Etnikleştirme versus Demokrasi

İnsan açısından özgürlük, hangi türden olursa olsun, onu bağlayan bir bağdan kopabilme imkanını varsayar. İçi ve dışı kesin sınırlarla belirlenmiş cemaatimsi yapılar ya da topluluklar, buna imkan tanıdıkları ölçüde demokratik bir topluma uygunluk gösterirler. Demokrasi kültürü açısından her şeyden önce, bunların kendini tanımlama biçimleri ve gruplararası ilişkiler düzeyindeki konumları önemlidir. Yakın tarihin dikkatli bir gözlemi, toplulukçu akımlar ile postmodern oluşumların 1980´lerden itibaren ön plana çıktığını ve bunların ayrılıkçı etnik hareketler, kökten dincilik ve yabancı düşmanlığına parallel ilerlediğini; Liberalizme, Marksizme, Moderniteye, Aydınlanmaya, Cumhuriyetçiliğe karşı geliştiğini gösteriyor. Sanki «dünya objelerinde küreselleşirken öznelerinde kabileleşiyor, dünyanın ekonomik birleşimi yönündeki atılan her adım, kültürel ve politik alanda bir geri adımla telafi ediliyor” (Debray). Dünya totaliter bir düzen ile kaos arasında, ekonomide küreselleşme ile politikada yerelleşme arasında sıkışmış görünüyor. Çelişkili bir mekanizma var ortada; birleştirirken bölüyor, bütünleştirirken dışlıyor, kutsallıktan çıkarırken yeniden kutsallaştırıyor, küreselleştirirken ulusallaştırıyor (Nair).
Modern demokrasilerde cemaat veya toplulukların (community) varlığı, kendiliğinde bir sorun olmayıp insanın cemaatiyle ilişkisine göre bir anlam taşır. Bu perspektifte, bir uçta üyelerinden mutlak anlamda bir bağımlılık ve tabi olma ilişkisi isteyen, bireyleşme veya özne olma kapılarını kapatan topluluklar bulunur; diğer uçta ise modern bireyci topluklarda aidiyet ve tanınma, liyakat ve dayanışma ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak cemaat öğelerini ortaya çıkaran ve özne olma imkanını taşıyan topluluklar yer alır.
Cumhuriyetçi değerler açısından sorunlu olan durum, bunlardan ilkidir ve bu ilişkinin en tipik örneği, kendini siyasal bir kolektif özne olarak tanımlayan etnik topluluklardır. Etnik gruplar, sonradan içine girilemeyen veya dışına çıkılamayan, yani insanı aidiyetine kapatan özselci kökensel topluluklardır. Siyasal alana taşındıklarında, insan yaşamının bütününü kuşatan bir çerçeve çizerek tüm yaşam alanlarını etnikleştirmeye meylederler. Etnikleştirme (ethnicisation) sosyal olgu ve davranışları, etnik temelde açıklamayı; sosyal politikaları etnik ayrımlara göre yürütmeyi ve etnik gruplar üstünden müzakerelerde bulunmayı ifade eder. Toplumu özselci temelde alt gruplara ayıran ve bir ‘sosyal farklılaştırma süreci’ olarak işleyen etnikleştirme, bu grupları birkaç sosyo-kültürel karakteristikten hareketle tanımlıyor ve kendi içlerinde homojenleştiriyor. Dolayısıyla, ezeli varlığını iddia ettiği etnik grupları, büyük ölçüde icat ve inşa ediyor.
Etnikleştirme nasıl anlaşılmalı? Bu konuda cumhuriyetçi kadın yazarlardan Costa-Lascoux’nun* (2005) analizi ilginç ve anlamlı. Ona göre etnikleştirme bazı grupların bilerek ayrımını hedefleyen bir politikanın ürünü olmayıp, bazı yaşama biçimlerine ve güçlü kimliksel taleplere tekabül ediyor. Ancak bunların sistemik bir karakterinin olması ve operasyonelliği, etnikleştirmeye yol açıyor. Sorun şu: «Şu şuna benzer diyerek” analoji yoluyla kişileri gruplara, referans cemaatlerine kapatma, onların temel özgürlüklerini (örneğin bir gruba ait olma veya olmama özgürlüğü, aidiyetini değiştirme veya hiçbir aidiyet istememe veya pek çok veya melez veya yanaşık aidiyet talep etme özgürlüğü) kısıtlıyor. Etnisite, endogamiden ve tek bir modele göre röprodüksiyondan besleniyor.
Sosyal ve kültürel damgalama yoluyla kategorilendirme, yorumlama ve açıklama sürecini ifade eden etnikleştirme, azınlık grupların kurbanlaştırılmasına katkıda bulunur. Bu anlamda ayrılma mantığına eşlik ve hizmet eder. Costa-Lascoux, bu sürecin 5 aşamasına işaret eder;
İlk olarak etnikleştirmede analoji yoluyla akıl yürütme vardır ve bu ayrımcı mantıktaki akıl yürütmeyle aynıdır. Bir yaşantı veya deneyimden hareketle, belirli bir açıklama modeli tüm benzer olaylara yayılır. Grup, homojen bir bütünlük olarak görülür; gruba yapıştırılan önyargıları, stereotipleri harekete geçirmek için kolektif grubu ifade eden bir isim veya sıfat söylemek yeter; bu süreç, yorumları basitleştirdiği ölçüde kolay gelir, insanı rahatlatır, sakinleştirir, karmaşıklığı azaltır, çelişkileri ve nüansları siler; insana işin özüne indiği ve etkili bir öngörüde bulunduğu illüzyonunu verir
İkincisi, etnikleştirme bir tekrar mantığı, yani şeylerin aynıyla yeniden ürediği anlayışı taşır. Buna karşı savunma mekanizmaları önceden hazırdır. Özellikle kamu görevlisi ile vatandaşlar arası temaslarda netleşir: «Geleni görür görmez, ne isteyeceğini bilirim”. Roller önceden belirlenmiştir. Yöntemler sonuna kadar aynen uygulanır. Etnikleştirme gelişmeleri, evrimi minimize ederek durumları dondurur, sabitleştirir. Etnisite kriterine göre sosyal grupları ayırt etmek, iddia edilenin aksine türlülüğü artırmaz; kalıpları sabitler.
Üçüncüsü, etnikleştirme, farklılaştırıcı bir süreçtir. Diyelim ki kimlik taleplerine cevap olarak gruplar iyi niyetle ayırt edilsin. Burada ayrımcılık yerine paternalizm var. Ama ikisi de farklılaştırıcı bir mantık taşır. Özellikle idarî birimlerle günlük ilişkilerde, taraflar sosyal rolleri içselleştirir ve beklentilere göre hareket etmeye başlar. Bu olgu etnikleştirmenin en sapkın sonuçlarından biridir. Taraflar her şey önceden saptanmış bir oyunu oynar gibi davranır. Analojiyle akıl yürütme, tekrar, farkçılık birbiriyle uyuşarak şu veya bu nüfusun barındığı bölgeler ayırt eder. Kötü niyetle ayrımcılık yapıldığında da aynı şey söz konusudur.
Dördüncüsü, coğrafi yoğunlaşma, etnikleştirmeyi görünür kılar ve hızlandırır. Sosyokültürel olarak handikapı bulunanların yoğun olarak yaşadığı semtlerdeki kökensel gruplanmalar, eğitim ve yardım politikalarıyla eşleşince, etniklik görünür kılınır ve desteklenmiş olur. Eşitsizlikleri telafi edici politikalar, işsizlik, hane halkı sayısı, konut imkanları gibi objektif verilere göre meşrulaştırılmak yerine, kültürel kriterlere dayandırılırsa, yani davranış, inanç ve yaşam tarzları kültürel kriterlere görebelirlenirse, bunların damgalayıcı etkilerini bertaraf etmek zordur Eşitsizlikler ortadan kalktığında bile kültürel nitelikler kalır ve yorum şemalarında doğallaştırılır.
Beşincisi, gruplar arasında güç dengesizliği varken kolektif kimlik süreci, damgalama sürecine yakındır. Damgalama, hukuk öznesi olan yurttaşın tanınma talebinin tam karşıtıdır. Burada kimlik-yurttaşlık diyalektiği üzerinde düşünmek gerekir. Bu sorun cumhuriyetçi model konusundaki polemiklerin merkezindedir. Kimlik ve yurttaşlık Janus’un iki yüzü gibi aynı kişiyi inşa ederler. Birbirine tekabül edebilirler, ama birbirinde karışmazlar. Birisi duygular, hafıza, soy ve miras planındadır, diğeri ise siyaset, tarih, tercih ve hukuk planındadır. Yurttaşlık adına hareket etmek yetmez, kamu politikalarının, belirli grupların kimliksel mantığını işlememesi gerekir.
Bu son husus, diğerlerini kapsar ve kalıcı bir etnikleştirme tesis eder: Açıklama, sosyal olarak işaretleme, kimliksel tanıma süreçlerinin kategorilendirilmesi, etiketleme ya da kurbanlaştırma diyalektiğine götürür. Bir üçüncü kişi tarafından azınlık haline sokulma ve kendisi de kurban gibi davranma söz konusu burada. Bu, hakim olanla olunan arasında çoğu kez sapkın olan bir ilişkidir.
Demokrasi, kolektif kimlikler ve gruplar üzerinden işletilmek istenirse, bireyler silinir. Demokrasinin temel ayakları sarsılır. İnsanlar, bilinçlerine değil, ait oldukları grup sistemine uymaya zorlanır, etik yargıları zayıflar, yabancı olan herşeye karşı düşmanlık besler, farklı olanı ötekileştirir ve dışlama mekanizması örgütlenmiş olur.

* Kaynak: Costa-Lascoux, J., L’ethnicisation du lien social, processus de discrimination, in Problemes Politiques et Sociaux, 2005: 990, 68-71

Bunları da sevebilirsiniz