Evlilikte Sadece Kızlık Soyadı Kullanımı ve Kamu Düzeni

Geçtiğimiz günlerde Muammer Kaddafi’nin muhalif güçlerce öldürülmesi nedeniyle dünya Libya’ya, 24 Mehmetçiğimizin şehit edildiği alçak saldırı nedeniyle Türkiye bölücü terör ve örgütüne odaklanmıştı. Bu ortamda Anayasa Mahkemesi’nin, Türk Medeni Kanunu’nun kadına kocasının soyadını veren 187. maddesinin iptali istemini reddetmesine ilişkin kararının gerekçesini açıklaması, kamuoyunda hak ettiği ölçüde yer bulmadı ve tartışılamadı.

Süreci başlatan: Evli kadınların nüfus cüzdanlarına, sadece kızlık soyadlarını yazdırmak için, bazı aile mahkemelerinde dava açmalarıydı.

Sosyolog ve hukukçu olan meslektaşlarım ve alanlarına saygım var. Bu nedenle evli kadınların kocalarına ait soyadlarını kullanmayışları, kamu düzenini bozar mı sorusunu yanıtlamaya çalışmayacağım. Bilindiği üzere birçok Batılı ülkede evli kadınlar, sadece kızlık soyadlarını taşıyorlar. Bu yüzden o ülkelerde kamu düzeni bozulmuş değil. Öte yandan, Türkiye’de kamu düzenini bozan (iç güvenlik) ve bozmaya aday (mezhep kavgası, lâik-laik olmayan karşıtlığı, kültür ikileşmesi vb.) onca karşıtlık içinde, evli kadınların kocalarının soyadlarını kullanmamalarının yaratacağı tahribatı (!), anlamakta güçlük çekiyorum.

Osmanlı Dönemi ve Türk Kadını

Türk kadını bugünlere kolay gelmedi. Bir asır önceki İzmir’den iki örnek vermek istiyorum. Kentin önemli simalarından Moralızade Nail, Mütarekede İzmir Önceleri ve Sonraları kitabında şunları yazıyor: «Meşrutiyete kadar Türk kadınları evlerinde, aralarında dış âleme karışmadan yaşarlardı. 1905’e kadar kaçgöç o kadar sıkı idi ki, bir gün bağımıza giderken annemin babamla aynı arabaya binmesine bir polis memuru itiraz etmişti… Meşrutiyetin ilanıyla hanımlarımız serbestîye kavuşmaya başlamıştı… Karşıyaka’da genç hanımlar çarşafla geziye çıkabiliyorlardı”. Ancak Ahenk gazetesinin (İzmir) 18 Şubat 1912 tarihli nüshasında yayımlanmış bir haber, sürecin kesintiye uğradığını ortaya koymaktadır. Habere göre, İki Çeşmelik halkı, Müslüman kadınların sinemalara gitmesini yasakladığı için, Vali Celâl Bey’e 600’den fazla kişinin imzaladığı bir teşekkür mektubu vermişti.

Cumhuriyet Türkiyesi’nde Kadın

Erken cumhuriyet döneminde, Türk kadınının toplumsal yaşam ve kamusal alanda hak ettiği yeri alması için, önemli adımların atıldığı herkesin malumudur. 17 Şubat 1926 tarihli Medeni Kanun ile erkeklerin çok kadınla evlenmeleri ve tek taraflı boşanmalarını mümkün kılan hakları kaldırılmıştı. 3 Nisan 1930 tarihli Belediye Kanunu ile kadınlarımızın belediye seçimlerinde seçmen olması ve seçilebilmesinin önü açılmıştı. 26 Ekim 1933 tarihinde, Köy Kanunu’nda yapılan bir değişiklik ile kadınlarımız muhtar ve ihtiyar heyeti üyesi olabilmişler; 5 Aralık 1934’te yapılan bir düzenleme sayesinde ise, birçok Batılı ülkeden önce, genel seçimlere katılma ve milletvekili seçilebilme hakkı elde etmişlerdi. Nitekim 8 Şubat 1935 tarihinde yapılan seçimlerde, 17 Türk kadını vekil sıfatıyla TBMM’ne girmişti.

Bu kazanımlar herhangi bir mücadelenin sonucu olmayıp, Mustafa Kemal’in başında olduğu yönetici elit tarafından kadınlarımıza verilmişti. Günümüzde bir grup kadınımızın, kendilerini yeniden 1926 öncesine düşürecek düşünce ve siyasetçilere eğilim göstermesi bundandır.

1990’lardan bu yana, Türk kadınını özgürleştiren yasal düzenlemeler birbirini izliyor. 29 Kasım 1990 tarihinde, Medeni Kanun’un «kadının çalışmasını kocanın iznine bağlayan” hükmü iptal edilmiş; 22 Mayıs 1997 de ise, evlendikten sonra kocasının soyadı yanında kızlık soyadını da kullanmasının önü açılmıştı. Borçlanma ve emeklilik, sosyal konular ve vergilendirmedeki iyileşmeye işaret eden düzenlemeleri saymaya yerim yok. Sevindirici olan, birçok kadınımızın Batıdaki hemcinsleriyle aynı haklar ve itibarı, artık bizzat talep ve ısrarla takip etmesidir. Bu durum töre cinayetleri; baba, koca ve ağabey şiddetine maruz kalma ve işyerinde cinsiyet ayrımcılığı gibi uygulamaların görülmeye devam edip, belli zaman aralıklarında çoğaldığı ülkemizde, yüreklere biraz su serpiyor.


Bunları da sevebilirsiniz