ortaya çıktığı üzerinde durmak yerinde olacaktır. Konunun sağlam temellere oturtulması için öncelikle sorulması gereken soru, ulus devletlerin, «ne için/ hangi açıdan” öneminin azaldığıdır. «Buna verilen yanıtlar az çok bellidir. Ulus devletlerin, ekonomideki kontrolü açısından, yurttaşları üzerindeki konrolü açısından, aidiyet yaratan kimlik inşası süreci açısından, kültürel açıdan, önemi azalmıştır.” Bu düşünceye (ya da iddiaya) koşut olarak uluslararası ilişkiler disiplini açısından da ulus devletin bir analiz birimi olarak ne ölçüde dikkate alınması gerektiği oldukça tartışılan bir konu olmuştur.
Ulus devletlerin öneminin azaldığı (ya da yok olma eğiliminde olduğu) doğrultusundaki savın dayanak noktasının «küreselleşme” üzerinden kurulduğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır. Bu köşede daha önceki yazılardan birisinde küreselleşmenin hem bir tarihsel sürecin sonucu hem de bir siyasi projenin söylem bazında meşrulaştırılması olarak iki farklı şekilde ele alınabileceği üzerinde durulmuştu. Ulus devletlerin küreselleşmeye koşut olarak önemsizleştiği savı ise, esasen yukarıdaki iki farklı açıklamanın bir bileşimi olarak, «küreselleşme”nin sınırları aştığı iddia edilen boyutu ile ilgili görülmektedir. Buna göre ulus devlet, jeopolitik kesintilerle dünyayı, kültürleri, insanları ayrıştıran bu çerçevede sınır koyucu bir yapı iken, küreselleşme sınırları önemsizleştiren bir eğilim olarak görüldüğünden, «küresel” çağın gerçekliği ile ulus devletler çelişmektedir. Ve ulus devlet bu çelişkiden yıpranmakta, ulus devlet olmasına neden olan özelliklerini yitirmektedir. Başka bir deyişle bu çerçeveden bakıldığında küreselleşmenin gücü ulus devleti yıkmaktadır.
Ulus devletlerin ekonomik etkinlikler üzerindeki kontrolünün aşındığı yönündeki düşüncelerin temelini kapitalist üretim ilişkileri içerisinde devletin konumunun ne olması gerektiği tartışmalarına dayandırılabilir. Her ne kadar «bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” mottosunda «serbest piyasa” gereği devletin ekononomiye müdahalesinin kısıtlı olması gerektiği vurgulansa da esasen modern devlet kapitalist sermaye birikimi açısından oldukça önemli bir noktadadır. Modern devlet, egemen sınıfın siyasi aygıtı olarak sermayenin hangi sınıfta toplanacağını belirlediği gibi, kapitalizmin emperyalist aşamaya gelmesiyle, devletler yaptırım araçlarıyla sermayenin hangi coğrafyalarda birikeceğini belirlemede de en etkin konumda olan aktörlerden biri olarak değerlendirilmelidir. Wallerstein´ a göre devletin piyasadaki işlemleri dönüştürecek ya da başka bir deyişle «serbest piyasanın serbestçe işlemesine engel” olabilecek çeşitli mekanizmaları bulunmaktadır. Bunların başında tekel oluşturma, tekelleri yasaklama, ithalat ihracat yasakları ve kotalar koyma, patent gibi yasal düzenlemeler gelmektedir. Diğer önemli nokta ise devletlerin talep eden konumudur. Bundan kasıt devletlerin silah ya da süper iletkenler gibi stratejik önemi olan ve çok yüksek karlı ürünlerin neredeyse tek alıcısı konumunda olmalarıdır. Ayrıca, kapitalizm döngüsü anlamında sonsuz sermaye birikimini mümkün kılabilecek olan «gerçek kar” devletler olmadan işleyemeyecek olan «nispi tekeller”in varlığı ile mümkündür. Bu noktada devletlerin önemi girişimcilerin devletler sisteminin diğer girişimcilerinin kendi sınırlarını aşıp onlara zarar vermeyeceklerinden emin olmasından kaynaklanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında ekonomik unsurlar açısından, ulus devletin, kapitalist ve emperyalist sömürünün aracı olduğu görülmektedir. (1)
Ulus devletin ekonomideki rolünün ekonomik büyüme, kamu yararı özelleştirme, işsizliği giderme, dış ticaret politikaları gibi konularda aşındığı iddia edilmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ekonomik büyüme devletin çeşitli müdahaleleri ile denetimli mali piyasalarda serbest sermaye yatırımları artışının sağlanması ile gerçekleşmiştir. Devletin bu işlevinin ortadan kalkması ile birçok devlette ekonomik büyümenin yerini istikrarsızlık ve duraklama almıştır. Özelleştirme konusu da ulus devletin küreselleşmeden ne şekilde etkilendiğinin gösterilmesi açısından önemlidir.Özelleştirme, 1980´lerde dış borçlarını ödeyemeyen daha çok çevre devletlerinin yeniden borçlarını ödeyebilir konuma gelmesi için ileri sürülen bir formül olarak evrensel boyutta gündeme gelmiştir ve küreselleşen dünyada özellikle çok uluslu şirketler açısından eşit rekabet koşullarının sağlanması için ulus devlet gücünün zayıflatılmasını içermektedir. (2)
Devletlerin sermayenin dış ülkelere kaçmasını önlemek ya da dış sermaye çekmek amacıyla vergileri azaltma yoluna gitmesi, maliye politikalarını serbestleştirmesi, devletlerin gelir elde etme konusunda işlevlerini kısıtlamaktadır. Keynesçi ekonomi politikalarının ülke içinde istikrarın sağlanması amacıyla enflasyonun düşürülmesi ile birlikte en önemli iki hedefinden biri olan işsizliği gidermede devletin başarılı olamadığı görülmektedir. Çünkü mali sermayenin güvenliği iç fiyat istikrarını ve döviz kurunda kayıplara yol açacak değişikliklerin olmamasını gerektirmektedir. Ayrıca, devletin dış ticarette eskiden kendi sermayesine sağladığı iç pazar güvencesinin ortadan kalkması, devletlerin küreselleşme ile birlikte etkileri artan İMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi ulus dışı kurumların çeşitli yaptırımlarına maruz kalması devletin ekonomideki rolünü geçmişe nazaran törpülediğinin iddia edilmesine sebep olmaktadır.
Ulus devletin en temel işlevlerinin arasında ulusal kültürün ve ideolojinin kurulması ve sosyal düzenin kurulması da bulunmaktadır. Ancak, kapitalizminin doğası sebebi küreselleşmeyi dayatmasıyla devletin sosyal işlevlerinin aşınıp aşınmadığının sorgulanmasını zorunlu kıldığı belirtilmelidir ve bunlar «küreselleşmenin” ekonomik ayağı ile yakından ilgilidir. Kapitalizm doğası gereği pazar kurallarının sosyal düzeni bozmayı tehdit ettiği, anarşik bir sistemdir. Kapitalizm bütün diğer sosyal formlardan daha fazla istikrara ve tahmin edilebilirliğe ihtiyaç duymaktadır. Ulus devlet varlığının ilk zamanından beri istikrarı ve tahmin edilebilirliği yasal ve kurumsal çerçevesiyle, güç kullanma tekeliyle kapitalizm için sağlamıştır. Bu nedenle daha önce de belirtildiği gibi emperyalist sömürünün de temel aktörlerinden birisi olmuştur. Kapitalist sistem zaten doğasında eşitsizlikleri barındıran bir sistemdir ancak 1970´lerde sonra devletin ekonomik işlevlerindeki değişme bir başka deyişle «refah devletinin” giderek «pazar devleti” haline getirilmeye çalışılma süreci devlet sınırları içinde özellikle gelir dağılımında eşitsizliğin artmasına sebep olmuştur. (3)
Tüm bunlar, «küreselleşme” sebebi ile ulus devletin «yurttaşlık” kavramı ile perçinlediği kitleleri bir arada tutma özelliğinin sarsılmasının sebebi olarak görülebilir. Burada bahsedilen siyasal bağa yol açan «ulusal kimliğin” bu işlevini gerçekleştirmede etkisiz kalmasıdır. Bu çerçevede, burada kimlik çatışmalarının ya da en hafif deyimi ile kimlik çekişmelerinin güçlenen bir ses olarak belirmesinde küreselleşmenin bir sonucu olarak devletin merkeziyetçi yapısının zayıflatılıp, yerine yerelliğin geçmesidir. 20. Yüzyılın sonundan itibaren kuvvetlenerek 21. Yüzyıl´da genişleyerek dayatılan «serbestleşmeci, özelleştirmeci, uluslar arası sermayeye sınırsız açılmacı”(4) politikalar toplumların sınıfsal yapısının görmezden gelinmesine ve «birey”in toplumun temel yapı taşı olarak alınmasına sebep olmakta ve bu eğilim yerelleşmeden destek bularak siyasetin daha çok etnik, kültürel, dinsel öğelere referansla yapılmasında göstermektedir. Sonuç olarak, önceden ulus devlete yüklenen anlamların küreselleşmenin etkisiyle artık «mikro topluluklara” atfedilmesi devletin hangi bölünmez topluluğa dayanacağı sorunsalının yaşanmasına sebep olmaktadır.(5)
Ancak, küreselleşme bir siyasi proje olarak ele alındığında, dünyanın «küreselleşmesi” için ulus devletlerin güçsüzleştirilmesinin mi gerektiği sorusu da akıllara gelmektedir. O halde yanıtlanması gereken soru, emperalizm ile ilişkisi çerçevesinde «hangi ulus devlet” aşınmakta, ya da aşındırılmaktadır sorusudur. Bu soru bizleri örneğin Kenneth Waltz gibi daha çok Neorealist teorisyenlerin iddia ettikleri gibi, devletlere «benzer birimler” (like-units) olarak yaklaşmaktansa, devletlerin dünya sisteminin işleyi açısından ne şekilde farklılaştıklarına odaklanmaya yöneltmektedir. Üçüncü yazımızın konusu emperyalizm açısından bu devletlerin farklı konumlarının ve emperyalizmle ulus devletin hangi özellikleriyle direnilebileceği üzerinde durulacak, yukarıda değinilen etkilerin hangi ölçüde gerçekçi olduğu tartışılacaktır.
Kaynaklar
Immanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu Yirmibirinci Yüzyıl İçin Sosyal Bilim, İstanbul: Metis Yayınları, 2009, s.77.
Gülten Kazgan, Küreselleşme ve Ulus Devlet Yeni Ekonomik Düzen, İstanbu: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2002.
Y. Furkan Şen, Globalleşme Sürecinde Milliyetçilik Trendleri ve Ulus Devlet, Ankara: Yargı, 2004, s.222, Kazgan, s. 229.
Kazgan, s.36.
Şen, 246.

Ulus devletlerin, emperyalist sömürü açısından rolünün ne olduğuna ve ne olabileceğine odaklanan bu yazı dizisinin ilk bölümünde, ulus devletin kavramsal olarak, yani genel anlamda ne ifade ettiği açıklanmaya çalışılmıştı. Bu yazıda ise, ulus devletlerin 1970´lerden ve özellikle 1990´dan sonra uğradığı (ya da uğratılmaya çalışılan) değişiklikler çerçevesinde hala önemli olup olmadığı konusuna eğilecektir. Bu çerçevede yazının esas aldığı temel sorunsal ulus devletlerin artık öneminin olmadığı şeklindeki savdır. Bu sav elbette çok farklı ölçütler çerçevesinde ve derinlemesine incelenmesi gereken geniş bir konudur. Ancak burada, yazı dizisinin konusu gereği daha çok emperyalizmle ilişkilendirilecek olan ölçütler çerçevesinde bir değerlendirme yapılacaktır.

O halde, öncelikle, ulus devletlerin öneminin azaldığı ya da artık önemli olmadığı yönündeki iddiaların ne şekilde ve hangi bağlamda ortaya çıktığı üzerinde durmak yerinde olacaktır. Konunun sağlam temellere oturtulması için öncelikle sorulması gereken soru, ulus devletlerin, «ne için/ hangi açıdan” öneminin azaldığıdır. «Buna verilen yanıtlar az çok bellidir. Ulus devletlerin, ekonomideki kontrolü açısından, yurttaşları üzerindeki konrolü açısından, aidiyet yaratan kimlik inşası süreci açısından, kültürel açıdan, önemi azalmıştır.” Bu düşünceye (ya da iddiaya) koşut olarak uluslararası ilişkiler disiplini açısından da ulus devletin bir analiz birimi olarak ne ölçüde dikkate alınması gerektiği oldukça tartışılan bir konu olmuştur.

Ulus devletlerin öneminin azaldığı (ya da yok olma eğiliminde olduğu) doğrultusundaki savın dayanak noktasının «küreselleşme” üzerinden kurulduğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır. Bu köşede daha önceki yazılardan birisinde küreselleşmenin hem bir tarihsel sürecin sonucu hem de bir siyasi projenin söylem bazında meşrulaştırılması olarak iki farklı şekilde ele alınabileceği üzerinde durulmuştu. Ulus devletlerin küreselleşmeye koşut olarak önemsizleştiği savı ise, esasen yukarıdaki iki farklı açıklamanın bir bileşimi olarak, «küreselleşme”nin sınırları aştığı iddia edilen boyutu ile ilgili görülmektedir. Buna göre ulus devlet, jeopolitik kesintilerle dünyayı, kültürleri, insanları ayrıştıran bu çerçevede sınır koyucu bir yapı iken, küreselleşme sınırları önemsizleştiren bir eğilim olarak görüldüğünden, «küresel” çağın gerçekliği ile ulus devletler çelişmektedir. Ve ulus devlet bu çelişkiden yıpranmakta, ulus devlet olmasına neden olan özelliklerini yitirmektedir. Başka bir deyişle bu çerçeveden bakıldığında küreselleşmenin gücü ulus devleti yıkmaktadır.

Ulus devletlerin ekonomik etkinlikler üzerindeki kontrolünün aşındığı yönündeki düşüncelerin temelini kapitalist üretim ilişkileri içerisinde devletin konumunun ne olması gerektiği tartışmalarına dayandırılabilir. Her ne kadar «bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” mottosunda «serbest piyasa” gereği devletin ekononomiye müdahalesinin kısıtlı olması gerektiği vurgulansa da esasen modern devlet kapitalist sermaye birikimi açısından oldukça önemli bir noktadadır. Modern devlet, egemen sınıfın siyasi aygıtı olarak sermayenin hangi sınıfta toplanacağını belirlediği gibi, kapitalizmin emperyalist aşamaya gelmesiyle, devletler yaptırım araçlarıyla sermayenin hangi coğrafyalarda birikeceğini belirlemede de en etkin konumda olan aktörlerden biri olarak değerlendirilmelidir. Wallerstein´ a göre devletin piyasadaki işlemleri dönüştürecek ya da başka bir deyişle «serbest piyasanın serbestçe işlemesine engel” olabilecek çeşitli mekanizmaları bulunmaktadır. Bunların başında tekel oluşturma, tekelleri yasaklama, ithalat ihracat yasakları ve kotalar koyma, patent gibi yasal düzenlemeler gelmektedir. Diğer önemli nokta ise devletlerin talep eden konumudur. Bundan kasıt devletlerin silah ya da süper iletkenler gibi stratejik önemi olan ve çok yüksek karlı ürünlerin neredeyse tek alıcısı konumunda olmalarıdır. Ayrıca, kapitalizm döngüsü anlamında sonsuz sermaye birikimini mümkün kılabilecek olan «gerçek kar” devletler olmadan işleyemeyecek olan «nispi tekeller”in varlığı ile mümkündür. Bu noktada devletlerin önemi girişimcilerin devletler sisteminin diğer girişimcilerinin kendi sınırlarını aşıp onlara zarar vermeyeceklerinden emin olmasından kaynaklanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında ekonomik unsurlar açısından, ulus devletin, kapitalist ve emperyalist sömürünün aracı olduğu görülmektedir. (1)

Ulus devletin ekonomideki rolünün ekonomik büyüme, kamu yararı özelleştirme, işsizliği giderme, dış ticaret politikaları gibi konularda aşındığı iddia edilmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ekonomik büyüme devletin çeşitli müdahaleleri ile denetimli mali piyasalarda serbest sermaye yatırımları artışının sağlanması ile gerçekleşmiştir. Devletin bu işlevinin ortadan kalkması ile birçok devlette ekonomik büyümenin yerini istikrarsızlık ve duraklama almıştır. Özelleştirme konusu da ulus devletin küreselleşmeden ne şekilde etkilendiğinin gösterilmesi açısından önemlidir.Özelleştirme, 1980´lerde dış borçlarını ödeyemeyen daha çok çevre devletlerinin yeniden borçlarını ödeyebilir konuma gelmesi için ileri sürülen bir formül olarak evrensel boyutta gündeme gelmiştir ve küreselleşen dünyada özellikle çok uluslu şirketler açısından eşit rekabet koşullarının sağlanması için ulus devlet gücünün zayıflatılmasını içermektedir. (2)

Devletlerin sermayenin dış ülkelere kaçmasını önlemek ya da dış sermaye çekmek amacıyla vergileri azaltma yoluna gitmesi, maliye politikalarını serbestleştirmesi, devletlerin gelir elde etme konusunda işlevlerini kısıtlamaktadır. Keynesçi ekonomi politikalarının ülke içinde istikrarın sağlanması amacıyla enflasyonun düşürülmesi ile birlikte en önemli iki hedefinden biri olan işsizliği gidermede devletin başarılı olamadığı görülmektedir. Çünkü mali sermayenin güvenliği iç fiyat istikrarını ve döviz kurunda kayıplara yol açacak değişikliklerin olmamasını gerektirmektedir. Ayrıca, devletin dış ticarette eskiden kendi sermayesine sağladığı iç pazar güvencesinin ortadan kalkması, devletlerin küreselleşme ile birlikte etkileri artan İMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi ulus dışı kurumların çeşitli yaptırımlarına maruz kalması devletin ekonomideki rolünü geçmişe nazaran törpülediğinin iddia edilmesine sebep olmaktadır.

Ulus devletin en temel işlevlerinin arasında ulusal kültürün ve ideolojinin kurulması ve sosyal düzenin kurulması da bulunmaktadır. Ancak, kapitalizminin doğası sebebi küreselleşmeyi dayatmasıyla devletin sosyal işlevlerinin aşınıp aşınmadığının sorgulanmasını zorunlu kıldığı belirtilmelidir ve bunlar «küreselleşmenin” ekonomik ayağı ile yakından ilgilidir. Kapitalizm doğası gereği pazar kurallarının sosyal düzeni bozmayı tehdit ettiği, anarşik bir sistemdir. Kapitalizm bütün diğer sosyal formlardan daha fazla istikrara ve tahmin edilebilirliğe ihtiyaç duymaktadır. Ulus devlet varlığının ilk zamanından beri istikrarı ve tahmin edilebilirliği yasal ve kurumsal çerçevesiyle, güç kullanma tekeliyle kapitalizm için sağlamıştır. Bu nedenle daha önce de belirtildiği gibi emperyalist sömürünün de temel aktörlerinden birisi olmuştur. Kapitalist sistem zaten doğasında eşitsizlikleri barındıran bir sistemdir ancak 1970´lerde sonra devletin ekonomik işlevlerindeki değişme bir başka deyişle «refah devletinin” giderek «pazar devleti” haline getirilmeye çalışılma süreci devlet sınırları içinde özellikle gelir dağılımında eşitsizliğin artmasına sebep olmuştur. (3)

Tüm bunlar, «küreselleşme” sebebi ile ulus devletin «yurttaşlık” kavramı ile perçinlediği kitleleri bir arada tutma özelliğinin sarsılmasının sebebi olarak görülebilir. Burada bahsedilen siyasal bağa yol açan «ulusal kimliğin” bu işlevini gerçekleştirmede etkisiz kalmasıdır. Bu çerçevede, burada kimlik çatışmalarının ya da en hafif deyimi ile kimlik çekişmelerinin güçlenen bir ses olarak belirmesinde küreselleşmenin bir sonucu olarak devletin merkeziyetçi yapısının zayıflatılıp, yerine yerelliğin geçmesidir. 20. Yüzyılın sonundan itibaren kuvvetlenerek 21. Yüzyıl´da genişleyerek dayatılan «serbestleşmeci, özelleştirmeci, uluslar arası sermayeye sınırsız açılmacı”(4) politikalar toplumların sınıfsal yapısının görmezden gelinmesine ve «birey”in toplumun temel yapı taşı olarak alınmasına sebep olmakta ve bu eğilim yerelleşmeden destek bularak siyasetin daha çok etnik, kültürel, dinsel öğelere referansla yapılmasında göstermektedir. Sonuç olarak, önceden ulus devlete yüklenen anlamların küreselleşmenin etkisiyle artık «mikro topluluklara” atfedilmesi devletin hangi bölünmez topluluğa dayanacağı sorunsalının yaşanmasına sebep olmaktadır.(5)

Ancak, küreselleşme bir siyasi proje olarak ele alındığında, dünyanın «küreselleşmesi” için ulus devletlerin güçsüzleştirilmesinin mi gerektiği sorusu da akıllara gelmektedir. O halde yanıtlanması gereken soru, emperalizm ile ilişkisi çerçevesinde «hangi ulus devlet” aşınmakta, ya da aşındırılmaktadır sorusudur. Bu soru bizleri örneğin Kenneth Waltz gibi daha çok Neorealist teorisyenlerin iddia ettikleri gibi, devletlere «benzer birimler” (like-units) olarak yaklaşmaktansa, devletlerin dünya sisteminin işleyi açısından ne şekilde farklılaştıklarına odaklanmaya yöneltmektedir. Üçüncü yazımızın konusu emperyalizm açısından bu devletlerin farklı konumlarının ve emperyalizmle ulus devletin hangi özellikleriyle direnilebileceği üzerinde durulacak, yukarıda değinilen etkilerin hangi ölçüde gerçekçi olduğu tartışılacaktır.

Kaynaklar

Immanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu Yirmibirinci Yüzyıl İçin Sosyal Bilim, İstanbul: Metis Yayınları, 2009, s.77.

Gülten Kazgan, Küreselleşme ve Ulus Devlet Yeni Ekonomik Düzen, İstanbu: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2002.

Y. Furkan Şen, Globalleşme Sürecinde Milliyetçilik Trendleri ve Ulus Devlet, Ankara: Yargı, 2004, s.222, Kazgan, s. 229.

Kazgan, s.36.

Şen, 246.

Bunları da sevebilirsiniz