Serbestleşme, Sermaye ve Devlet (2)

Yaklaşık son 30 yıl boyunca Dünya, insanlığın hemen hemen bütün ana yaşam alanlarında (ekonomik üretiminde, siyasi yönetim biçimlerinde, kültür gelişmelerinde) serbestleşme süreci yaşanmıştır. Bu süreç üç ana kaynaktan besleniyordu: Komünikasyon teknolojilerindeki hızlı gelişme, sosyalist bloğun dağılması ve fordist üretim biçiminin krizi. Bunlardan belki en önemlisi, fordist üretim biçiminde yaşanan krizdir. Çünkü üretimdeki, sermaye birikimindeki ve sosyal hayattaki değişmeler, piyasa ekonomisinin ana motoru olan sermayedarların baskılarıyla gerçekleşmiştir ve 2007-2010 yıllarına doğru bu değişmeler 1929 yılında yaşanan Büyük Buhran’dan (bu yıllarda kapitalizm tarihinde en derin kriz yaşanmıştır) sonra gerçekleşen en büyük krize yol açmıştır. Bu kriz ise, büyük bir olasılıkla yeni ve köklü değişmelere yol açacaktır. Bu tezleri aşağıda açıklayalım.


1950-1975 yılları arasında egemen üretim sistemi, fordist sistemdi. Yani, büyük fabrikalarda kitle (büyük çapta) üretim gerçekleşiyordu. Büyük ölçülerde üretilen tek tip mallar da kitlesel olarak tüketiliyordu. Bu yıllarda oluşan refah devleti ise bu mallara talep yaratmak amacıyla bedava eğitim ve sağlık hizmetleri gibi hizmetler sağlayan enstütileri kurmuştur. Ayrıca, bu sistem kitlesel kültürü yaratmaya yardımcı olmuştur: Kitlesel üretim kitlesel tüketimi gerektiriyordu ve bu süreç kültürün ucuzlamasına ve yayılmasına yol açmıştır. Sanat bile markalaşma ve fiyatlandırma süreçlerine girmiştir. Uluslararası düzeyde ise Dünya Bankası, GATT (WTO) ve IMF örgütleri kurulmuştur. Dünya Bankası’nın amacı – 2. Dünya Savaşından çıkan Avrupa’nın yeniden yapılandırılmasına yardımcı olmaktır. GATT’ın (1995’ten sonra WTO) amacı – uluslararası ticarette engelleri kaldırmak ve ticareti teşvik etmektir. IMF’nın amacı ise ülkelerin kısa vadeli finansal bilançolarındaki güçlükleri gidermektir. Genel olarak bu sistem sorunsuz 1980’lere kadar çalışmıştır. Ancak 1980’den sonra ABD’de R.Reagan ve İngiltere’de M.Thatcher, köklü reformları gerçekleştirip, liberalleşme yoluna gitmişlerdir. Yani, devlet ekonomiden çekildi, hemen hemen her sektörde serbestleşme başlatıldı. Bilindiği üzere, 24 Ocak 1980 yılında Türkiye de kapıları dış dünyaya açtı, özelleştirmeye ve ihracata yöneldi. Sadece Türkiye değil, birçok ülke, örneğin Güney Amerika (Brezilya, Meksika vs.), Merkez Avrupa, Asya ülkeleri bu dönemde benzer süreçleri yaşamışlardır. Peki, yaşanan bütün bu gelişmelerin sebebi nedir?


Kapitalist sistemdeki aktörlerin (tüketicilerin ve üreticilerin) ana amacı kârdır. Dolayısıyla bu aktörler kârlarını arttırmak için yatırım yaparlar (aksi taktirde tüketim, enflasyon ve amortisman bütün kârları ve birikimleri yok eder). Bu da demektir ki, piyasa aktörleri sürekli yatırım yaparak serveti biriktirirler. İşçi, memur, öğretmen gibi insanlar küçük çaplı yatırım yaparlar ya da daha gerçekçi olursak, hiç yapamazlar. Tam tersi, üretim güçlerinin sahipleri (sermayedarları) büyük ölçüde yatırım yapabilmektedirler. Bunun sonucu olarak sermaye denilen mali ve fiziksel değerlerde sürekli bir artış yaşanmalıdır. Yoksa ekonomi durgunluğa veya bunalıma girer. İşte 1980’lerde ve sonraki yaşanan serbestleşme süreçlerinin nedeni bu basit mantıkla açıklanabilir. 1950-1975 yılları arasında sermaye birikimi iki yönden sınırlanıyordu. Birincisi, refah devleti (sosyal devlet) büyük harcamalar yapmak zorundaydı. Bir taraftan yeni talep yaratılıyordu, diğer taraftan ise bu harcamaları karşılamak amacıyla vergi yüksek tutuluyordu ve genel olarak devlet mudahaleci özellikler taşıyordu. İkincisi, Bretton Woods sistemi. Burada bütün dövizler dolara bağlanıyordu. Dolar ise altına bağlanıyordu. Bu sistem çerçevesinde finansal spekülatif sermayenin birikmesi mümkün değildi. Ulusal sermayeler ise ulusal sınırlara ulaşınca bütün bu sistemin değiştirmek için harekete geçtiler. Yani, 1980 ve sonrası dönemin liberalleşme politikaları büyük sermayenin zaferi idi.


Dünya için ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için yaşanan bu gelişmeler neyi ifade etmekteydi? Yeni politikaların ana taraftarları – ABD ve IMF olmuştur. Onların ideologlarına göre, sosyal devlet sisteminde kaynakların dağılımında kayıplar yaşanmaktadır. Dolayısıyla sistem etkinsizliğe yol açmakta ve büyüme süreci yavaşlamaktadır. Tam tersi, mümkün oluncaya kadar devlet çekilmeli (ekonomiye müdahale etmemeli), vergiler azatılmalı ve ticaret serbestleştirilmeli. Bu reformların sonucu olarak da küreselleşme süreci hız kazanmıştır ve dünya tarihinde ilk defa küresel bir piyasa oluşturulmuştur. Sermaye hreketliliği (ülkeler içi ve ülkeler arası para, yatırım vs. transferi) için neredeyse hiçbir engel kalmamıştır (ABD’de 1930’lardan beri yürürlükte olan finansal spekülasyona karşı yasalar, 1990’ların sonunda kaldırılmıştır). Bilindiği üzere, serbest piyasadaki ‘aktörler’, yeni teknolojilerden de yararlanarak sanal sermayeleri oluşturdular, kredi mekanizmalarında karmaşık ürünler yarattılar ve bu süreç 1929’dan beri yaşanan en derin finansal krize, ardından da küresel ekonomik krize yol açmıştır. 2010 yılının temmuz ayında ABD’de yeni finansal reform kabul görmüştür. Bu reforma göre, finansal piyasalarda yeni yasaklayıcı tetbirler alınacaktır.


Türkiye’de yaşanan liberalleşme ve küreselleşme sürecini rakamlarla şu şekilde özetleyebiliriz. 1981 yılında Türkiye’nin ihracatı 4.703 milyar dolar idi. İthalatı ise 8.933 milyar dolar idi. 2005’te ise ihracat 73.390 milyar dolara ulaşmıştır. İthalat ise 116.537 dolara yükselmiştir. İhracatın ithalatı karşılama oranı (ithalat ve ihracat arasındaki fark) 2005’te %63 idi. Göründüğü üzere, dış ticaretin artmasına rağmen hala dış açık gözlenmektedir. Dahası da, ticaretin hacminde bir sıçrama yaşandığı için, dış ticaret açığı da hızlı bir şekilde artmıştır. 1980 yılında dış ticaretin ekonomideki payı %15.6 idi. 2005’te ise bu rakam %52.3’e ulaştı. Bu rakamların hepsi gösteriyor ki, Türkiye’nin dışa açılması dışa bağımlılığıa yol açmıştır. Bunun sebebi, ihracattaki artış ve ekonominin büyümesinin ithalata bağlanmasıdır. Bütçedeki kronikleşmiş açığı da göz önünde aldığımızda anlaşılıyor ki, ekonomideki artışla birlikte dış bağımlılık da ciddi bir şekilde artmıştır. Bu durum ise yabancı sermayeninin lehine özelleştermelere yol açmaktadır. Ayrıca, dış açık ve bütçe açıklarının kapanması için merkez bankası faiz oranlarıni yüksek tutmak zorundadır. Bu, ülkeye spekülatif sermayenin girişine neden olmaktadır (yani, ‘sıcak’ denilen paralarla açıkları kapanmaktadır), ancak yüksek faiz oranları yurt içi (milli) sermayenin oluşmasına ve yurt içi yatırımlarına engel olmaktadır. Çünkü yerli iş adamları yüksek faizlerle borçlanmak zorunda kalmaktadırlar.


Göründüğü üzere, serbestleşme gelişmekte olan ülkelerin lehine gerçekleşmemiş. Bunun sebebi, bu sürecin büyük sermayenin tarafından başlatılması ve sürdürülmesidir. Bu süreci ülkenin lehine çevirmek için milli sermayenin oluşması ve sosyal devletin kurulması şarttır. Kaldı ki, Türkiye’nin Anayasa’sında bu devletin sosyal olduğu iddia edilmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz