Nesnellik, Tarafsızlık ve Realite (1)

Bu yazı dizisinde nesnellik, tarafsızlık ve realite kavramlarını, bunların birbirleriyle ilişkisini ve tüm bunları ele alabilmek için gerekli kimi kavramları ele alacağız. Okumakta olduğunuz yazıda öncelikle, sağlıklı bir sunum için kimi kavramsal ayrımları ele alacağız. Önümüzdeki aylarda ise bu kavramlar üzerine bina edeceğimiz sunumu derinleştireceğiz. Nesnellik ve tarafsızlığın birbirinden ayrı olduğunu, bunların neden birbirine karıştırıldığını, bu karışıklığın hangi mantıksal hatalara dayandığını, realitenin (özellikle gündelik siyasi söylemde beliren biçimiyle) anlaşılması açısından nesnellik ve tarafsızlığın hangi biçimde ele alınabileceğini ve realiteye ilişkin söylemde bulunmanın ne denli çok bileşen içerdiğini ortaya koymaya çalışacağız.

Tartışmanın Güncel Önemi

Geçen ayki yazımızda şu ifadelere yer vermiştik:

«Sağ ve sol üzerine acımasız eleştiriler getirmek artık birer kilişe haline gelmiştir. Aynı kişiler hem en hakiki Müslüman hem de en hakiki Marksist olmanın gururunu yaşıyor, halka caka satıyor. Bu kişiler, giderek tüm insanlar, hareketler, ideolojiler, sınıflarüstü birer konuma eriştiklerini iddia ediyorlar. Televizyonlar, gazeteler, kahvehaneler, üniversite kantinler, üniversite kürsüleri ve meydanlar ´´nesnel´´, ´´tarafsız´´ bir ağızla nutuk atanlarla dolu.”

Bu alıntıda ifade etmeye çalıştığımız düşünce, eylemleri zorunlu olarak öznel ve bilgi dışı bir kanaat düzeyine iten nesnellik anlayışının hiç de nesnel ve tarafsız olmadığıdır. Bunu ortaya koyabilmek için hepimizin zihnine derin bir şekilde nüfuz etmiş bu nesnellik anlayışını çözümlemek gerekmektedir. Bunu sağlıklı bir biçimde yapabilmek içinse veri, bilgi ve inanç kavramları arasındaki ilişkiyi açık ve net olarak ortaya koymak gerekmektedir.

Veri Bombardımanı

Yukarıdaki alıntıya yer vermemizin nedeni okumakta olduğunuz yazının nasıl bir iklimde yazıldığını anımsatmaktır. Medyada sıklıkla yer bulan «belgeler”, «uzman görüşleri”, «tanıklıklar”, «istatistikler” tam da böyle bir ortamda anlam kazanıyor. Birbiri ardına sıralanan bu «veriler” bir film şeridi gibi hızla önümüzden akarken bunları teker teker ele alma güçlüğüyle karşılaşan ve bu güçlük aşılsa bile bu sözde bilgilerin doğruluğunu denetleme olanağı olmayan geniş kitleler hipnotize edilmektedir. Zihinleri tarumar eden medya, dezenformasyon ya da misenformasyon işlevlerini de aşan yeni bir işlev kazanmış durumda: Kimilerinin bilgi kirliliği dediği fakat bu haliyle gerçeği yansıtmayan bu deyim yerine «veri bombardımanı” deyimiyle ifade edilebilecek bir işleve işaret etmeye çalışıyoruz. Tartışmamızın sıklıkla kavramsal ayrıntılara gönderme yapmasından ötürü yazının başında kabaca da olsa sunulan anlatım akılda tutulmalıdır. Bu yazı dizisinde tartışacağımız konunun içeriği «bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz”, «gerçeğe ulaşmak için tarafsız olmak gerekir”, «rakamlar ortada!” türünden ifadelerin zihnimizde karşılık bulduğu düşüncelerle ilişkilidir. Bu açıdan siyasi söylemin yanı sıra akademik kaygıyı da besleyen «nesnellik” sözcüğünün birden çok bağlamda ele alınması ve nasıl bir kavramsal çerçevede güncellik kazandığı anlaşılmalıdır. Nesnellik ve tarafsızlık kavramlarının birbirine karıştırılmasının siyasi sonuçları kadar, bu karışıklığın ardındaki mantık hatasının (veya hatalarının) serimlenmesi ve realiteyi anlama-yorumlama çabamızla ilişkilendirilmesi tartışmamız açısından son derece önemlidir.

Bilgi ve Veri (Bilgi: Temellendirilmiş Doğru İnanç)

Bu deyim farklılığı üzerinde kısa bir süreliğine de olsa durmak yararlı olacaktır. Bilgi (knowledge) ile veri (data) arasında kavramsal ve temel bir ayrım bulunmaktadır. Bilişim sistemleri alanında çalışanlar için açık olan bu ayrımın işaret ettiği gerçek şudur: Bilgi işlenmiş veridir (anlamlandırılmış veridir). Veri ise, bilgi oluşturmak için gerekli malzeme olarak görülmektedir. Felsefe açısından bu ikisi arasındaki ayrım birçok zaman bulanıklaşsa da bilgi ile veri arasında genel geçer bir ayrılık göze çarpmaktadır. Felsefe açısından beliren diğer bir ayrım da, bilginin yanlışa kapalı olmasıdır. Biraz daha açarsak felsefenin bilgi kavramı söz konusu olduğunda «yanlış bilgi” hatalı bir ifadedir, bir oksimorondur. Bilgi temellendirilmiş doğru bir inanç anlamına gelir. Dolayısıyla bilgi, tanım gereği yanlışa kapalıdır. Yanlışlanan inanç artık bir bilgi değildir, bir zamanlar «bilgi” adıyla anılmış olsa bile. Bu konuda ilgilenenler Gettier’in 1963 yılında yayımlanmış makalesine, Platon’un Theaetetus adlı diyaloguna ya da Russell’ın bilgi kuramına bakabilir.

Yukarıda anılan tanımdan hareketle, bilginin en sorunlu bileşenlerinin doğruluk ve temellendirme (justification) kavramları olduğunu görebiliriz. Bu ikisi üzerine ciltler dolusu felsefi yazı bulunmaktadır. Fakat yalın bir şekilde bakarsak bilgiye ulaşmanın özneden ayrılamayacağını ve her ne şekilde olursa olsun bir inanç niteliği taşıdığını bu ciltlerin içerdiği çeşitliliğe rağmen oy birliğiyle kabul edebiliriz (bu oy birliğine karşı çıkanların unutmaması gereken en temel ayrım iman ile inanç arasındaki ayrımdır. İnancın türü her ne olursa olsun bilimde, dinde, felsefede gerçekliği ele alırken bir düşünsel-dilsel edimde bulunan birisinin şu veya bu biçimde bir inançtan kaçamayacağı ortadadır. Dolayısıyla, önümüzde duran mesele bu inancın nasıl temellendirileceğinin ve temellendirilmiş inancın gerçeklikle uyum içerisinde olup olmadığının incelenmesidir).

Yalanlar ve Yanlışlar da Temellendirilir

Bilgi ile veri arasındaki ilişkiyi sözünü ettiğimiz bilgi tanımıyla ilişkilendirirsek verinin, doğruluk iddiasıyla ortaya çıkan inancın temellendirilmesinde iş gördüğü açıktır. Verinin işlevi, inancın temellendirilmesinde yatmaktadır. Bilgi kavramının bir bileşeni olarak doğruluk kavramının, bilgiyi bilgi olmayan temellendirilmiş bir inançtan ayırdığını fark edebilirsek çeşitli verilerin bilgiye dönüşmeyen/ dönüşemeyen inançların temellendirilmesinde de kullanılmasının olanaklı olduğunu görürüz.

Ceza davasına konu olan bir savın gerekçelendirilmesinde gördüğümüz gibi aynı türden veriler farklı bir kavramsal çerçevede karşıt savı (ya da savları) temellendirmekte de kullanılabilir. Dolayısıyla veriler kendiliğinden doğruluk değeri taşımazlar. Verilerin böylesi bir işlevde yer alabilmesinin koşulu onlardan hareketle kurulacak önermelerin, savların gerçekliğe ilişkin doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir bir hal almalarıdır. Dolayısıyla, verilerin kendilerinden menkul bir doğruluk değeri yoktur, diğer bir deyişle, veriler için doğru ya da yanlış değerlerini yüklememiz ancak onları belirli bir bağlamda ve belirli bir nesneye ilişkin kurduğumuz önermede kullanmamızla mümkündür.

Bir sonraki yazımıza bırakacağımız konulara sıçramamak için yazımızı burada kesiyoruz. Şimdi, takibi kolaylaştırmak için bu yazının tartışmamız açısından önemini aktaralım:

Bilgi bir tür inançsa ve veriler bu inancı temellendirmede kullanılacak malzemelerse, bilgiyi yanlış inançtan (ya da boş inançtan) ayırmak için hangi ölçütlere dayanacağımız temel mesele olarak karşımıza çıkıyor. Üstüne üstlük, bir de yanlış inançların da temellendirilebileceği (en azından çeşitli verilerin söz konusu inançları temellendirmede de kullanılabileceği) göz önünde bulundurulursa ve verilerin doğruluğu ve/veya yanlışlığından söz edemeyeceksek bu mesele daha da önem kazanmaktadır. Bir sonraki yazımızda veri ile bilgi arasındaki ilişkiyi temellendirmeden neyi kastettiğimiz sorusuna vereceğimiz yanıtla ve nesnellik-öznellik karşıtlığını kavramsallaştırmamızla ilişkilendireceğiz.

Bunları da sevebilirsiniz